Sözünü ettiğim kitabın iki yazarının da, nerede olursa olsun, dünyanın en iyi bilim merkezlerine yakıştıklarını ve bulundukları yerlere değer kattıklarını söyleyebilirim. Düşünceleri duru, yöntemleri dengeli, kanıtları inandırıcı, anlatımları düzgün, tavırları nazik ve kişilikleri yürekli. Tüm bu özellikleriyle televizyon ekranını her anlamda güzelleştirdiler. Başka izleyicilerin de aynı kanıda olduklarını sanırım. Örneğin, Altaylı’nın başka bir programına birkaç ay önce ben de çıkmıştım. Söylediklerimden ötürü çeşitli kentlerde tanımadıklarım beni sokakta durdurup “o sizdiniz, değil mi?” diyorlardı. Orada da çamur atılmak istenen olağanüstü kişi, yenilmeyen asker, büyük yurtsever, gerçek halkçı, benzersiz devrimci ve tek sözcükle eşsiz Mustafa Kemâl Atatürk’tü.
Kimi özelliklerine bu tanıtma yazısında şöyle-bir dokunduğumuz bu olay yalnız 196 sanığın değil, ülkemiz tarihinin de çok önemli bir davası. Bu karmaşadan bundan sonra nelerin yapılmaması gerektiğine ilişkin dersler çıkarsa, buruk da olsa, “hiç değilse bir işe yaradı!” deyip geçelim. Bu uğurda siyasal ve hukuksal terbiyemiz, geç kalınsa da, eğitim görmüş olur. Yoksa, söz konusu olan yalnız 196 kişiye kara çalmanın batağı değil; ülkenin bugününü ve yarınını kumara yatıran mirasyedilere döneriz.
2010 yılının daha ilk ayında kimliği açıklanmayan biri (ya da birileri) 2002-03 döneminde Birinci Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan’ı baş sorumlu tutarak “Taraf” adlı günlükte çalışan bir kişiye 2.229 sayfa “belge”, 19 CD ve 10 da ses alma makinesinde çalınabilecek kutucuk bırakıp gidiyor. Bunlardan oluşturulan bir dizi yazı aynı günlükte benzer görev anlayışı ve eğilimleri olan üç kişinin kararıyla yayımlanıyor. İleri sürülen sava göre, 11, 16 ve 17 sayılı CD’lere ve eklerine (daha çok 11 sayılı CD’ye) bakılırsa, Org. Doğan bir darbe hazırlığı başlatıyor, bakanlar kurulu tasarlıyor, kapatılacak örgütlerle tutuklanacak kişilerin çizelgesini yaptırıyor. Komutan bunları hemen ve başından beri reddetti. Bir de, gene Org. Doğan başkanlığında 162 görevlinin katıldığı ve ülke batısında İstanbul ve çevresinde Birinci Ordu’nun güvenlik hazırlığının yeterliliğini sınamak için toplanan üç günlük (5-7 Mart 2003) bir seminer var. Komutan bu ikincisinin gerçeğe uygunluğunu, yani ülke adına bir güvenlik hazırlığının güncelleştirilmesi çalışmasının varlığını hemen doğruladı.
Yayıma önayak olan günlükteki bir ya da üç kişi, kimin düzenlediği hâlâ belirsiz olan kurgu darbeyle “seminer” de denen askerî güvenlik çalışmasını birleştirip birini ötekinin hazırlık aşaması gibi gösteriyor. Bu ikisi ayrı şeyler. Org. Doğan’ın yanlış aktarılan iki açıklaması birbirine karşıt değil. Komutan aynı şey için hem “yok” hem “var” dememiş. Güvenlik seminerinin varlığını kabul etti, darbe hazırlığı kurgusunu reddetti. Nedeni basit: Biri her sözcüğü banta alınmış bir toplantı, ötekiyse kitabın sıraladığı belgeler ışığında bir masal. Tutuklamalar başlayınca, bu karmaşayı kaç kişi biliyordu ki? Şimdi kaçımız dengeli bilgiye sahibiz? Doğru açıklamaları yapmak en başta savcının, güvenlikçilerin ve iletişimden sorumlu yayımlarla yazarların görevleri değil mi?
Tüm ilgililer şunları sormalılar: Bir gazeteciye sözde belge, kaset ve CD veren kimdi? Kendi söylediği gibi gerçekten emekli bir subay mıydı? Neden savcılığa ya da yansız olabilecek bir çevreye değil de, iktidar yanlısı bir günlükte nesnel davranamayacak birine getirip verdi? 2003’den 2010’a değin yedi yıl neden bekledi? “Belge” denen kâğıt ve ses kutucukları neden bu işlerin yolunu, yöntemini, açıklarını ve düzmecelerini bilenlere danışıp değerlendirilmedi? Sahte belgeciliğin tarihi üstüne ciltlerce kitaplar yazılabilir. Bu konuda benim New York’ta da basılmış birkaç yayınım var. Hele bilgisayar oyunlarının geniş olanaklarında düzmeciliğin neredeyse sınırı yok. Eşimin yıllarca çalıştığı Milliyet’in eski yönetmeni Abdi İpekçi’nin gerçekten yazar-çizer kişilerin bilmeleri gereken bir uyarısı vardı: “Size verilen haberi mutlaka başka kaynaklarla karşılaştırın ve denetleyin. Göreceksiniz ki, konunun görünümü er ya da geç değişecek!” Bu ilkeyle ben de karşılaştım. Örneğin, Londra’da basılan bir dergide kanımca yanlış bir inceleme yayımlanmıştı. Konu kişisel olarak benimle ilgili değil, ama Türkiye üstüne olduğundan yazılı bir yanıt gönderdim. Basıldı, ama ilk yazıyı yazanın bana yanıtıyla birlikte.
Org. Doğan’ın doğruladığı söz konusu seminer bir tür “oyun kuramı”dır. İngilizcesi: “Game Theory”. Benim 41 yıl A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliğini yaptığım Uluslararası İlişkiler disiplininde de vardır ve oldukça yaygın kullanılır. Bu kavram 1970’lerden bu yana çıkan ders kitaplarında yer alır. Bu yayımların dizelgesi çok uzun sürer. Birkaç örnek: Michael Nicholson’un “Uluslararası İlişkilerde Biçimsel Kuramlar” ile “Uluslararası Çatışmada Akılcılık ve İnceleme”, Joshua S. Goldstein’ın “Uluslararası İlişkiler”, R. L. Merritt ve S. Rokksan’ın “Ulusları Karşılaştırma”, John Spanier’in “Ulusların Oynadıkları Oyunlar” başlıklı ve benzeri birçok temel kitaplar. Türkçede birkaç “Uluslararası İlişkiler Sözlüğü” de basıldı. Bu kavram onların içinde de yer alıyor. Bu yazarlar ordusunun hiçbirini darbe hazırlıkları yapmakla suçlayamayız. Zaten, bu suçlamalara girişen bir tek kişi bile olmadı. Sözünü ettikleri kavramlar ülke güvenliğinin ölçülmesi, değerlendirilmesi ve güçlendirilmesiyle ilgilidir.
“Oyun kuramı” (çok kısa olarak) nedir? Temelde türlü seçenekler üstünde durarak ilerisini kestirip onlarla ilgili değerlendirmeler yapmak ve bu uğraştan simgelenen taraf adına, örneğin ulus için yarar sağlamaktır. İçinde bulunduğumuz yıllarda sık kullanılmakla birlikte, ilk başlangıçları 1950’lerde bile görülür. Bir hesaba, yani dengeye dayandığından, gerekirse matematikten de yararlanır. Birkaç türe ayrılan bu oyunlar çözümü de kapsar. Uluslar söz konusu olduğunda, bu kuram çerçevesinde yerlerini alan karar-vericiler simgeledikleri toplumu kazançlı duruma getirmeğe çalışırlar.
Bu çaba şu düşünceye dayanır: Eğer rakibimiz (ya da düşmanımız) bizi ileride güç duruma düşürecek adımları atarsa, bize düşen görev bu dengede zayıf durumda kalmamaktır. Örneğin, Pakistan komşusu Hindistan’ın nükleer silâh üretme olasılığı karşısında, kendi de ister istemez bu yola girmiştir. Her iki taraf da bu adımları atmadan önce, ülkelerin güvenliğinden sorumlu kişilerin 2002-03 tarihlerindeki Birinci Ordu seminerlerine benzeyen toplantıları yapmış olduklarından kimsenin kuşkusu olmasın. Bunlar bu iki ülkede darbe hazırlıkları olarak yorumlanmadı. Aynı girişimlerin örneğin ABD’de sürekli olarak yapıldığını söyleyebilirim.
Kitabın iki yazarı “Taraf” üçlüsünü birkaç kez açık tartışmaya çağırmışsa da, gelen olmamış. Gerekçeleri: (yaptıkları gün gibi ortadayken) “taraf olmak” istemiyorlarmış! Her iki taraf da gerçeği bulma ortak hedefinde birleşse, darbeye bağlanmak istenen ve 11 sayılı CD’de yer alan sözde belgelerin 5 Mart 2003’te değil, en erken 2009’da ‘üretildiği’ ortaya çıkıyor, çünkü adları geçen Yeni Recordati ilâç kuruluşu; Medical Park Sultangazi, Avrupa Şafak ve Nisa hastahaneleri ya da Liberal Avrupa ve Türk-İran Sanayicileri ve İş Adamları gibi sivil toplum örgütleri 2003 yılında zaten yoklar. “İstanbul İlinde Güvenilir Emniyet Personeli” başlıklı dizelgede adları görünenlerin bir bölümü 2003’de İstanbul’da görevli değiller. Belgelerden birine bağlanan kişi (Nuri Alacalı) o tarihte ABD’de, bir başkası (Yaşar Barbaros Büyüksağnak) İtalya’da görevde. Haydar Baş’ın 2005’de yaptığı bir konuşma 2002 tarihli “belge”de. 2003’de “CC Mar Naples” diye bir İtalyan kuruluşu da henüz yok. Darbe senaristleri askerî yazışmaların yöntemlerinden de haberli görünmüyorlar. Harp Okulu Komutanı olan Org. Fırtına kendi havacı olsa bile Diyarbakır’daki uçak filosuna emir vermez. Daha önemlisi, Birinci Ordu’nun görev alanı Trakya, Türk Boğazları ve İstanbul’dur. Görev alanına girmeyen (o tarihteki) 71 ile öneride bile bulunamaz.
Kitabın savı şu: “Balyoz darbe hazırlığı” diye bir şey yoktu. Bu durumda, eski Genel Kurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök olmayan bir şeye engel de olmadı. Balyoz hazırlığına ilişkin hiçbir bilgisi olmadığını söylemiş olmasına karşın, yanlış bilgilerin hedefi olan sıradan yurttaş girişimi Org. Özkök’ün engellediğini sanıyor. Somut kanıtlar daha çok bir CD’den çıkan ve suç içeren sözde belgelerin 2003’de değil, en erken 2009’da düzenlendiklerini gösteriyor. Kitabın bu inancı ciddiye alınmalıdır.
Yukarıda ancak birkaçına değindiğimiz böylesine güvenilmez ‘belgeler’ nasıl oluyor da, bugün de tutunabiliyor? Seminer katılımcılarıyla Balyoz sanıklarının sayısı birbirine benziyor. İlki 162, öteki 196 kişi. 196 sanıktan 148’i seminerde yok. Seminerdeki 162’den yalnız 48’i Balyoz davasında sanık. Öte yandan, seminer Türkiye’nin kuzey-batı yöresinde güvenliği arttırmak için bir düşünce alış-verişidir. Her söylenenin kayda geçmesi Org. Doğan’ın isteği ve emriyle yapılmıştır. Kendinin doğru olarak kabul ettiği de yalnız budur.
Bir tümgeneral, iki kurmay albay, bir kurmay binbaşı ve bir mühendis üsteğmenden oluşan askerî bilirkişi kurulunun seminerde darbe provası yapılmadığını gösteren yazanağının da gereği gibi dikkate alınmadığı, 44.000 sayfa tutan eklerde bir tür gölgelendiği anlaşılıyor. Yazarlar belgelerin TSK’ya ait bilgisayarlarda hazırlandığına ilişkin hiç bir kanıt olmadığını ileri sürüyorlar. Birinci Ordu Komutanlığı Harekât Başkanlığında görevli iki sivil hanım (Melek Üçtepe, Sevilay Erkanı-Bulut) 11 sayılı CD’nin onların belgeliklerinden olmadığını ve çalıştıkları dönemde böyle harekât tasarısını duymadıklarını söylemişler. Yazarlar bu açıklamaların da eksik ve yanlış yansıdığı kanısındalar. Ayrıca, ikinci hanım görevli bir daha niye sorgulanmış, neden ikinci sorgusunda TÜBİTAK yazanağı gösterilmiş, CD’lerin asılları neden gösterilmemiş?
Kitabın yazarları şu soruları da soruyor ve kimi önemli bilgiler veriyorlar: Savcılar bir an önce bilirkişi olmak isteyen birini ilk TÜBİTAK yazanağı için nasıl atadı? Org. Doğan bu yazanak için suç duyurusunda bulundu ve yazarına ödence davası açtı. İki güvenlikçinin yorumu Balyoz iddianamesinin önemli bölümüne neden neredeyse olduğu gibi aktarıldı? Bu iddianamede düzmece olabilecek ‘belgelere’ neden bu nitelikleriyle gerekli göndermeler yapılmıyor? Savcıların “Sakal ve Çarşaf eylem tasarıları” diye öne sürdükleri ‘belgelerin’ tarihi 28 Şubat 2003 olduğuna (yani seminerden bir hafta öncesini gösterdiğine) göre, sözde gerçekleşmiş eylemin provasını daha sonra yapmak mantığa sığar mı? El-Kaide’nin üstlendiği sinagog bombalaması gene hangi mantıkla Org. Doğan’a yamanabilir? CD’lerin kimlerce ve ne zaman yapıldığını kesin olarak saptamak teknik yönden olanaksızsa, TÜBİTAK gibi bir kurum kendi bilirkişi değerlendirmelerinde bu gerçeğin altını neden gereği gibi çizmiyor? TÜBİTAK yazanağı Balyoz CD’lerinin düzmece olmadıklarını saptadığını söylemiyorsa da, ‘belgelerin’ gerçek olduklarını saptadığı biçiminde yorumlanıp açıklanması yanlış değil midir? Ortada gerçekliği su götürmeyen dijital, kuru, ıslak, elektronik ya da başka türlü bir parmak izi var mı? Askerî savcılığın böyle bir saptaması yok. Bu konuda uzmanlığı olmayan gazetecinin kişisel kararı yeterli olabilir mi? Birçok günlüğün “askerî savcılık bilirkişi kurulu belgelerin seminer değil darbe tasarısı olduğu sonucuna vardı” diye özetlenebilecek başlıkları atmaları iletişim mesleği kurallarına ya da kimi gazetelerin altında yazan “Doğru Gerçek Haber” tanıtımına uyar mı? Konunun böylesine çarpıtılması üzerine, askerî savcılık 26 Şubat 2010’daki açıklamasında şöyle demiyor mu? “...Seminer faaliyetlerinin darbe plânı teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir.” Gerçek şu ki, söz konusu seminer yapılagelişlere uygun olup üst basamaklar söylenenlerin tümünden zamanında haberli kılınmışlardır.
Kendine “demokrat” önadını yakıştıranların uymaları gereken hukuk ilkeleri var. Örneğin, sanıklar suçsuzluklarını kanıtlamak zorunda değiller; suçlayan suçun varlığını kanıtlamak zorundadır; hem de hiçbir kuşkuya meydan vermemek koşuluyla! İster istemez beliren kuşkuların örtbas edilmeleri yargıyı şaşırtır, kamuoyunu yanlış bilgilendirir. Böylesine girişimler hukuku ve iletişimin aktöre yasalarını çiğner. Düzmece kurgular ve çelişkiler örtbas edilmemeli, tam karşıtı açığa çıkarılmalı ve ayıklanmalıdır. Suçlanmaların nasıl yapıldığını eleştirenleri de iyi niyetle dinlemek, siyasal bir hedef uğruna seçici davranmamak ve gerçeğin yalın biçimde ortaya dökülmesine yardımcı olmak hukuk devletiyle demokratik düzenin gereğidir.
Böylesine ciddi sakatlıklar içeren bir incelemede birtakım kişilerin, hattâ bir kabine üyesinin Şili’deki 1971 darbesine gönderme yaparak kimilerinin stadyumlara sürükleneceğini ve “bizler de bir köşede” idam edilecektik gibilerden bir suçlama, hafif bir deyimle, önyargılıdır. İncil’de bile der ki: “Ne aldat, ne aldan.” Ne yazık ki, ozan Shelley’nin mısralara döktüğü gibi, insanoğlu beşikten mezara aldatıp aldanıyor. Uzunca yaşam deneyimi olanlar artık öğrenmişlerdir ki, yalan çok güçlüdür. Orta Çağlar’ın bir Almanı demiş ki: “Anlaşılan, aldatılmak hoşumuza gidiyor!” Sir Walter Scott’un şu uyarısı yerinde: “Birilerini yanıltmaya kalkınca, ne çözülmez bir çorap ördüğümüzün bilincinde miyiz?”
“Daha demokratik” olmanın görünürdeki sanısı kişiyi de, toplumu da hukuk yerine her türlü düzmeciliğin batağına hızla götürebilir. Kimilerinin özendiği Avrupa siyasal tarihinde bunun geçmiş dersleri var. Öyle ki, sonuçları günümüze değin ulaşıyor. Ülkemizde cumhuriyeti kuranlara attığımız olumlu adımlardan daha fazlasını vermekle borçluyuz. Bu yazının odaklandığı “Balyoz” başlıklı kitap da toplumbilimine yakışan belge incelemesiyle borcumuzu da biraz olsun ödemeğe çalışıyor. Yargı kurumumuzun, demokrasimizin ve ulusumuzun hakkı olan da budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder