Kenan Evren'in cenazesine çelenk gönderen Celâl Şengör Odatv'ye konuştu:
12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren'in cenaze törenine gönderdiği "Sana müteşekkiriz. Nur içinde yat komutanım" yazılı çelenk ile tartışmaların gündemine oturan Prof. Dr. Celal Şengör Odatv'ye konuştu.
"12 Eylül olmasaydı Türkiye çok kanlı bir iç harbe doğru gidiyordu" diyen Şengör, Kenan Evren'in öldüğünü Strasbourg'da bir sempozyuma katılmak üzere yoldayken öğrendiğini, havaalanında öğrenseydi geri döner cenazeye katılacağını söyledi.
12 Eylül'de işkenceleri sivillerin yaptığını belirten Şengör "Sonra deniyor ki, 'Askerler onu astı, bunu astı.' Askerler asmadı, hakimler astı. Çünkü bizim o zamanki kanunlarımızda asmak meşru, hukukî bir cezaydı." dedi.
TÜRKİYE'NİN ORTALAMA IQ'SU 89
Bir süre önce piyasaya çıkan "Aptalı Tanımak" kitabından da söz eden Şengör, "Kendini entelektüel zanneden bir sürü adam var ortada, ama değiller. Soru sormuyorlar, öğrenmek istemiyorlar, öğrendiklerini değerlendiremiyorlar, işte buradan aptallığa geliyoruz… Aptalı Tanımak isimli son kitabımı yazma sebebim de budur. Çünkü ülkemizde böyle bir sorun var, bir aptallık sorunu var." dedi.
Türk ırkının bir zeka problemi olup olmadığı şeklindeki soruya ise "Hem evet hem hayır. Bizim toplum olarak bir problemimiz var. Siz bir toplumu bin sene cahil bırakırsanız, bin sene kendi problemini çözemez halde bırakırsanız, bin sene başkasının eline bakmasını isterseniz bu toplum aptallaşır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortalama IQ'su 89. Türk demiyorum, zira mesela Orta Asya Türkleri'nin IQ ortalaması 107. Bizden çok daha zekiler. Bunu şuradan da çıkartabiliriz. Orta Asya Türk'ü ne zaman Anadolu'ya gelse Anadolu Türkü'nü paçavra edip gitmiştir. 1243 Kösedağ (Orta Asya ordusu komutanı General Baycu) veya 1402 Ankara (Orta Asya ordusu komutanı Emir Timur) Meydan Savaşları mesela." diye yanıt verdi.
İşte Celal Şengör'ün Odatv'nin sorularına verdiği cevaplar:
12 EYLÜL OLMASAYDI TÜRKIYE ÇOK KANLI BIR IÇ HARBE DOĞRU GIDIYORDU
Kenan Evren'in cenazesine gönderdiğiniz çelenk konuşuldu, tartışıldı. Türkiye'deki darbeler, bilhassa da 12 Eylül söz konusu olduğunda Türk entelektüelinin bir kısmının bu husustaki tavrını ikiyüzlülük olarak addetmek mübalağa olmayacaktır sanırım.
Kenan Evren Paşa'nın öldüğünü Strasbourg'da bir sempozyuma katılmak üzere yoldayken öğrendim. Havaalanında öğrenseydim gitmezdim, geri döner cenazeye giderdim…
12 Eylül'ü değerlendirebilmek için evvela 12 Eylül'ü yaşamış olmak lazım, çünkü 12 Eylül'ün tarihi henüz yazılmadı. Yazılması da çok zor, çünkü aktörlerden sadece bir tanesi hayatta kaldı, o da konuşmak istemiyor. Her ne kadar özel konuşmalarımızda o dönemi dışarıdan takip eden bizlerin gördükleriyle paralel şeyler anlatsa da, konuşmayı, darbeyi birlikte yaptıkları ekip artık hayatta olmadığı için reddediyor.
12 Eylül olmasaydı Türkiye çok kanlı bir iç harbe doğru gidiyordu, ekonomisi tamamen çökmüştü, halk ne yapacağını bilmez haldeydi, bilhassa büyük şehirlerde halk korku içinde yaşıyordu. Bir ülkeyi böyle bir durumdan çıkartmak normal bir demokraside seçilmiş politikacıların görevidir, fakat ülkeyi bu hale getirenler bizzat seçilmiş politikacılardı ve nedense kulakları çeşitli ikazlara hep kapalıydı. Nihayetinde, bildiğiniz gibi, 12 Eylül'den çok önce Silahlı Kuvvetler bir ikaz mektubu yazdı. Mealen, "Kendinize gelin, memleket kötüye gidiyor, memlekete sahip çıkın!" dediler, yine dinletemediler. Hatta bir cenaze merasiminde Demirel ile Ecevit bir araya geldikleri halde birbirleriyle konuşmayı reddettiler, hatta sırt sırta resimleri çekildi. Bu şu manaya gelir: Demokrasi çalışmıyor, hatta çökmüş durumda… Hepimizin bildiği gibi, çalışmayan bir demokrasi ile bir ülke idare edilemez. Ama birinin de ülkeyi idare etmesi, bu bataktan çıkartması gerekiyor. Türkiye'de de gelenek o zamana kadar halkın ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin idareye el koymasıydı. Şöyle bir yalan sık sık söyleniyor, "Efendim, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanları ülkeyi önce bu hale getirdiler, sonra da el koydular." Bundan daha sefil, aptalca bir tespit işitmedim. Adamlar 2-3 sene sonra terk ettiler yönetimi, buna ne diyeceksiniz? Eğer niyetleri iktidara gelip ilelebet orada kalmak olsaydı bunu yaparlardı, hiç kimsenin de mani olması mümkün değildi. Ama yapmadılar. Ben gerek Kenan Evren Generalimin kızları Miray ve Şenay Hanımlardan, gerekse de Şahinkaya Generalimin eşi Sema Hanımdan biliyorum ki komutanlarımız emekliliklerine hazırlanıyorlardı ve yılların yorgunluğunu rahat bir emeklilikle çıkarmayı ümid ediyorlardı. Ülkenin feci durumu onları bu en doğal haklarını ellerinin tersiyle itmeye, kelleyi koltuğa alarak vatanlarını ve milletlerini kurtarmaya sevketti.
ANAYASA OYLAMASINDA BASKI YOKTU
Sonra, Anayasa'nın yüzde 92 nispette oyla kabulünün bir baskı ortamının neticesi olduğu söyleniyor. Bu da yalan… Öyle bir şey olmadı, ben oy verdim ve hiçbir baskı yoktu. Bütün diğer seçimlerimiz nasıl oluyorsa öyleydi, hatta daha iyiydi, çünkü halk coşkuyla gitti sandığa. Ve Kenan Paşa, "Bu anayasayı oylarken beni de oylayın. Beni Cumhurbaşkanı olarak görmek istiyor musunuz?" dedi. Hiçbir politikacıya nasip olmamış bir oy aldı ve bunun halkın gönlünden koptuğunu hepimiz biliyoruz. Aksi yöndeki bütün ifadeler yalandır.
ASKERLER DEĞİL, SİVİLLER O İŞKENCELERİ YAPTI
Fakat tüm bunların yanında sosyal hafızada yer etmiş, o döneme ait korkunç olaylar da var. Söylediklerinizden şu manaya çıkartabilir miyiz? Bu işi askere bırakmamak lazım, bırakırsan asker de oyunu bildiği gibi oynar.
Evet. Ama asker de her şeyi, pek çoğunun zannetiğinin aksine, bildiği tarzda yapamadı pek. Sebebini de söyleyeyim: Asker yönetimi ele geçirdiği zaman ne yazık ki sivil yöneticilere güvendi; mesela valilere güvendi, mesela emniyet müdürlerine güvendi. O bizim duyduğumuz işkencelerin, insan toplamaların vs. birçoğu valilerin emriyle, polisin marifetiyle yapıldı. Ben bunu bana yalan söylemek için hiçbir nedenleri olmayan komutanlarımdan bizzat dinledim. Sonra deniyor ki, "Askerler onu astı, bunu astı."Askerler asmadı, hakimler astı. Çünkü bizim o zamanki kanunlarımızda asmak meşru, hukukî bir cezaydı.
HER GÜN 20 İNSAN ÖLÜYORDU
Kenan Evren'in meşhur asmayalım da, besleyelim mi sözüne ne diyeceksiniz?
Kenan Evren bu sözü söylediğinde devlet başkanıydı. Henüz cumhurbaşkanı değildi. Bir darbe yönetiminin başkanıydı. "Asmayalım mı, besleyelim mi?" dediği zaman milletten canhıraş bir protesto feryadı yükselmedi, "Yaşa Paşam" dendi. Çünkü milletin canına tak demişti. İstanbul'da günde ortalama 20 insan öldürülüyordu. Hergün öldürülen bu insan sayısını toplayıp bir kenara koyalım, sonra da 12 Eylül'de asılan 50 kişiyi konuşalım.
1402 KIŞININ ATILMASI ASKERLERIN SUÇU DEĞILDIR
Peki, 12 Eylül'ün Türk siyasetine, siyasî kültürüne bir hasar verdiğini düşünmüyor musunuz?
Hayır. Ama 12 Eylül'den sonraki siyasetçilerin, mesela Özal'ın büyük zarar verdiğini düşünüyorum. Özal, Türk ekonomisi adına çok ciddi ve faydalı işler yapmıştır ama Türk siyasi kültüründe telafisi güç yaralar da açmıştır."Anayasayı bir kere delmekle ne olur?" lafı Özal'a aittir. Sonra yobazlığın palazlanmasında Özal'ın rolü çok büyüktür. Kenan Evren'in ve arkadaşlarının suçları değildir bunlar. Üniversitelerimizin iflas etmesi, üniversitelerimizden 1402 kişinin atılması askerlerin suçu değildir, Doğramacı'nın suçudur. Peki bunu nereden biliyoruz? İstanbul Teknik Üniversitesi'nin o zamanki Rektörü Kemal Kafalı kendisine YÖK'ten veya Doğramacı'dan üniversiteden atılacak kişilere dair bir liste geldiğinde o listeyi alıp Kenan Evren'e gitmiştir. "Paşam, size iki mektupla geldim, bunlardan bir tanesi aklın yolu, diğeri de benim istifam. Aklın yolu bu arkadaşlarımıza dokunulmamasıdır. Yok siz ısrarcıysanız bunların atılmasında, önce beni atarsınız." Bunu, o zaman Teknik Üniversite'de yaşamış herkese teyit ettirebilirsiniz. Kenan Evren de Kafalı hocaya "Tamam" demiştir.
Şimdi Konsey üniversite hocalarını atmadıysa, Kemal Hoca niçin Evren Paşa'ya gitti diye bir soru akla gelebilir. Çünkü o zaman Doğramacı'nın otoritesinin üzerindeki tek otorite Konsey'di. Rahmetli Kemal Hoca da bunu kullandı haklı olarak. Bunu her üniversitenin rektörü yapsaydı üniversiteden bir kişi atılmazdı, ama üniversite rektörlerimizin akıllara durgunluk verecek kalitesizliği, bugün de dahil böyle kötü günlerin yaşanmasına imkan vermiştir. Hocalar birbirlerini gammazlamışlardır, aynı şeyi 147 olayında yaşamadık mı 1960'ta, hocalar birbirlerini gammazladılar.
Doğramacı'nın atanması bir hataydı. 12 Eylül'ü yapanlar da bunun hata olduğunu kabul ediyorlar. Ama şunu da ifade ediyorlar: Biz size sorduk, yani üniversite profesörlerine sorduk, "Kimi tavsiye edersiniz?" dedik. Dediler ki, "Zengindir, hırsızlık yapmaz, uluslararası ilişkileri çok iyidir, Hacettepe'yi kurmuştur, tecrübelidir." Biz de "Peki" dedik diyorlar.
O yıllarda Doğramacı'nın yaptığı menfi işlerden bir tanesine ben, şahsen müdahale etmeye teşebbüs ettim. Komutanım ve dostum Hava Orgeneral Tahsin Şahinkaya'yı aradım. Şahinkaya General'in o zamanki emir subayı Acar Albay'ım hâlâ hatırlar o günü eminim."Şöyle bir konuda Sayın Komutanımla görüşmek istiyorum." Acar Albay'ım 20 dakika sonra aradı, Komutan diyor ki "Celal gelsin, ama bu konuyu konuşmayalım."
Konu, Kandilli Rasathanesi'nin Boğaziçi Üniveristesi'ne bağlanmasıydı. Bunun çok büyük bir yanlış olacağı kanaatindeydik. Neden konuşmak istemediğini 20 sene sonra öğrendim. Askeri Müze'de yapılan bir sempozyum münasebetiyle Şahinkayakaya Generalim ile biraraya geldiğimiz bir anda "Komutanım çok merak ediyorum, 20 senedir içime oturdu. Bu konuyu neden benimle konuşmak istemediniz?" diye sordum. Şöyle bir yanıt aldım: "Celal biz darbe yapmışız, biz askeriz, üniversiteden ne anlarız? Üniversiteleri bir koordinasyon altına alabilmek için bir kurum kurmayı düşündük, başına birisini atamak icap ettiğinde de akademisyenlere danıştık. Bu adam atandıktan sonra, atadığımız kişinin işine karışmak yanlış olurdu" dedi. Bu son derece uygar bir yönetim tavrı. Dolayısıyla 12 Eylül Türkiye'ye net fayda sağlamıştır, Türkiye'yi bir felaketten kurtarmıştır, "adam gibi yönetim nasıl olur" hususunda da örnek olmuştur.
TÜRK ENTELEKTÜELININ PROBLEMI, MEVCUT OLMAMASI
Peki Türk entelektüelinin bu kadar hoş bir tabloyla neden bir derdi var?
Türk entelektüelinin problemi, mevcut olmaması. Bütün sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Kendini entelektüel zanneden bir sürü adam var ortada, ama değiller. Soru sormuyorlar, öğrenmek istemiyorlar, öğrendiklerini değerlendiremiyorlar, işte buradan aptallığa geliyoruz… Aptalı Tanımak isimli son kitabımı yazma sebebim de budur. Çünkü ülkemizde böyle bir sorun var, bir aptallık sorunu var. Aptallığın iki kaynağı var. Bunlardan bir tanesi biyolojik, onun için yapılabilecek fazla bir şey yok. Mevcut olmayan bir zekayı ancak bir iki adım öteye götürebiliriz. İkinci kaynak ise cehalet, çünkü cahilseniz ne yapacağınızı bilmiyorsunuz demektir. İlk defa tanımlandığı zaman, Wilhelm Louis Stern Die psychologischen Methodern der Intelligenzprüfung und deren Anwendung an Schulkindernisimli meşhur kitabında, IQ denilen, zekaya dair psikolojik değerlendirmenin nasıl yapılacağı ve bunun okul çocukları üzerinde tatbikine ilişkin bir yöntem icat etmiştir. Bu bizim dilimizde "zeka oranı" diye çevrilebilir (Türkçe psikoloji ve psikiyatri literatürüne hâkim olmadığım için nasıl çevriliyor bilmiyorum). Bu zeka oranının kaynaklarından bir tanesi insanın görgüsü ve bilgisidir. Mesela ABD Silahlı Kuvvetleri, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ordu daha terhis edilmeden hazır bu kadar insan silah altındayken bir IQ testi yaptırtmıştır. Ortaya çıkan manzara ABD yönetimini fena halde korkuttuğu için yayınlanmamıştır. Diyeceksiniz ki, "Sen bunu nereden biliyorsun?" Yapılan IQ testinin değerlendirilmesi için davet edilen bilim adamlardan bir tanesi biyolojide Nobel ödülü almış olan Jacques Monod'dur. Jacques Monod'nun oğlu Olivier Monod da benim iyi bir arkadaşımdır. Olivier Monod, bu konuda Jacques Monod'yla yapılmış bir röportajın plak kaydını dinletti bana. Jacques Monod bu kayıtta anlatıyor: Zenciler, beyazlara kıyasla daha düşük IQ sonuçları arz ediyor. Fakat bunun biyolojik olduğu kadar, kültürel kökenleri de var. Bunları birbirlerinden ayırabilmemiz lazım, onun için de bu konu üzerine ciddiyetle eğilmek gerek. Fakat ABD yönetimi o zaman maalesef bu konunun üzerini kapatmayı tercih etmiştir.
TÜRKIYE CUMHURIYETI VATANDAŞLARININ ORTALAMA IQ'SU 89
Türk ırkının bir zeka problemi olduğunu mu söylüyorsunuz?
Hem evet hem hayır. Bizim toplum olarak bir problemimiz var. Siz bir toplumu bin sene cahil bırakırsanız, bin sene kendi problemini çözemez halde bırakırsanız, bin sene başkasının eline bakmasını isterseniz bu toplum aptallaşır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortalama IQ'su 89. Türk demiyorum, zira mesela Orta Asya Türkleri'nin IQ ortalaması 107. Bizden çok daha zekiler. Bunu şuradan da çıkartabiliriz. Orta Asya Türk'ü ne zaman Anadolu'ya gelse Anadolu Türkü'nü paçavra edip gitmiştir. 1243 Kösedağ (Orta Asya ordusu komutanı General Baycu) veya 1402 Ankara (Orta Asya ordusu komutanı Emir Timur) Meydan Savaşları mesela.
Ben bu kitabı niye yazdım, millete "Sen aptalsın" demek için yazmadım kuşkusuz. Bunu da kitabın önsözün de anlattım. Bu kitabın maksadı ona buna hakaret etmek değildir. Ama aptal ve cahil kelimeleri sözlüklerde iki şekilde tanımlanır. Belli bir tasvir yapmak için, bir de hakaret etmek için. Ben burada bir tasvir yapmaya çalışıyorum ve bu tasviri yaparken de maalesef elimde başka bir kelime yok. Çünkü akılsız demek yetmiyor.
Aptallığın iki kaynağı var diyordum. Biyolojik kaynağa çok minik dokunuşlar yapabiliyoruz. Ama kültürel kaynağa hemen müdahale edebiliriz. Nasıl müdahale edebiliriz? Eğitimimizi düzeltebiliriz. Ama hayatın her safhasındaki eğitimden söz ediyorum. Okullarımızı düzeltiriz, aile içinde verilen eğitime müdahale ederiz, televizyonlarımızı düzeltiriz, gazetelerimizi ve mecmualarımızı düzeltiriz, bütün bunlara müdahale etme imkanımız var. Bütün bunlara müdahale ediyoruz, ama daha beter etmek için.
Bir medeniyet projesinden bahsediyorsunuz esasında.
Elbet. Bu medeniyet projesi Atatürk'ün projesiydi.
İMAM HATİPLİ ÇOCUKLARDAN ALDIĞIM CEVAPLAR BENİ DEHŞETE DÜŞÜRMÜŞTÜ
Peki, Türk entelijansiyasına tekrar dönmek istiyorum. Bu kesimin sizin de söz ettiğiniz sefaletinde katı ideolojilere hapsolunmuş olmanın ne kadar tesiri var sizce?
Marksizmi kastediyorsun sanırım, ama aydınların cehaletini Marksizm ile izole etmek doğru olmaz. Marksizmin de içinde olduğu bütün dinlerin büyük zararı var. Zira eğer siz inanmaya angaje bir toplumsanız, içinde yetiştiğiniz ortama göre bir kısmınız Müslüman yobaz olur, bir kısmınız Marksist yobaz olur, bir kısmınız Türkçü yobaz olur ve bunlar birbirleriyle konuşamazlar. Mümkün değil, çünkü bağdaştıkları temel bir bilimsel platform yok. Bilimsel tartışmayı bilmiyorlar, bilim nedir bilmiyorlar, bütün sıkıntı da zaten buradan kaynaklanıyor. Ali Kırca'nın organize ettiği bir programda Darwin'in Evrim Teorisi'ni anlatırken orada İmam Hatipli çocuklardan aldığım cevaplar ve onların bana yönelttiği sorular beni dehşete düşürmüştü. Hemen şunu görüyorsun ki, bu çocuklar düşünmeyi öğrenmemişler, gözlem yapmayı öğrenmemişler, herhangi bir olguyu değerlendirmeyi öğrenmemişler, e şimdi bu çocukların arasından çıkmış politikacılarımız var bizim. Onlara bakıyorsun ve aynı sıkıntıyı görüyorsun…
Bireyi kesin inançlılığa sevkeden her türlü inanç sisteminin, ki siz bunun içerisine Marksizmi de dahil ediyorsunuz, nihayetinde aynı tehlikeyi doğurduğunu, aynı kapıya çıktığını söylüyorsunuz…
Evet. Aynı tehlike. Çünkü hepsinin temelinde itikat var, iman var, eleştiremeden inanmak.
Biliyorsunuz Türkiye'de çeşitli bilim dallarında, ama bilhassa arkeoloji sahasında Türkiye'de çalışan yabancılar var. Bunlar yaptıkları iş gereği ilgili bakanlıklarla, üniversitelerle temas etmek zorundalar. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde kazılar yapan farklı milliyetteki insanların pek çoğunu tanıyorum. Çatalhöyük'ü kazanları da, Efes'i kazanları da tanıyorum, ölene kadarTroya'yı kazan Korfmann'ı da çok yakından tanıyordum. Kaufman diyordu ki, "Türkiye giderek daha kötü kalitede genç yetiştiriyor. Buna mani olabilmek için ben bazılarını elinden tutup Almanya'ya götürüyorum…" Başkalarının da benzer tespitleri vardı. Söylediklerinin özeti şuydu: Üniversiteden gelen çocuklar konularını hiç bilmiyorlar… Yanımızda staj yapmaya gelen arkeologun arkeolojiden haberi yok, ama üniversitede 4 sene arkeoloji okumuş. İkinci olarak, öğretmeye çalıştığın zaman öğrenemiyor, çünkü eleştirel değerlendirme yapmaktan aciz, ezberlemeye çalışıyor. Peki hocalar farklı mı? Hocalar da aynı. Profesör demeye bin şahit isteyen zır cahil adamın biri gelip oturuyor karşına.
Şimdi bu kadar feci bir ortamda bir de hiç utanmadan sürekli yalan söyleniyor: Efendim biz eğitimi çok düzelttik. Bunun verisi olarak da, üniversite ve öğrenci sayısındaki artış gösteriliyor. Bir gün Doğan Kuban'a, "Hocam, ne oldu da üniversiteler bu hale geldi?" demiştim. Hoca'nın cevabı çok manidardı: "Bizi sayılar mahvetti Celal. Biz bir binada okuduk, 4 fakülte vardı ve 2000 kişiydik. Hocalar tek tek ilgilenebiliyordu bizimle" dedi. Yani geçmişteki sıkı bilimsel disiplin sayılar tarafından ortadan kaldırıldı. Çünkü biz demokrasiyi yanlış anladık.
Üniversite diploması bir hak değil, ayrıcalık olmalıdır. Medeni memleketler de durum böyledir zaten.
Elbette. Üniversitede öğrenmek öğrencinin görevidir, öğretmek hocanın görevi değildir. Hoca gider dersini verir, araştırmasını yapar, öğrenmek isteyen gider ve ondan öğrenir. Fakat lisede öyle değildir. Lisede öğretmek hocanın mesuliyetidir. Bugün Oxford'a girdiğin zaman hemen eline bir broşür veriyorlar, o broşürün ilk cümlesi ne biliyor musunuz? "Burada öğrenmek öğrencinin mesuliyetidir, öğretmek hocanın mesuliyeti değildir." 700 senelik üniversite. Öğrendin öğrendin, işleri sıkı tuttun tuttun, yoksa atarız seni diyorlar. Türkiye'de bırak işleri sıkı tutmayı üniversiteden atılmak imkansız hale geldi. Türkiye'de "aptal" ödüllendiriliyor. Zeki veya akıllı olan ise cezalandırılıyor. Bu hale gelmiştir Türkiye, ama bu halde devam etmesi mümkün değildir.
İLBER BEY'E KATILIYORUM
Her şehre üniversite yapmak, memleketin aklı başında insanlarına yapılmış en büyük kötülüktür. Söylediklerinizden bu manayı çıkartmamız mümkün o halde?
İlber Ortaylı bunun cevabını muazzam bir şekilde verdi. "Her şehre üniversite yapmak ahlaksızlıktır" dedi. Bundan güzel cevap mı olur? Ben de çıkıp "Evet, İlber'e yüzde yüz katılıyorum" dedim. Çünkü üniversite arttırmanın tek başına eğitim kalitesini arttırmak olduğunu her kim sarfederse, bunu söyleyenin üniversite nedir bilmediğinden emin olabiliriz.
Peki Türkiye'nin son yıllarda hasarların, yaşanılan tahribatın telafisi mümkün olacak mı sizce?
Her zarar telafi edilir, o muhakkak. Ama bu şuna benziyor: Yaşamak istiyorum, ama ayağım kangren oldu. Ayağını keserim, yaşarsın. Yani kalıcı zararlar da muhakkak olacak. Buna rağmen toparlanmak imkansız diyemem, yeter ki böyle bir irade olsun. Ama böyle bir irade yok. Türk halkı kurtulmak istemiyor, akıllanmak istemiyor ve onun için de yok olacak. Yani Anadolu'da kendine Türk diyen insanlar bu şekilde yaşamaya devam edemeyecekler…
"Bu şekilde" derkenki kastınız nedir?
Bugünkü hali kastediyorum. Kendi kendini yönetme hali mesela. Bunu yapamayacaklar, bu bitecek, bittiğini de görüyoruz zaten. Yani bugün Türkiye artık tamamen kendini yönetmiyor. 1930'ların Türkiye'siyle bugünkü Türkiye'nin arasındaki en büyük fark; bugün Türkiye'nin bir sürü adımı dışarıdan dikte ediliyor. Dışarıdan bunu dikte eden kişilerin içeride oyuncularının olması şüphenin de ötesinde aşikar bir gerçek.
Kim bu dışarıdakiler?
"Dışarı" derken ki kastım çeşitli. Onu şu şekilde bilebiliriz, senin elinde ne var, bunu dışarıda kim istiyor? Bunu tayin et, dışarıda kimin olduğunu bulursun. Sen zengin bir adamsın, evinde çalınacak eşyaların var. Çalınacak eşyalarının içerisinde hangisi kolay pazarlanırsa dışarıda hırsız ona yönelir. Yani senin elinde tek bir tablo varsa, akıllı hırsız onu çalmaz, çünkü onu çaldığı an nereden geldiği belli olur. Ama elinde altın vb. birtakım ziynet eşyan varsa hırsız onu çalar, çünkü erittiğin vakit o altının izine bir daha rastlayamazsın. Senin elinde ne var, dışarıdaki adam neyini istiyor, bunu tayin et, düşmanların hemen ortaya çıkacaktır. Ama bu analizi yapabilecek güç ve kudret kalmadı Türkiye'de. Ben hâlâ ordunun bu analizi yapabildiği ve yaptığı kanaatindeyim. Ama ordu bir karar aldı: Ben siyasete karışmıyorum. Bu, bence Türkiye için bir felaket kararıdır, ama haklıdırlar da. Ne zaman ülkeyi kötü bir durumdan alıp iyi bir duruma getirdilerse ondan sonra ülkeyi tekrar kötü duruma sokanların suçu TSK'ya yüklenmiştir. Ordu da şunu diyor özetle: Ne haliniz varsa görün. Sizin seçtiğiniz adamlar bana emreder, ben onu yaparım, anayasada böyle yazıyor, benim görevim budur. Dolayısıyla bana artık yüklenmeyin.
ANAYASA TEHLIKEDEYSE ORDU MÜDAHALE EDER
Fakat bu total çöküşün içerisindeysek ve Türk Silahlı Kuvvetleri de nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir kurumuysa, bu kurum kendisini bu çöküşten nasıl masun kılacak?
Öyle zannediyorum ki, onlar gitmeyi göze almış durumdalar. Diyorlar ki, "Madem bizim görevlerimizi siz tanımladınız, biz bu görevi yapacağız. Madem bizim eskiden görevimiz olan 135. maddeyi de değiştirdiniz -ki mesela bir Amerikan ordusuna bunu yaptıramazsın. Yani anayasa tehlikedeyse ordu müdahale eder, Amerika'da ordunun bugün dahi böyle bir görevi vardır.- o halde ne haliniz varsa görün."
Senin oyun %47-46 her ne olursa olsun. Şayet halkın kalanını boğazlamaya teşebbüs edersen, bu kadar sıkıştırırsan oyunun bir yerde felaketle sonuçlanacağı muhakkak. Bunun çok feci bir örneği bunumuzun dibinde oldu, çok da uzak olmayan bir geçmişte: Romanya. Biz hep Mursi'den bahsediyoruz, fakat hayır. Romanya daha doğru bir örnek. Halk "Yeter artık" dedi ve Çavuşesku'nun sonu malum.
Şimdi böyle bir şeyin olmasını hiç kimse istemez, bu korkunç bir şeydir. Ama siz ne zaman halkın üstüne fütursuzca çullanırsanız, halkı fazla sıkıştırırsanız sonu hep böyle olmuştur. Bakın Meksika'ya, 19.yy'da Avusturya'dan imparator gönderdiler. Ne oldu? Meksikalılar kurşuna dizdiler adamı. Üstelik iyi niyetli bir adamdı Maximilian. Gelelim yüz sene sonraya, Çavuşesku kurşuna dizildi.
Musollini'yi düşün, öldürüp ayağından astılar, Kuzey İtalya'da, hem de zavallı metresiyle beraber, kadının bir günahı yokken o da öldürüldü ve ikisi de ayaklarından asıldı. Dolayısıyla halkların üzerine fazla varmaya gelmez. Ben ülkemde böyle bir şeyin olmasını istemem, hiç kimsenin başına böyle bir şeyin gelmesini de istemem. Böyle bir halk ayaklanması genellikle faydadan çok zarar verir, ülkenin göreceği zararı kelimelerle anlatmakta güçlük çekebiliriz. Ama ne yazık ki bu tip şeyler kaçınılmaz oluyor. İşte bu da aptallığın ulaştığı son nokta oluyor, kendi kendini mahvediyorsun. Halk yarattığı şiddetin nerelere gideceğini görmüyor ve facia oluyor.
Türkiye'nin medenileşmesi ve böyle bir sondan kurtulması ancak Atatürk'ün başlattığı eğitim hareketinin sürdürülmesiyle mümkün olabilirdi fakat maalesef çok erken mani olundu buna. O öldükten 7 sene sonra Hasan Âli Yücel kovuldu. Düşünün ki, Coğrafya Ansiklopedisi'nin ancak tek bir fasikülü yayınlanabilmişti. 1944'te başlayan Ansiklopedi'nin 1983'te tamamlanabildiğini ve seneler geçtikçe de kalitesinin düştüğünü gözünüzün önüne getirin lütfen. Köy enstitüleri gümbürtüye gitti bu ülkede. Biz kendimizin yarattığı ve bizi aydınlatacak bir sürü tedbiri kendi ellerimizle mahvettik. Burada kabahati hiç kimseye yükleyemeyiz. Biz yaptık bunları.
BUNUN ADI OHLOKRASIDIR
Buradan demokrasinin teorik bir eleştirisine varabilir misiniz? Medeniyetin kazanımlarını ve bir manada "adam" olmayı reddeden bir kalabalığın, güruhun medeniyeti tahakküm altına almasını biz demokrasi adına nasıl yüceltebiliriz?
Bu demokrasi değil ki? Bunun adı ohlokrasidir. Güruhun yönetimidir. Güruhun yönetimi de güruhun istediği yere gider denemez esasında, çünkü güruh ne istediğini hiçbir zaman tam olarak bilemez. Güruhun içinde çeşitli güruhlar vardır. O güruhun içinde olanlar bazen o güruh tarafından yok edilir, bazen de o güruh tarafından göklere çıkartılır. Göklere çıkartılan adam bir bakmışsın bir vakit sonra kendini o güruhun altında bulur, bunlar tarihte hep bildiğimiz şeyler. Buna mani olabilmek için eğitim, akıl ve akılcı, eleştirel tartışma imkanı lazımdır.
Fakat bu sözünü ettiğiniz durum sadece Türkiye'ye özgü bir felaket değil. Otoriter bir liderin tek adam yönetimiyle ülkeyi zapt-u rapt altına alması bugün dünyanın genelinde giderek yaygın bir fenomen haline de gelmiyor mu sizce? Rusya'ya bakalım, Macaristan'a bakalım mesela…
Bu sözünü ettiğiniz tipteki liderlerin günümüze mahsus bir tipoloji olduğunu söyleyemeyiz elbet. Bunlar hep vardı, muhtemelen de olmaya devam edecekler. Fakat verdiğiniz örnekteki ülkelerin de mesela Avrupa'nın kalanıyla mukayese edildiğinde cahil toplumlar olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Mesela Rusya eğitimsiz bir toplumdur. Rusya'nın eğitimli grubu Avrupa'da yaşayan küçük bir azınlıktır. Asya Rusya'sı bir felakettir. 70 yıllık komünizmin yaratmış olduğu korkunç bir darbe de var Rusya'da. Rusya artık eski Rusya değil. Bir Rus Bilimler Akademisi'ni yaratmış olan Petro'nun Rusya'sı yok karşında. Bir sürü köylünün yönettiği bir ülkeden ne bekleyebilirsin ki? Bütün entelektüel sınıfını yok etmiş, bizim gibi bir ülke Rusya. Aptalı Tanımak'da da bunu rakamlarla anlattım. Maalesef Amerika'da bu yola girmiş durumda, orası da cehaletin eline teslim olmaya başladı.
O halde bu dünyanın derdi ne? Ne oluyor bize?
Dünyada problem, insanların çokluğu ve demokrasinin, her akıl düzeyinin, her bilgi düzeyinin aynı oya sahip olması gerektiği yanlış fikrinin yaratmış olduğu tahribattır ne yazık ki.
Demokrasilerin kendi çelişkilerini bünyelerinde barındırdıklarını mı söylüyorsunuz?
Hayır. O doğru değil. Demokrasi kanunların hakimiyetidir. Demokraside cezalandırılamayacak, yani sorumsuz bir kişinin siyaset yapması mümkün değildir. Şimdi birisi çıkıyor bu en temel kurallardan birini ihlal ediyor. Kimse de bir şey söylemiyor. Burada artık bir demokrasiden bahsedebilir miyiz? Bu duruma müdahale edilmesi, "dur" denilmesi lazım. Yoksa demokrasi zaten yok olmuş demektir. Ama burada onu yok eden kadar, yok edilmesine göz yumanlar da sorumludur.
Kim yapacak bunu?
Kim yapacak sorusunu sorduğun an senin ülkende demokrasi yok demektir, çünkü demokrasi karşılıklı güçlerin birbirini denetledikleri bir rejimdir. Bunun adı artık ohlokrasidir. Güruh yönetimi. Güruh bir şey demiyorsa ne yapalım değil mi? Bir adım sonrası da büyük İtalyan felsefecisi ve tarihçisi Benedetto Croce'nin o enfes tanımıdır: Onagrocrazia. Eşekler yönetimi anlamına gelen bu terimi Croce İtalyan faşist rejimi için icat etmiştir. Bazı toplumlar şu yolu izler: Onagrokrasi-Ohlokrasi-Demokrasi; bazıları da tam tersine Demokrasi-Ohlokrasi-Onagrokrasi. Birincisi yücelen toplumların yoludur; ikincisi de batmakta olan.
Emrah Akkurt
Odatv.com
a45UyF587661-150530103607 Oraj Poyraz cimcime@neomailbox.net
2015/05/30 17:36 6 64 1 undefined kemalistiz@googlegroups.com
Yarini dusunmekle vakit kaybetme, nasilsa birileri dusunur.
Moskova Buyukelcisi
Halil Akinci
Resulullah sav buyurdular ki:
Dunyada ipegi, ahirette nasibi olmayanlar giyer.
Buhari, Libas, 25; Muslim, Libas 6, 2068
Nesai, Zinet 91,8, 201
PEZEVENK
. . . . . .
Dunya ahvalinden haberi yoktur
Sohbeti din ile acar pezevenk
Komsusu ac iken kendisi toktur
Sanki melek olmus ucar pezevenk
. . . . . .
Karanlik islerde ziplama ister
Evine granit * kaplama ister
Dunya mektebinden diploma * ister
Insanlik dersinden kacar pezevenk
. . . . . .
Herkesin kabina cesmesi akmaz
Erkek sinekleri hareme sokmaz
Fakir komsusunun yuzune bakmaz
Selamsiz sabahsiz gecer pezevenk
. . . . . .
Sanirsin Allah la akde oturmus
Cennete giderken macun goturmus
Huriler i dizip isi bitirmis
Simdi gilmanlari secer pezevenk
. . . . . .
Aydinliga dusman yobazin dolu
Hu cekerken sismis agzinda dili
Erbabi, ulkede bunlardan dolu
Durmadan zehrini sacar pezevenk
A$ik ERBABI
Grup eposta komutlari ve adresleri | : | |
Gruba mesaj gondermek icin | : | ozgur_gundem@yahoogroups.com |
Gruba uye olmak icin | : | ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com |
Gruptan ayrilmak icin | : | ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com |
Grup kurucusuna yazmak icin | : | ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com |
Grup Sayfamiz | : | http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/ |
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz | : | http://orajpoyraz.blogspot.com/ |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder