Ahmet avcı - SALTANATIN KALDIRILMASI - 1 KASIM 1922
90 yıl önce Bugün Saltanat Kaldırılmış ve egemenlik millete verilmişti…
MİLLETİMİZ, egemenliğinin değerini anladık mı bilmiyorum ama, saltanatın kaldırılış öyküsünü anımsatmak istedim…
Milli Mücadele’nin başlatılması ve Osmanlı Meclisi’nin dağıtılmasından sonra; 23 Nisan 1920’de, Millet egemenliği esasına göre oluşturulan, TBMM ile yeni bir Türk devleti kurulmuştu.
Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığını esas alan bu yeni devlet, vatanı kurtarmıştı.
Osmanlı Padişahı ve Hükümeti ise; Milli mücadeleyi engellemek için her çareye başvurmuş, TBMM ve Hükümetini, yani MİLLİ EGEMENLİĞİ kabul etmemişti. Milli kuvvetlere karşı düşmanla işbirliği yapmış ve halk arasında kışkırtmalarla ayaklanmalar çıkartmış, hatta isyan orduları kurmuştur. Ayrıca saltanat; Türk Milletinin idam kararı sayılacak SEVR ANLAŞMASINI da imzalamıştır.
Mustafa Kemal, Zaferden sonra, daha İzmir’de iken; İstanbul Hükümeti ve Saltanat sorunlarının nasıl çözümlenmesi gerektiği konularında görüşmelere başlamıştı.
Meclisteki muhalif kanat; saltanatın kaldırılacağını sezerek, geleceğin devlet düzeni ve şekli konusunda kaygı duyuyorlardı.
“Teşkilatı Esasiye Kanunu”nda; Egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu ve idare biçiminin ise, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına, yasama ve yürütme yetkilerinin, Ulusun tek temsilcisi olan, TBMM’ne ait olduğu belirtilmiş olmasına rağmen, Meclisteki muhalif-tutucu kanat; Hilafet-Saltanatı korumak için çalışmaya başladılar.
Amasya genelgesini Mustafa Kemal’le birlikte imzalayan üç arkadaşı, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar; Mustafa Kemal’le özel bir görüşme yaparak; endişe, kaygı ve muhalefetlerini belirttiler. Mustafa Kemal de arkadaşlarının endişelerini giderdi ve yatışmalarını sağladı.
Bu arada; Refet paşa, J.Genel komutanı olarak; Ankara Hükümeti adına Trakya’yı teslim almak üzere görevlendirildi.
Refet Paşa 100 Türk Jandarması ile Sirkecide halkın coşkun gösterileri ile karaya çıktı. Türk Askerinin “Mustafa Kemal Paşa Serdarımız” marşı ile ilerlemesi, Halkın dört yıl sonra sevinç gözyaşları ile mutlu bir gün yaşamasını sağladı.
Milliyetçiler artık İstanbul’da da egemen duruma gelmekteydiler.
Refet Paşa İstanbul’da; İstanbul Hükümetini tanımadığını belirtti. Refet Paşa ile görüşen Vahdettin ise İstanbul Hükümetinin varlığında ısrar ediyordu.
Refet Paşa; ısrarla İstanbul hükümetinin istifasını istedi. Ancak, Padişah; kendisini hala meşru HÜKÜMDAR olarak görmekte idi.
Bu arada Sadrazam Tevfik Paşa; zaferin nimetlerine ortak çıkmak ve Osmanlı iktidarının meşruluğunu kabul ettirmek amacı ile 17 Ekimde Bursa’da bulunan Mustafa Kemal’e haber göndererek, zaferin kazanılması ile “İstanbul-Ankara ikiliğinin sona erdiğini, BARIŞ KONFERANSINA hazırlık ve işbirliği sağlamak için, güvenilir bir temsilcinin, İstanbul’a gönderilmesini istedi. Mustafa Kemal bu isteğe çok sert yanıt verdi:
“Türk Ulusu adına tek söz sahibi makamın TBMM olduğunu, barış konferansında da Türkiye’yi gene TBMM'nin temsil edeceğini” belirtip, bu gerçek karşısında; ”devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk doğuracağını” hatırlattı.
Tam bu kritik durumda İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de Ankara ve İstanbul hükümetlerini; Kasım ayında Lozan’da yapılacak toplantı için davet ettiler.
Sadrazam Tevfik Paşa bu kez doğrudan; 29 Ekim’de TBMM’ne telgrafla başvurarak, TBMM sözünü dahi kullanmadan, ”İstanbul Hükümetinin işbirliğine hazır olduğunu” bildiriyordu.
Bu istek Mecliste çok sert tepkilere yol açtı. Bu davranışı; ülkeyi ikiye bölmek isteyen Padişahın yeni bir politikası olarak, nitelediler. İstanbul yönetiminin ihanetleri uzun uzun açıklandı. İsmet paşa bunun Mudanya Konferansına da aykırı olacağını belirtti.
Oysa Mecliste genel eğilim, Saltanat ve Hilafet’e bağlılık doğrultusunda idi.
Keçiören görüşmesinde yapılan nabız yoklamasında, Rauf Bey; ”Saltanat ve Hilafet’e vicdanen ve duygusal olarak bağlı olduğunu ailesinin Padişahın nimetleri ve ekmeği ile yetiştiğini, saltanat ve hilafetin kaldırılmasının İslam Âleminde çok kötü etki yapacağını” söylemişti. Refet Bey de buna katılmış, Ali Fuat Paşa ise görüş belirtmemişti.
Ankara’da hiç de Devrimci Rüzgârlar esmezken, havayı değiştiren Tevfik Paşanın telyazısı oldu.
Lozan’daki temsil işi, bir anda, İktidar sorunu, Anayasal sorun haline geldi.
Kurtuluşun Başkentinde; Zaferi ve İktidarı kaptırmamak duygusu yükseliverdi. Bunun formülü, Saltanat ile Hilafetin biri birinden ayrılması, ikincinin korunması biçiminde idi. Böylece Lozan’a hangi devletin gideceği de belli olacaktı.
İŞTE SALTANATIN KALDIRILMASI OLAYININ GÖRÜNÜRDEKİ NEDENİ BUDUR, YANİ BİR TEMSİL KRİZİ OLAYIDIR.
Kuşkusuz bu çifte davet; Mustafa Kemal Paşa’ya, ”Şahsi Saltanatın kaldırılması” için fırsat verdi. Zaten Hilafet ve Saltanat sorunu savaş sonrasına bırakılmıştı.
Savaş bitince; ”Ulusal egemenlik yanlıları ile Hilafetçiler arasında” bir hesaplaşma olacaktı. Artık, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar da; Saltanatın son ermesini istiyorlardı. Ancak; Meclis Saltanatın kaldırılmasını isterken”, Hilafetin kalması eğilimini” koruyordu.
Öncelikle bilmeliyiz ki; Birinci Dünya savaşı, bazı otoriter Monarşilerin, Hanedanların sonu olmuştur. Çarlık Rusya’da Romanoflar (1917), Avusturya –Macaristan ve Hasburglar (1918), Almanya ve Hohenzolernler (1918-1919), Weimar Cumhuriyeti. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ile Avrasya’daki diğer Monarşiler de çöküş halinde idiler.
İçte de Yani Osmanlı’da da; Monarşinin altı epeydir oyulmuştur.
Padişahların tahttan indirilmesi (1909), silikleşmesi (1909-1914).
Padişahsız yönetim alışkanlığının doğması (1914-1918).
Düşmanla işbirliği (1918-1922).
Kurtuluşun Monarşi sayesinde değil, ona rağmen gerçekleşmesi (v.b.) herhalde, bir kurum bu kadar kısa sürede bundan daha fazla aşınamazdı.
Ayrıca bu süreçte (dönemde) yükselen yeni ilke, kurum ve kurallar da vardı: YEREL KONGRELER, MİLLET EGEMENLİĞİ, TBMM, TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU gibi.
Aslında Türkiye halkı Padişahsız yaşamaya alışmıştı. Ve İstanbul’un etkisi; İzmit ve Çatalca’nın ötesine de geçemiyordu. Kurtuluşunu da, ” İstanbul Monarşisi sayesinde değil” ona rağmen gerçekleştirmişti.
Saltanatın kaldırılması olayının görünürdeki nedenine değil de asıl nedenine eğildiğimizde karşımıza şu manzara çıkmakta;
ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞININ MİLLİ VE DEMOKRATİK NİTELİĞİ, SALTANAT ANLAYIŞI VE KURUMU İLE ÇELİŞKİ HALİNDEDİR.
Kurtuluşun; Halkçı, Ulusal ve Demokratik biçimler almış olması şimdi KURULUŞUN da böyle olmasını zorunlu değilse bile mümkün kılmaktadır.
Savaş Demokrasisinin, yani Antiemperyalist savaşın demokratik usullerle yürütülmüş olmasının meyveleri toplanmaya başlanmıştır.
Saltanat Kanunla değil, Meclis kararı ile kaldırılmıştır. (Aslında Meclis kararı, Meclisin iç işlerine ilişkin işlemlerde kullanıldığı halde, Meclis Saltanatı da kararla kaldırmıştır.)
Mustafa Kemal, bu kararı da ikna yöntemi ile TBMM’ne aldırmıştır. Önce, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir Paşa’yı ikna etti. Onlara Mecliste etkili konuşmalar yaptırdı.
30 Ekim 1922 günü, TBMM’nde, Dr. Rıza Nur Bey; İtilaf Devletlerinin, Türkiye’de iki hükümetin var olduğu kanısında olduğunu ve buna son verilmesi gerektiğini söyleyerek; 80 arkadaşı ile birlikte hazırladığı “ÖNERGEYİ” Meclise verdi.
Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırarak, Saltanatın kaldırılmasını içeren ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu, Teşkilatı Esasiye kanununa göre; EGEMENLİĞİN Ulusa ait olduğunu belirten bu önerge ile Mecliste tarihi bir sorun gündeme geldi.
TBMM, 30 Ekim 1922 günü verdiği 307 sayılı kararla “Osmanlı İmparatorluğunun yaşamının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahın tarihe karıştığını” belirtti.
Ancak bu karardan sonra, Meclisteki bazı tutucu milletvekilleri hoşnutsuzluk içine girdiler. Saltanat kaldırıldıktan sonra halifenin güçsüzleşeceği, ya da kolaylıkla kaldırılacağı kuşkusunu taşıyorlardı.
Bunun üzerine durumu daha kesin biçimde çözümleyecek, yeni bir karar tasarısı hazırlandı.
Tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza girdiğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu: ”Egemenlik ve Saltanat hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ile tartışma ile verilmez. Egemenlik ve Saltanat, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Bu durumu 600 yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu, bu saldırganlara hadlerini bildirerek ve ayaklanarak; egemenlik ve saltanatlarını kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, Ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Konu zaten olup-birmiş bir gerçeğin ifadesinden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek usulüne uygun biçimde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ”Affedersiniz efendim, biz meseleyi başka görüş açısından inceliyorduk, açıklamalarınızdan aydınlandık. Mesele, ortak komisyonda çözümlenmiştir. ”dedi.
Mustafa Kemal’in bu çıkışı dikkate değer. Sabırla ve adım adım amacına yaklaşırken, önüne çıkan son zorluk karşısında hemen liderliğini göstermekte, karşısında bulunanlar da onun otoritesine baş eğmektedirler.
Böylece; 1/2 Kasım gecesi verilen 308 sayılı kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren Saltanatın, “EBEDİYEN” kakmış olduğu belirtildi.
Yalnız Halifelik sorunu henüz çözümlenmemişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi için saklı tutuluyordu. Bu aile içinden kimin Halife olacağını TBMM kararlaştıracaktı. Halife seçileceklerin; ”Bilimsel ve ahlaki açıdan” düzgün ve iyi karakterli olması gerekti.
Türkiye Devleti, Halifelik Makamının da dayanağı idi.
Saltanatın, 16 Mart 1920 tarihinden itibaren yok sayılması yerine, bunu 23 Nisan 1920’ye götürmek daha yerinde olurdu.( Ahmet MUMCU). Çünkü ulusal egemenlik ilkesinin uygulanmaya başlamasından itibaren, kişisel egemenlik sona ermişti.
Verilen kararla Saltanatın 16 Mart 1920’de kalkmış sayılması, TBMM ile kurulan düzenin asla geçici olmadığı herkese anlatılmış oluyordu.
Böylece Devrimin ilk büyük adımı atılmış oluyordu.
Saltanat kaldırılmış fakat Hilafet sorunu çözülememiştir. Karara göre;” Türkiye Devleti, Hilafet makamının dayanağıdır. ”Halifeliğe; Meclisçe Osmanlı soyundan bir kişi seçilecektir
Böylece yüzlerce yıl Türkleri yöneten bir ailenin artık salt sözde kalmış yetkileri de yok oldu. İstanbul’daki Padişah yalnız halife sıfatını taşıyacaktı.
Sonuçları:
Padişahlık kaldırılınca, Hükümetinin de varlık nedeni kalmadı.
TBMM Kararına ve İstanbul’daki bazı Nazırların istifalarına rağmen, Tevfik Paşa hala görevinin başında idi. Refet Paşa’nın tehdidi üzerine 4 Kasımda istifa etti.
İstanbul’daki, Mülki, adli ve yerel yöneticiler, Ankara’ya bağlılıklarını bildirdiler. İngilizler; ”İstanbul’un yönetiminin Türkiye’nin bir iç sorunu olduğunu belirttiler.”
İstanbul’un yönetimi TBMM’ne bağlandı. Bunu bir süre Refet Paşa üstlendi.
Bu arada; Lozan’da tek kanaldan temsil sağlandı. Vahdettin “DEVRİK Hükümdar “ durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu. Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi. Saray çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı. Padişah artık yalnızdı. İngiliz Generali Harrington’a Bir adamını gönderip; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.
Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi. Kabul edilince de, TBMM daha yeni halifeyi seçmeden, 17 Kasım gecesi, Vahdettin İngiliz gemisine sığınarak, Yurt dışına kaçtı.
İngiltere’ye sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır. Kaçarken “Halifelik” sanını da beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.
Ancak, sorun; ”Hilafet Makamı”nın boşaldığına kim karar verecekti?
Ulema, Şeriye Vekilinin vereceği ”Fetva” nın yeterli olacağı görüşünde idi. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Fetvanın mutlaka TBMM’nin onayından geçmesini savundu. Şöyle diyordu:“Bu memleketi yıkmak için de Fetvalar verilmiştir. Fetva mutlaka Meclisin onayına sunulmalıdır.”
Biçimsel hukuk sorunu gibi görünen bu kapışma, aslında büyük bir “İdeolojik-politik anlam yüklüdür. Kurtuluş savaşının Anayasal ilkesi; Millet Egemenliği ve bunun yalnızca TBMM tarafından kullanılmasıydı. Önderlik bu konuda son derece duyarlı idi. Burada bir kez daha; KURTULUŞUN, KURULUŞ üzerindeki etkisini görüyoruz.
Millet egemenliğine ve Ulusal- Laik meşruluk anlayışına dayalı kurtuluş ideolojisini ve kurumlarını, dinsel kaynaklı otoriteye kaptırmamak titizliği. Sonuçta ağır basan bu oldu.
TBMM 18 Kasımda verdiği 313 sayılı kararla Vahdettin’in Halife olmadığını belirtti. 20 Kasım tarihli 314 sayılı kararla da Osmanlı ailesinden Abdülmecit’i Halife seçti.
Saltanatın kaldırılmasına ve yeni Halifenin seçilmesine halktan hiçbir tepki gelmedi. Bugüne kadar hiçbir Saltanatçı aranış görülmedi. Başka bazı ülkelerdeki, Cumhuriyet-Monarşi-İmparatorluk gelgitleri, göz önüne alınınsa (Fransa, İspanya, Balkanlar hatta İngiltere v.b) bunun önemi daha iyi kavranabilir.
Saltanatın kaldırılması; köklü dönüşümlerin önünü açmıştır. Gelenekçiliğin siyasal karargâhı olan Saltanat Kurumu kaldırılmadan, ”Devrimci Sürece” girilemezdi. Kemalistler, bu yolda ilerlemeye kesin kararlıydılar.
Milli Mücadelenin; bir DEVRİM’E dönüşmesinde en büyük engel, TBMM’nin dışında, gücünü dinden, dinsel, geleneksel inançlardan alan bir padişahlık kurumunun İstanbul’da varlığını sürdürmesidir. Saltanatın kaldırılması, Padişahlığın tarihe gömülmesi, Milli hareketle başlayan devrimin önündeki en büyük aşamasıdır.
Bu engelin aşılması; Türk devriminin ilk adımıdır. Bu adım siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda atılacak adımların, girişilecek atılımların; geçmişin inanışları, düşünüşleri içinde değil, yeni dönemin; ÇAĞDAŞ, MİLLİYETÇİ anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük müjdesidir.
Saltanatın kaldırılması ile atılan bir büyük adımın güçlendirilmesi; geriye dönülmez bir karar olarak tüm ülkede ve dünyada kanıtlanması için iki önemli karan da alınması gereklidir: CUMHURİYET İLAN EDİLMELİ VE SALTANAT GİBİ HİLAFET DE KALDIRILMALIDIR. Onları da diğer devrimci atılımlar izlemelidir.
* Vahdettin, önce Malta’ya götürüldü. Oradan SAN-REMO’ YA geçti. Bir süre sonra Beyrut'a gitti. 26 Mayıs 1926’da SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile cenazesine haciz konuldu. Mezarı Suriye’de ŞAM’DA dır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder