Bir Türk dünyaya bedeldir. Öyle midir acaba? Belki de iç en boş slogan.Tam tersi doğru olabilir. Bin bir çeşit hezimet yaşamış bir halk öyle midir?
Yedi düvel bize düşmandı. Peki diğer milletlerin düşmanları savaş meydanına sırayla mı gelmişti? NAZI'ler ilerlerken Ruslar ne haldeydi? Japon işgali altında Çin halkı ne yapıyordu? Amerika, İngilizler, Almanlar 2nci Dünya Savaşında kaç cephede savaşmıştı. Bir mi?
Türk öğün, çalış, güven. Çalışmayan, güvenmeyen bir millet nasıl kendiyle övünecek hale gelecek? Ve siz düşmanlarımızın bizi yenmek için yaptıklarını gerçekten biliyor musunuz? 1nci ve 2nci Dünya Savaşlarında bizden başka milletlerin zafer kazanmak için yaptıklarını, neleri başardıklarını, ne kadar çalıştıklarını, ne kadar fedakarlık yaptığını gerçekten biliyor musunuz?
Bir halk kazandıkça, başardıkça, diğerlerinden daha üstün bir yaşam tarzı içinde yaşadığını gördükçe kendine güvenir, kişiliği gelişir, faziletleri artar, onurlu, gururlu olur.
Tek tek insanlar da böyledir. Yapabilen, başarabilen, güçlü insanlar onurlara düşkündür ve onlar onurlarını korumaya da muktedir olurlar.
Tam tersine milletler ezildikçe, yenildikçe, hezimetler, rezaletler içinde yuvarlandıkça daha iyi olmazlar, şeref, gurur, onur giderek anlamını yitirir.
Öldürmeyen acı beni güçlendirir. Friedrich Nietzsche
Her duyduğumda, her gördüğümde beni isyanlara sürükleyen bir laftır.
Hayır, bu sefer Nietzsche uydurmuş, işkembeden atmış, sallamış açıkçası.
Tam tersine bütün canlılar ve bütün varlıklar.
Stres karşısında yorulur, yıpranır, eskir, malzemesi yorulur, kırılganlaşır.
Takla atmış araba eskisinden sağlam olmaz.
Dayak yemiş kişi eskisinden daha faziletli olmaz.
Ağır psişik travma geçirmiş kişiler eskisinden daha sağlam, sağlıklı değildir.
Deprem geçirmiş bina eskisi kadar sağlam değildir.
İşte milletler de böyledir.
Dayak yedikçe dayak delisi olur, depresyona girer, psikopatlaşır, mental rahatsızlıkları alevlenir.
Gönendikçe daha onurlu, özgüvenli olur.
Türk milleti en az üç yüz yıl dayak yemiş bir milletdir.
Bu milletin rehabilite olması için tek yol ruhsal bir istirahat yaşaması, başarılar, zaferler, zenginlikler, güzellikler için de bir zaman yaşaması ve zaman içinde yaralarının iyileşmesidir.
AtaTürk bu millete bu fırsatı yaratmış ve sunmuş bir liderdir.
Onun ölümünden sonra elimize düşmüş olan bu fırsatı iyi şekilde değerlendirdiğimizi söyleyemeyiz.
Savaşlar, darbeler, iç savaşlar, işgaller, açlıklar, sefalat bu milleti daha onurlu, daha şerefli, daha özgüvenli yapmayacaktır.
Tam tersine daha onursuz, şerefsiz, öz güven yoksunu yapacaktır.
Açlık kapıya dayandığında namusu korumak çok güçtür.
Toplama kamplarında faziletlerinizi korumanız da öyle.
Mülteciyseniz şerefinize eskisi kadar düşkün olamazsınız.
Zindanlarda işkence görürken vatansever olmak kolay değildir.
Ve şimdi ülkemizde çılgın bir ortam var.
Halkı bir birine düşman edecek laflar söyleyen fikir adamları, devlet adamları var.
Cepheleşmeler var.
Savaş, iç savaş talepleri var.
Etnik arındırma lafları var.
Halkın bir bölümü bunlara kulak vermiştir.
Silahlananlar, dağa çıkmış, gerilla olmuşlar vardır.
Savaş arayan savaş bulur.
Kan kokusu isteyen kan akıtır.
Saygılar.
Oraj POYRAZ
L2fSIJNoA0xfSNxA
"Ya bizi besleyin ya da oğullarımızı geri verin!"
31 Temmuz 1918 tarihli bir İngiliz istihbarat raporuna göre, İstanbul'da bir grup kadın Harbiye Nezareti'nin önünde toplanmış ve savaştan dolayı kötüleşen hayat şartlarını protesto etmişti. Kadınlar, nezaret binasını taşlamış, pencere camlarını kırmış ve "ya bizi besleyin ya da kocalarımızı ve oğullarımızı geri verin" diye bağırmışlardı.
Mart 1916'da Aydın'da asker ailelerinden oluşan bir grup, aylarca ödenek alamamalarından dolayı bir fırına saldırmış ve ödeneklerden sorunlu devlet memurunu darp etmişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşa ve onun sonuçlarına karşı bu tarz eylemler ne kadar yaygındı bilemiyoruz. Bu topraklarda modern savaş aygıtına ve Karl Liebknecht'in "halkın kendi kendisine karşı silahlandırılması" dediği militarizme karşı direnişin tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor.
Firariler ve direniş
Kesin olan şu: Osmanlı topraklarında Birinci Dünya Savaşı, her 18 Mart'ta sağın da (maalesef) solun bir bölümünün de farklı üsluplarla da olsa iştahla tedavüle soktuğu kahramanlık edebiyatına karşın öyle çok popüler değildi.
Savaşın tamamı boyunca Osmanlı ordusunda firar sayısının 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu, aynı savaşa katılan başka ordularla kıyas edildiğinde muazzam bir rakamdır. Örneğin savaş boyunca 13,5 milyon kişiyi askere alan Alman ordusunda firari sayısı yaklaşık 150.000 idi. Bu sayı, seferber edilen toplam insan sayısının ancak yüzde 1'i civarına denk düşüyordu. Bu oran, İngiltere'de ise yüzde 1'den biraz fazlaydı. Oysa Osmanlı ordusunun savaş boyunca yaklaşık 2.850.000 kişiyi seferber ettiği düşünüldüğünde, firari oranı yaklaşık yüzde 17 gibi devasa bir sayıya tekabül ediyordu.
Savaşın sonlarına doğru, Liman von Sanders, "bugün Türk firarilerinin sayısı silahaltında olan asker sayısından daha yüksek" diyebiliyordu. Yani 1918 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu, "sıradan" askerlerin askeri otoritelere karşı bir direnme biçimi olan firar eylemleri nedeniyle ciddi bir krizle karşı karşıyaydı. Yani Osmanlı'nın savaşı kaybetmesinin nedeni, "Almanlar kaybedince bizim de yenik sayılmamız" değildi.
Anlatılan onca menkıbeye rağmen Osmanlı ordusundaki kaçak sayısının büyüklüğünün ortaya koyduğu tek gerçek var: Osmanlı topraklarında halkın büyük çoğunluğu, düzenli orduya ve savaşa karşıydı. Köylülerin birçoğu kendilerini askerden kaçan köylü çocuklarına devlete ya da orduya olduğundan daha yakın hissediyordu.
Tarihçi Erik Jan Zürcher, Osmanlı firarilerinin "köylerine döndüklerinde misafir gibi kalabildiğini" ve "halkın onlara genellikle sempati beslediğini" öne sürmüştür. Zürcher ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bu durumun, yani firarilere dönük desteğin, "Birinci Dünya savaşı esnasında Avrupa ülkelerindeki firar sorunsalıyla kıyaslandığında belki de en önemli farklılık" olduğunu iddia etmiştir.
Emperyalizme karşı vatan müdafaası
Sağın farklı versiyonlarının kendi tarihsel anlatılarını vatan-millet edebiyatıyla süslenmiş savaşta, üstelik Birinci Dünya Savaşı gibi gerçek bir katliamda aramasında elbet bir beis yok muhtemelen. Ancak solun devlet gibi bakması, devlet gibi düşünmesi, tarihe cepheye sürülen köylü ve emekçilerin değil de muktedirlerin gözlükleriyle bakması anlaşılır şey değil.
Çanakkale Savaşı'ndan kutlanıp anılacak bir antiemperyalist vatan savunması icat edenlere cevabı Lenin'e bırakmakta fayda var: "Kısacası, emperyalist Büyük Devletler (yani bütün öteki devletleri ezen ve onları mali-sermayenin ağına düşüren vb. devletler) arasında ya da Büyük Devletlerle ittifak halinde verilen savaş, emperyalist savaştır. 1914-1916 savaşı böyledir. Bu savaşta 'anayurdun savunulması' bir aldatmacadır; savaşı haklı gösterme çabasıdır." Dönüp, "Büyük Devletlerle ittifak halinde" kısmını yeniden okumalı ve bu artık (hele hele soykırımın 100. yılında) kabak tadı vermiş konuyu burada hemen kapatmalı.
Solun tarihsel referansları, Çanakkale ya da Sarıkamış gibi ezilenlerin "vatan" için birbirine kırdırıldığı kasaplıklarda değil, büyük harfle "Tarihin" sessizleştirmiş olduğu hikâyelerde aranmalı. Bizleri birleştiren tarihsel anlatıları Kürt, Arap, Türk, Ermeni asker kaçaklarında, nezaretin camlarını indiren kadınlarda, savaşın şu ya da bu biçimde parçası olmak istemeyen yüz binlerce insanın küçük öykülerinde aramalı.
Tarihte kimin safındayız?
Bir disiplin vasıtası olarak dayak, Osmanlı ordusunun günlük işleyişinin ayrılmaz bir parçasıydı. Savaş sırasında ihtiyat zabiti olarak görev yapmış Faik Tonguç hatıratında cepheye gitmeden önce dayağı insanlık dışı bir eylem olarak gördüğünü, ancak savaş sırasında disiplini sağlamak adına "insafsızca dayak atmasını" öğrendiğini itiraf ediyordu.
"Talim ve terbiyeden yoksun köylü çocuklarının kontrolü başka şekilde sağlanamıyordu. Nöbet yerinde uyumanın dünya ve ahirette kötülük getireceği hakkında uzun boylu söz söylemektense, gece nöbet hattını dolaşırken uyuduğu görülen nefere, sabahleyin bölükte 20 sopa vursam daha çok faydası oluyordu."
Tarihte o sopayı çeken zabitin mi o sopayı yiyen köylünün mü safında olduğumuza karar verelim önce. Çanakkale'yi öyle tartışırız…
Not: Mehmet Beşikçi'nin yakın zamanda yayımlanan Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Seferberliği (İş Bankası Kültür yayınları, 2015) adlı çalışması, savaş sırasındaki özellikle firarilik gibi direniş biçimlerine dair (bu kısa yazıda da "tepe tepe" kullanılan) çok önemli bir kaynak.
a45UyF587661-150321114356 Oraj Poyraz cimcime@neomailbox.net
2015/03/21 16:42 6 64 1 undefined kemalistiz@googlegroups.com
Yeteri kadar nedeniniz varsa, herseyi yapabilirsini.
Jim rohn
Musa olum meleginden cok korkuyordu.
Bir gun olum melegi canini almaya gelince melegin yuzune tokat atip bir gozunu cikardi.
Allah in elcileri arasinda ayirim yapmayiniz.
Ben, Yunus peygamberden bile ustun degilim.
Buhari 65/4, 5; Hanbel 1/205, 242, 440; 2/405, 468).
Benim goruslerim Spinoza ninkine yakindir: Duzenin, bizim sadece belli bir olcude ve yetersiz bir sekilde kavrayabileyecegimiz mantiksal yalinligina duyulan inanc ve bunun guzelligine duyulan hayranlik.
My views are near those of Spinoza: admiration for the beauty of and belief in the logical simplicity of the order which we can grasp humbly and only imperfectly.
Kaynak: Albert Einstein, 1947; from Banesh Hoffmann, Albert Einstein Creator and Rebel, New York: New American Library, 1972, p.95.
(Bu goruslerinden dolayi Einstein in Panteist oldugu sonucu cikarilabilirse de, bir sonraki gorusunde de agnostiklige yakin oldugunu belirttigini gorecegiz)
Grup eposta komutlari ve adresleri | : | |
Gruba mesaj gondermek icin | : | ozgur_gundem@yahoogroups.com |
Gruba uye olmak icin | : | ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com |
Gruptan ayrilmak icin | : | ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com |
Grup kurucusuna yazmak icin | : | ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com |
Grup Sayfamiz | : | http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/ |
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz | : | http://orajpoyraz.blogspot.com/ |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder