25 Kasım 2013 Pazartesi

10-Seçmece makaleler...



Melih Aşık : Yavuz Sultan...

Üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adı verilmesi Alevileri ayağa kaldırmışken...
Türk Tarih Kurumu da şeref üyeliği verdiği 60'a yakın tarihçiye Yavuz Sultan Selim cübbesi giydirdi.
Yavuz'a ilgi büyük.
TTK Başkanı Prof.Metin Hülagü, Yavuz'la ilgili tartışmalar sorulduğunda şöyle dedi:

- Yavuz Sultan Selim'in Alevileri katlettiği, kılıçtan geçirdiği gibi bir görüşe katılmıyoruz.
Sadece kaynaklardan bir tanesinde böyle bir şey geçiyor, onun dışındaki hiçbir kaynakta geçmiyor, öyle bir bilgi, kayıt yok....

Osmanlı tarihine ilişkin en sahih kaynaklardan biri Ord.Prof.İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın "Osmanlı Tarihi"dir.
Kitabın ikinci cildinin 257'nci sayfasından özetliyoruz:

"Yavuz Sultan Selim İran seferine hazırlanıyordu.
Şah İsmail'in Anadolu'da el altından yaptığı tahriklerle Osmanlı idaresinde bulunan Aleviler o tarafa meyletmişlerdi...
Şah İsmail ile yapılacak harpte, memleket içinde yer yer Alevi kıyamlarıyla devletin başına büyük bir gaile çıkması muhtemeldi...
Şah İsmail taraftarı olanların bir defteri (listesi) yapılmış, zararı dokunabilecek 40 bin kişi hapis veya idam edilmiştir"

Uzunçarşılı üç de kaynak veriyor: Tacü't tevarih, Ali ve Solakzade Tarihi...

Hammer Tarihi de aynı rakamları veriyor.
Katliamı pek çok ciddi kaynak doğruluyor.

Yavuz'un bu katliamı arkadan vurulmamak için önlem olarak yaptığı söyleniyor.

Prof.Hülagü'nün ayrıca "Yavuz şiir yazardı, şair gaddar olamaz" diye bir savunması da var.

Şair Yavuz, iki kardeşi Korkud ve Ahmet'i kaytanla boğdurmuş, ölmüş kardeşlerinin çocuklarını katlettirmiş, üç sadrazamın boynunu vurdurmuş, bunlardan Dukakinoğlu Ahmet Paşa'yı boğdurmadan önce bizzat bıçaklamış, Yunus Paşa'nın Mısır dönüşü kestirdiği kellesini üç gün yanında taşımıştır.
Güzel şiir yazarmış ama pek de yufka yürekli sayılmazmış rahmetli...

Meclis künyesi!

Amerikan Federal Hükümeti ekonomiyi yeniden canlandırmak için her bir Amerikan vatandaşına 600 dolar tutarında bir parayı dağıtmayı karara bağlamış.

Marc Faber adlı işadamı bunun üzerine mizahi bir çağrı yayınlamış.
Okuyalım:

"Benim sevgili Amerikalı vatandaşlarım

Eğer bu parayı Wal-Mart'da harcarsak, para Çin'e gidecek...

Eğer bu parayı benzin almak için harcarsak, para Araplara gidecek.

Eğer bilgisayar alırsak, para Hindistan'a gidecek...

Eğer sebze, meyve alırsak para Meksika'ya, Honduras'a ve Guatemala'ya gidecek.

Eğer bir araba almayı düşünürsek bu para Japonya veya Almanya'ya gidecek.

Eğer hediyelik bir şeyler alırsak para Tayvan'a gidecek...

Sonuçta bir kuruşu bile Amerikan ekonomisi için yarar sağlamayacak.

Bu parasal yardımı Amerikan ekonomisi içinde tutmanın tek yolu, parayı bira ve fahişelere harcamaktır.
Sadece bu iki sektörde ulusal üretim yapabilmekteyiz.

Ben kendi adıma bu yolda faaliyet gösteriyorum.."

***

Bu mizahi çağrıyı okuyan bir İtalyan ekonomist şöyle bir yanıt verir:

"Sevgili Marc,

Amerika'nın iktisadî durumu gerçekten pek iç açıcı değil.

Üzülerek bildiriyorum ki, Budweiser bira fabrikasını da çok uluslu bir Brezilya şirketi olan Ambev satın aldı.

Böylece Amerikalılar için yalnızca fahişeler kalmış oluyor.

Eğer fahişeler de kazandıkları parayı çocuklarına göndermek isterlerse, bu para doğrudan buraya yani Roma'daki İtalyan Millet Meclisi'ne gelir...
Bilgine.."

FORSA

Zonguldak'ta gece vardiya yapan 300 maden işçisi mesai bitiminde 6 saat ocaktan çıkmamış...

Direnişin sebepleri buraya sığmaz.
Kısaca
"Yetersiz ücret yetersiz çalışma koşulları"

Bir gazetede bazı işçilerin "Forsa" gibi çalıştırılıyoruz dediği yazılıydı...

Benzetme pek uymuyor.

Nedir forsa?
Eski zamanda kadırgalarda kürek çekerek ömür tüketen, savaş esirleri ve suçlular...

Bu mahkûmların zorla çalıştırıldığı doğrudur.
Ancak gıdalarına ve sağlıklarına dikkat edilirdi.
Çünkü forsalar kürek çekemeyecek duruma gelirse kadırgalar yürümezdi.
İşçinin gıdası ve sağlığı çoğu kez forsa kadar da umursanmaz...

Bakırköy 46 Projesi'nin adını açıklayan Ağaoğlu

"Beni delirttikleri için projenin adını akıl hast alarına verilen raporun numarası olan 46 koydum" demiş.

Akıl hastalarıyla "deli" diye dalga geçen Ağaoğlu'na akıl sağlığı dileyelim.

Akif Kökçe

65

Emekli Ertan Ergun soruyor:

"Geçen sene yaşlılar haftasında başbakan '65 yaş üstü bütün yurttaşlarımız Türkiye genelinde ücretsiz seyahat edecektir'sözü verdi.
Aradan 13 ay geçti.
Benim merak ettiğim geçen zaman içinde kaç yaşlımız hayatını kaybederek devletimize ne kadar kazandırdı?"

Bukowski

Ünlü yazar Charles Bukowski kendini anlatıyor...

"Uyumlu adam"ı hayli şaşırtacak bir kişilik tanımı:

"Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi makbul biri değilim.

Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi.

İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam.

Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları.

İlgimi çekerler.

Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar.

Adi kadınlardan da hoşlanırım, çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan.

Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni.
Serserilerin yanında rahatımdir, çünkü ben de serseriyim.

Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem.

Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.."

* İktidardakiler öğretmene saygı ve sevgiyi dün Ankara'da gazla ifade etti.
İktidara boyun eğmeyen herkese eşit muamele:

"Gezi tarifesi.."

0000

Cüneyt Arcayürek . Farklılık!..

Devlette ve toplumda söz ve ses sahibi olan kişilerin kimi açıklamalarına insan acaba söyledi mi diye kuşkuyla bakıyor.

O insanların on yıllık geçmişini bilmek son söylemlerine pek çok çevrenin kuşkuyla bakmasına neden oluyor...

Bu kanıyı kanıtlayacak bir değil birçok örnek aynı günlerde görsel ve yazılı medyanın gündemindeydi.

Ne var ki bu örneklere bakarak hayret ve şaşkınlık duygusuna kapılmamak gerek.

Zira bu türden örneklere yalnız siyasette, yalnız devletin üst bürokrasisinde değil; güncel yaşamımızda hemen her alanda rastlanıyor.

RTE'nin dün söylediklerini bir süre sonra yalanlamasına o kadar çok rastlandı ki, adeta toplum, kamuoyu bağışıklık kazandı..

Söylediğini yalanlıyor da ne oluyor?

Toplumda bu ikiyüzlülük tepkilere neden olmuyor, en ufak iz bırakmıyor.

Medya dünü anımsatmadan son söylediğini yeni bir ifadeymiş gibi büyük başlıklarla haberleştiriyor.

***

Dün bu gerçeği anımsatan bir haber yayımlandı.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç; katıldığı bir etkinlikteki konuşmasında, yıllardır muhalefet partililerin, iktidara kul olmayan ilim adamlarının, muhalif medyanın ve yazarlarının söylediklerini, yazdıklarını yineledi.

RTE'nin uyguladığı tek adam yönetimlerini, demokratik rejim adına yıllardır medyaya yansıyan sakıncaları bugün gördü.

"Hükümetin Meclis üzerindeki vesayetin bütün ağırlığıyla devam ettiğini" söyledi.

Yıllardır süregelen tek adam uygulamalarına şimdi karşı çıkıyor, örnek veriyor; "Hükümetten ne gelirse Meclis öyle yasa çıkarıyor" diyor.

Hükümet ne derse eyvallah diyen Meclis değil Haşim Kılıç, yine iktidarı kollayan bir cümle kuruyorsunuz.

Asker gibi üstten gelen her emre parmak kaldıran, o emre uymayan muhalefetten gelen uyarıları da dikkate almadan kabul eden Meclis'teki AKP vekil çoğunluğu!

***

Demokratik bir düzenden söz edilebilmesi için demokratik bir anayasanın zorunlu olduğundan söz ederek yeni anayasa hazırlık çalımalarının tıkanmasını eleştiren Haşim Kılıç'a göre, aksi halde rejim üzerinde tartışmalar devam edecek...

Yeni anayasa yapılamadığına göre, bugünkü anayasada yeniden düzenlenmesini gerekli gördüğü bir önerisi var.

Anayasanın cumhurbaşkanlarına tanıdığı yetkilerle donanmış bir kişinin, isim söylemiyor ama elbette RTE'nin; Çankaya'ya çıkmasındaki sakıncaların, ancak cumhurbaşkanının, devleti içeride ve dışarıda temsil edecek sembolik konuma getirmekle önlenebileceğini zorunlu görüyor.

CHP yıllardır söyler durur ama Haşim Kılıç, maşallah yıllar sonra nihayet farkına vardı.

Seçime beş kala şayet bir Meclis demokratik bir anayasa yapmak istiyorsa, öncelikle seçim ve partiler yasasını yenilemenin gerekli olduğuna, yüksek seçim barajına değiniyor.

Hele tutuklu milletvekilleri sorununa değinmesi?

Anayasadaki ilgili maddeye bir fıkra koyarak sorunun çözülebileceğini yıllar önce söylemiş, hatta hukuksal açıdan dayatmış olsaydı Kılıç; ola ki iktidarı bu yola itebilirdi.
Ama ...
yıllardır sustu bu konuda.

Şimdi milyonlarca oyla seçildiler diye hâlâ içeride yatmalarına karşı çıkıyor.

Özetlersek: Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Kılıç; zamanında bugün dile getirdiği uyarıları yapsaydı, elbette etkili bir görev yapmış olabilirdi.

Ne çare Kılıç; atı alan Üsküdar'a geçtikten çok sonra kimi gerçeklerden söz ediyor.

***

Başbakan'ın Rusya'da Putin'e, "Şanghay İşbirliği Teşkilatı'na bizi de alın ve bizi de AB sıkıntısından kurtarın" dedi.

Bu sözlerin elbette nereye varacağını pekâlâ biliyordu RTE..

Bu söz AB'ye sitem içerikli bir gönderme diye algılandı haberlerde.

Oysa AB'de bu söylem:

RTE Türkiye'sinin zaten örgüte tam üyelikten kaçmayı ve buna karşılık Batı'da insan hakları, basın özgürlüğü gibi kimi nedenlerle hoş görülmeyen Şanghay Beşlisi'nin işbirliği teşkilatına üye olmayı yeğlediğine...

...RTE'nin zaten Batı'ya değil Doğu'ya dönük yüzünü bu kez yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle Rusya'da gösterdiğine ilişkin kanılarla yorumlanacak.

***

Farklı özleyişler gündemde.

RTE, AB'den...
ülkenin özlenen demokrasiye kavuşmasını özleyenler de RTE'den kurtulmayı bekliyor!

0000

Mustafa Balbay : Öğrencisiz Öğretmenler

Server Tanilli, "İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?" adlı incelemesinde, "eğitim" konusunu işlerken şöyle diyor:

"İnsan bilimlerinin açıkladığına göre, bugün dünyaya gelmiş bir çocuk, tarih öncesi çağlarda doğan bir bebekten hiçbir noktada farklı değil.
İnsanlığın, yüzyıllar boyunca fethettiği ne varsa kültüreldir; bir başka deyişle, miras yoluyla değil eğitimle geleceğe taşınmıştır.
Kısacası, insanı insan kılan her şeyi, dili, düşünceyi, duyguları, teknikleri, bilimleri, sanatları, ahlakı, insan öğrendi. "

Devam ediyor:"Antropolojiye göre, insan vaktinden önce doğmuş bir hayvandır.
Organizması, özellikle sinir bağlantıları yarıda kalmıştır.
Böylece insan, küçük bir hayvanın tersine, her şeyi öğrenir ve öğrendiği sürece de başkalarına, yetişkinlere bağımlıdır.
İnsanın bu yarım kalmışlığı, büyüklüğüdür de; hayvan daha doğuştan hayvanken insan yavrusu olabildiğince olmak zorundadır"

***

İnsanı insan yapan eğitimin mimarı öğretmenler, bugün Türkiye'de eğitim deyince en son akla geliyor.

Belki de atanamayan öğretmenler bu cümleye karşı çıkacaklar ve şöyle diyecekler:

"Ne demek öğretmenler en son akla geliyor; hiç akla gelmiyor"

Son aylarda, hatta yıllarda eğitimle ilgili tartışma konularını alt alta koysak ilk sıraları şunlar alır:

Sınav sisteminin değiştirilmesi, ders programlarının yenilenmesi, Eğitimin Birliği Yasası'nı tam uygulamak için tüm okulların adım adım imam hatibe dönüştürülmesi, dershaneler üzerinden iç savaşın başlatılması, öğrencilere süt dağıtım ihalelerinin yeniden düzenlenmesi, Andımız'ın kaldırılması, not sisteminin yenilenmesi...

Eğitim sistemi o hale geldi ki; iktidarın yapabileceği en büyük iyilik, hiç dokunmaması olabilir.
Zira, durmuş bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir, bu yapılanların ayarı yok.

***

Oysa bütün bunların ötesinde eğitimin direği öğretmendir.

Gelişmiş ülkelerin başlıca önem verdiği alanların başında öğretmen yetiştirmek ve onu olabildiğince verimli kullanmak gelir

Günümüzde bilgiye ulaşmak kolaylaştı.
Ancak asıl olan bilgiye ulaşmak değil, onu kullanabilmek ve bilgiden fikir üretebilmektir.
Öğretmen, öğrenciye bunu aşılar.

İç barışın sağlam temellere oturduğu ülkelerde yapılan araştırmaların ortak noktalarından biri şudur:

Farklı toplumsal kesimlerin birbirini anlaması ve uyumu, okullarda öğretmenler aracılığıyla başlatılmış, pekiştirilmiştir.

Türkiye'de ise öğretmenler iktidar hedeflerinin bir parçası olarak kullanılıyor.
Bunun somut örneği, atama yapılırken eğitim sisteminin gerçek gereksinimlerine değil, hedeflenen neslin oluşmasını sağlayacak derslerin öğretmenlerine öncelik verilmesi.

Bunun sonucu olarak da binlerce öğretmen yıllardır atama bekliyor.
Belki de dünyanın hiçbir ülkesinde görmeyeceğimiz bir haber serisine sahibiz; atanamadığı için intihar eden öğretmenler!

Öğretmen deyince iftihar akla gelmesi gerekirken bizde intihar geliyor.

Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum sözü yönetim katlarında içerik ve anlam değiştirdi:

Bana bir harf öğretmeye kalkanın, haddini bildiricisi olurum!

Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır sözü şu hale geldi:

Öğretmenler, yeni nesli yetiştirirken bizim esirimiz olacaksınız!

100 yıl sonrasını düşünüyorsan toplumu eğit sözü dama atıldı:

100 yıl sonrasını düşünüyorsan, bugünün boşa geçiyor demektir.

Öğretmenler Günü'nü her şeye rağmen kutlarken noktayı atanamayan öğretmenlerle koyalım.
Türkçemizi yeni bir deyimle daha zenginleştirdik:

Öğrencisiz öğretmenler!

0000

Emre Kongar . İslam ve Demokrasi - 4

2011'deki tartışmada benim birinci sorumu "dayatmacı ve kıstırıcı" bulan Karaman şöyle devam ediyordu:

"Türkiye şartlarında bana göre doğru soru şudur: 'Türkiye'de Müslümanların, laik düşünceye sahip insanlarla bir arada, barış içinde, hak ve özgürlüklere saygı göstererek yaşamaya ve demokrasiye rızaları var mıdır?'"

Karaman bu satırlarıyla "Müslümanların rızası" kavramını ortaya atıyordu.

Biraz sonra göreceğimiz gibi günümüzdeki son yazılarında bu kavramı "çoğunluk" kavramı ile özdeşleştirerek, olayı "mahalle baskısına" bağlayacaktır.

Şimdi eski yazılarından devam edelim:

"…İnancı ve ideolojisi farklı olan fertler ve gruplar -başka türlüsü mümkün olmadığındainançlarını, dünya görüşlerini muhafaza ederek farklı olanlarla ortak alanı düzenleyen bir sözleşme (mesela anayasa) çerçevesinde birlikte yaşayabilirler, bir ülkenin vatandaşları olabilirler.."

Böylece Karaman biraz karmaşık bir yoldan da olsa, Müslümanları ve laikleri ayrıştırıyor...

Ama "başka türlüsü mümkün olmadığında", birlikte yaşayabileceklerini söylüyor.

Bu anlamda bir "tahammül" olayını devreye sokuyor ve böylece insanların temel hak ve özgürlüklerini çoğunluğun merhametine bırakıyor!

***

Şimdi 8 Kasım 2013 tarihli "Çoğunluğu Kale Almamak" başlıklı çok daha yeni bir yazısına bakalım:

"…Liberallere göre onsekiz yaşını doldurmuş insanlar; öğrenci, memur, sivil, yaşlı, genç ne olurlarsa olsunlar, evli olmasalar bir mekânda evli gibi yaşayabilirler.
Üstelik bir mekânda yalnız bir çiftin çiftleşmesine (nikâhsız bir çift teşkil etmelerine) değil, birden fazla çiftin yaşamasına da bir engel yoktur.

Diyelim ki bu bireysel haktır, toplum içinde azınlık da olsalar demokrasi bunlara bu hakkı tanır.
Çoğunluğa göre bu durum ahlaksızlık, rezillik, onursuzluk, ayıp, günah (zina), düşüklük…
olarak kabul ediliyorsa durum ne olacak.

Ben söyleyeyim: Toplum (apartman, mahalle, çevre…) buna tepki gösterecek, çirkin duruma bir şekilde müdahale edecek, mahalle baskısı yapacaktır.
Baskıya maruz kalanlar medyayı ve devlet kurumlarını kullanarak yardım isteyecekler, medya karışacak, devlet kurumları da baskıyı engelleme bakımından gevşek davranacaktır"

***

Görülüyor ki, Sayın Karaman eski yazılarıyla gayet tutarlı bir biçimde, demokrasi adına çoğunluğa atıf yapıyor ve "mahalle baskısını" devreye sokuyor…

Bireyin temel hak ve özgürlükleri yerine çoğunluğun baskısını savunuyor!

Arkası salı gününe.

0000

Hasan Pulur . Palavracılar!

Arkadaş anlattıkça, Hakan Evrensel'in "Güneydoğu Hikayeleri"nden biri aklımıza geldi.
Sonra da daha neler neler?

Hakan Evrensel, yanılmıyorsak, Güneydoğu'da terörün en azgın olduğu yıllarda muvazzaf subay...

Bir emir gelir:

"Erata gelen ya da gönderdikleri mektuplara göz atın"

Hemen, "İnsan Hakları" diye atlamayın, bu askerlik ve savaş...

Bazıları bilerek karşı propagandaya kapılırlar, bazıları yazdığı mektuplarla...

***

Bir erin mektubu dikkatlerini çekti:

Öyle kahraman askerdir ki, yazdığı mektupları okuyunca, gözler yaşarır.
Önce uzaktan izletirler, hele bir mektubunda; olacak iş değil, neler yazmıştır neler:

"Geçen helikopterle baskına gidiyorduk, birden pilot 'Eyvah' dedi.
Çünkü yanımızdaki helikopterin yakıtı tükenmiş, şimdi ne olacak?"

***

"Ben çıktım, 'Yaparım' dedim, Yan yana uçuyoruz, kapıyı açtım.
Bir bidon benzini verdim, helikopter kurtuldu"

***

Kimbilir, bu mektup köye, mahalleye gidince, neler olacaktır?

Düğün yeri, silaha sarılan askerlerin şerefine sıkar!

Üsteğmen de, bu kahraman askeri çağırır:

"Oğlum, nereden uyduruyorsun bu palavraları?"

Asker, boynu bükük:

"Mesela dedik kumandanım!"

Asker de, komando filan değil, mutfakta aşçı yamağı!

***

Şimdi bu hikayenin "Eski Bab-ı ali", "Yeni Medya" ile ilgisi var mı?

***

Bizim gibi, 60 yıldır bu işlerle uğraşan birinin aklına gelir.

***

İşine son verilen gazetecinin biri, anlatıyormuş, uzun uzun patron yağdanlığı yaptıktan sonra...

Sormuşlar:

"Niye ayrıldın?"

Ne desinler "Seni niye kovdular?" diye mi sorsunlar?

***

O da anlatmış:

"Patron, geçen gün beni çağırdı, dilinin altında bakla var ama çıkaramıyor, kıvranıyor, sonunda dayanamadı:

Bak beyefendi seni istemiyor, ben çok dayandım ama gücüm yetmedi, ya seni çıkaracağım, ya bizi desteklemeyecek.

Ben de, al gazeteni başına çal, dedim, vurdum kapıyı çıktım"

Adam, havada benzin nakleden, akıtan er gibi.

Külliyen yalan!

***

"Beyefendi", onun gazetede ne iş yaptığını bile bilmez!

Dedik ya, helikoptere havadan benzin akıtan, nakleden aşçı yamağı gibi...

Bakın, nereden nereye?

Böyledir bu işler!

Uydurmak bile zor!

Hele inandırmak!

0000

Oktay Akbal : O Ağaç Orada...

Ne zaman baksam o ağaç orada.
Sanki birini bekliyor gibi.
Kim gelip dallarımı kesecek diye.
Ormana dönmüş eski kayısı?
Eski dostumdur o ağaç, bu ağaç, ötekisi...
Bahane aramak bugünkü yaşam sıkıntısına...

Çocukluğuma geliyorum.
Gerçekte onu kendim çağırıyorum.
Renk renktir kişinin aydınlığını yeniden kurmak.
Arada bir dostunun, bir sevdiğinin yanında olması.
Bu bitmez bir arzudur.
El ele tutuşmak arada bir.
Tek olmaktan çıkıp çoğalmak budur işte.

Uzaklardaydım.
Gel dedi bir ses.
Sağa sola baktım kimse yok.
Hişt hişt diyen de.
Ben onları kendi gücümle yarattım.
Yazı, şiir, nesir değil, hepsi iç sızlamaları.
Günlük eski sıkıntılardan kendini kurtarmak çabası.

İşte sabah oldu.
Pencereyi açtım.
Nefis bir kasım kokusu.
Her ayın kokuları ayrıdır.
Güzelden çirkine kadar.
Sen insansın, sana sunulan güzellikleri istersin, ama seni dinleyen olursa.
Sanırsın ki iki satır bir şeyler yazdın mı her şey değişecek, bir kasım güneşi hiç satmayacak...

Binlerce satır yazan makinem hep elimin altındadır.
Neler mi onlar, o yazdıklarım, sizin okuduklarınız.
Yararlı oldu mu?
Bir yeni duyarlık kazandırdı mı?
Ya da eski duyarlığınız büsbütün bozuldu mu?
Böyledir kişi, her an bir başkası olmak...
Bir başkası ama kendinin bir başkası.

Yaşlanmak mı diyeceksiniz.
Sonu yok ya da var yaşamanın.
Seç hangisini istersen.
Sunulmuş sana hayat bir kez, al da kullan

Kütüphaneme baktım, yeni bir şey var mı diye.
Postacı arada bir gelip kapıya bir paket bırakır.
Bir yeni kitaptır.
Her yeni kitabı alıp beni bir başka yere götürdüğü için beklerim.
Yeni bir kitap, yeni bir dünya getirdiği için.
Aç Rimbaud'un, Dağlarca'nın dünyasını, hepsi sabahın renkleridir...

Bugün de bu kadar.
Yoksa defterler dolacak, kalem olsa yorulacağım, ama makine var emrimde.
O söz dinler, ne desem ne yapsam taa gençlik günlerinden bu yana.
Okursanız ne kazanırsınız bilmem, ama beni okumazsanız hiçbir şey kaybetmem.
O kadar işte...

0000

Ali Sirmen : Londra'da Bir Hafta Sonu

Sevgili,

Dayanışma Derneği'nin Başkanı Seniha Russel'ın, "Londra'ya bu ilk gelişiniz mi" sorusunu hüzünle yanıtladım:

- Buraya ilk geldiğimde siz daha doğmamıştınız bile.

Gerçekten de öyleydi.
Londra'ya ilk kez, genç bir gazeteci olarak 1967 yılında, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın resmi gezisini izlemek üzere adım atmıştım.

O sırada Paris'te yaşıyor olmama rağmen Londra'yı görünce çarpılmıştım.
Zaten bir süre dünyanın başkenti olan bu şehri görüp de çarpılmamak mümkün mü?

Gerçi yüzlerce kez kitaplarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz Londra, Paris, New York gibi dünya metropolleri karşısında "deja vu" (daha önce görmüşlük) duygusuna kapılmamak mümkün değil, ama yine de beni çarptı Majesteleri'nin başkenti.

Londra'ya gidince ne yapılır?

Bu sorunun yanıtını Melih Cevdet Anday örneğiyle yanıtlayalım..
Kendisiyle birlikte Londra'da bir toplantıya katılmış olan Gencay Şaylan'dan talebi şu olmuş Melih Bey'in:

- Londra'yı iyi biliyorsunuz, en çok Turner neredeyse beni oraya götürün lütfen.
Gencay Hoca Melih Bey'i Tate Gallery'e götürmüş.
M.C.Anday bir saat kadar başka bir şey katıp karıştırmadan, sadece Turner'i incelemiş, sonra da "Hadi" demiş"Şimdi bir pub'a gidip de İrlanda viskisi içelim!"

Kendisine ışığın ressamı da denen, empresyonizmin habercisi olarak nitelenen Turner'e bayıldığımdan, ben de aynı programı Mine ile yapmıştım.

***

Londra gezilerimden birinde de başıma gerçekten fıkra gibi bir olay geldi.

Hangi yıldı hatırlamıyorum.
Kaldığımız Mont Royal Oteli'nden çıkıp, tek başıma Marble Arche durağına gelmiştim.
Üzerimde Burberry's trençkot, başımda İngiliz bir kasket, pipomu tüttürüyor, otobüs bekliyordum.

Bir ara, İngilizleri taklit ederken, kendisine Türkçe seslenen hemşerisini "Cörmiy misun pen İncilizum" diye tersleyen Temel'in fıkrası geldi aklıma; gülümsedim.

Üstünden bir dakika bile geçmemişti ki, birisi yanıma yaklaştı ve sordu:

- Abi buradan kalkan otobüs Piccadily Circus'tan geçer mi?

Bir kahkaha patlattım, adam şaşırdı.
Sonra kucak dolusu gülerek yanıtladım:

- Geçer kardeşim geçer, ben de oraya gidiyorum, gel birlikte bekleyelim!

Bu kez Londra'ya bir Türk derneğinin davetlisi olarak, "Türkiye nereye gidiyor?" konulu bir panele katılmak üzere gelmiştim.
Süheyl Batum, Uğur Dündar ve Atilla Sertel'in konuşmacı olduğu, Saat 17'de başlayan panel, gece 22.30'da zorla sona ererken, ilgi hâlâ çok canlıydı.

Salondaki dinleyiciler vücutlarıyla İngiltere'de, akıllarıyla, gönülleriyle Türkiye'de idiler sanki.

Bu durum oradaki insanlarımızın, bulundukları ülkeye uyum sağlayamamalarından kaynaklanmıyor.
Aksine, eğitim düzeyleri yüksek olduğundan uyum sorunları da az.

***

Eski imparatorluk olan İngiltere göçmen dolu.
Dalga dalga yayılan imparatorluk geri çekilmekle kalmamış, eski sömürgelerin insanları da dalga dalga oraya göçmüşler.

Hindistan'a gidip oraya hükmeden İngilizler, şimdi ülkelerindeki Hintli "istilası!?" karşısında hiçbir şey söylemesinler!
Çünkü bu "etme bulma dünyası"...

Tarihin en önemli taşlarını hep göçmenler döşemişlerdir gibi gelir bana.

Şöyle Anadolu'ya bir bak!
Göreceksin ki, nice göçe kucak açmış; bir diyardır.

Londra'da rastladığım göçmenlerimiz, kalkıp buraya göçerken Türkiye tutkularını, kaygılarını, sevgilerini, hasretlerini de birlikte taşıyıp getirmişler.

Londra'da bir hafta sonu görülebilecek olanları gördüm, publara gittim, sokaklarda dolaştım.
Londonay'dan kenti seyrettim.

Bütün bu zaman zarfında eski filmlerde hep sisli, her zaman yağmurlu gördüğüm Londra'da ne sis ne pus ne yağmur vardı.

Pazar akşamı aslında Washigton'da oturan, ama Londra'daki oğulları Can Uran ve torunlarını görmeye Londra'ya gelmiş olan can dostlarım Leyla ve Tevfik Uran ile Chelsee'deki mahalle pub'ında otururken yağmur başladı.

Yağmur Londra'da başladığında biz üçümüz önümüzde biralarımız, Londra - Washigton - İstanbul arasında geçmişten günümüze, bugünden düne zikzaklar çizerek gidip geliyorduk, yağmur sanki gençlik anılarımızı ıslatıyor gibiydi.

0000

Hikmet Çetinkaya : Kanlı Zaman Tarihi...

Bu ölümler karşısında sen ağlarken kimselere görünmeden...

Yıldız yağmuru altında yürürken...

Kardeş olacakken, sevecekken birden vazgeçip, birbirlerini öldürürken...

Sınır boylarında, derin vadilerde...

Bir kalbimiz var, iki gözümüz, iki elimiz, parmaklarımız.

Nereye gömdük sevgiyi, aşkı, sevdayı?

Nereye gömdük genç ölülerimizi?

Hayatı!

Renkleri!

Özlemi!

Umudu!

İki yüzümüz oldu hep, yalanı dolanı çok sevdik...

Sömürüyü!

Sınıf temeline dayalı solculuğu niçin bırakıp vahşi kapitalizme, küreselleşmeye teslim ettik.

Utanmadan sıkılmadan televizyon ekranlarına çıkıp, "Biz Marksist öğretiyi sosyalist olmak sandık" diye hayıflanıyorlar.

Üstelik üstüne basa basa...

Yüzleri kızarmadan!

Evet iki yüzümüz vardı ya bizim, böyle yaparak işin içinden sıyrılmak kolay.

AKP'yi övmek, hiç fena değil!

Bir program kaparsın, bir yerlerden boy gösterip cebini doldurursun!

Anlat anlat...

Bilim insanıydık, gençleri böyle avutur, Gezi Direnişi'ni "Onların yüzde 90'ı Kemalist, darbeci ve CHP'liydi" derdik.

Bu da cilası olurdu işin!

Ve yine o kızarmayan öteki yüzümüzle yumruğumuzu sıkıp bağırırdık:

"Gençlik yıllarımız, orta yaşlarımız kör Marksizmin tutsağı olarak geçti.."

***

Vahşi kapitalizmin ekonomik, rantsal, finansal, küresel, yağmasal düzeninde varsıl daha varsıl olurken yoksul daha yoksul oldu...

Duvarlar örüldü...

Yoksulların oyları alınarak o duvarlara dikenli teller çekilip kırmızı çizgiler çizildi...

Şaşkındık!

Gerçeği gördük ama gözlerimizi yumduk!

Sınıfsal dönüşüm oldu kentsel dönüşüm...

Yağma!

Talan!

Vurgun!

Soygun!

Ey millet demokrasi geliyor uyanın, oylarınızı bize verin...

Neo-vurgunsal, düzenbaz, Hacivat, Karagöz, yağmasal...

Ampul yandı!

Sabah oldu sandık!

Suriyeli sığınmacılar İstanbul'u mesken tuttu...

Çocuklar, genç kızlar, kadınlar, erkekler.

Taksim'de dileniyordu.

Nerede kalıyorlar, yatıyorlar, kimse bilmiyordu.

İslam dünyasında oynanan oyuna "Müslüman Kardeşler"le birlikte katılmak isteyen Türkiye, Mursi'nin askeri darbeyle devrilmesinin ardından şaşırıp kaldı.

Çaresizlik içindeydi...

Mursi'ye sahip çıktı, ABD kaşını kaldırdı, anlamadı.

Ve dün Mısır, Türkiye'den "Kahire Büyükelçisi'nin geri çekilmesini" istedi.

Oysa biz birbirimizi yemekle, yerel seçim hesaplarıyla uğraşıyorduk.

Dış politikada attığımız her adım Türkiye'yi çıkmaz sokağa götürüyordu.

Suriye'de "Müslüman Kardeşler"le oynadığımız oyun, El Kaide'nin işine yaramıştı...

Kim kalmıştı geriye?

Kardeşim Barzani...

O da zaten devlet falan değildi!

***

O duvarlar, tel örgüler, kırmızı çizgiler...

Hayatın akışı...

O yaşam sevinci bazen gecenin karanlığında açardı.

Gün ağardı, şafak vakti!

İnsanın düşünde o özlem, o yürek acısı, yalnızlık.

Bir sonbahar sıcağı, dağlar, vadiler, yamaçlar...

Gizemli bir serüven!

Yaşamın bittiği yere düşen bir yaprak!

Bu savaşlar, akan kan, öldürülen çocuklar...

Geriye dönüp baktığımızda neden kurulmuyor yeni bir dünya, silahlar niçin susmuyor?

Geceleri yıldızlar başka yola akıp yağmur gibi yağdığında, belki yeni umutlar açar gün ışıdığında...

Gökyüzü her zamanki yerindedir.

Rüzgâra açık evlerimizde ya da bir düşünce ormanında kendi hikâyemizi yazarken...

Üşürken çocuklarımız soğukta.

Bir el uzanırken halkların kardeşliği için, bırakın din kardeşliğini, vicdanınız varsa!

Bırakın herkes kendi dinini, inancını yaşasın, dilini öğrensin.

İnançlı-inançsız neden bir arada yaşamasın!

0000

Güray Öz : Anılar Öğretir mi?

Kişisel tarihiniz yaşadığınız ülkenin tarihiyle örtüşüyorsa, siyasetin bire bir tanığıysanız, kimi zaman da içindeyseniz, anlattıklarınız artık sizin kişisel tarihiniz olmaktan çıkar.
Altan Öymen'in, Altan Abi'nin dört kitapta toplanan, devamını beklediğimiz anıları da işte bu türden.
Özellikle "...
ve İhtilal"
adını koyduğu dördüncü kitap günümüzün siyasi tablosunu anlamak bakımından da ilginç anılar içeriyor.
Dördüncü kitap, nasıl planlandığı, nasıl gerçekleştirildiği daha sonra ortaya çıkan 6-7 Eylül 1955 olayları ile başlayan ve 27 Mayıs'la sonlanan tarih kesitinin ibretlik olaylarını anlatıyor.

İbretliktir, çünkü yaşadığımız son 10 yılın o yılların bir tür tekrarı olduğu izlenimine kapılıyor insan.
Pek çok bakımdan bugün yaşadıklarımızın tarihin o kesitinde neredeyse aynı şekilde yaşanmış olması, Türkiye'de siyasetin geçmişten dersler çıkarmadığını mı anlatır, yoksa gücün, iktidarın sihirli değneğinin hep aynı oyunu oynadığını mı gösterir bilemedim.

Ama benzerlikler çok çarpıcıdır.

***

O yılların şöhretli muhaliflerinden Osman Bölükbaşı'nın şu sözlerini kitaptan aktarmak, herhalde bu benzerliği kanıtlamak açısından yeterli olacaktır.
Şöyle diyor Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin lideri Bölükbaşı Meclis'te yaptığı konuşmada:
"Demokrat Parti başındakiler halkın rağmına da olsa işbaşında kalabilmek için memleketteki bütün muhalefet kuvvetlerini ve mukavemet yuvalarını kırmak, dağıtmak istiyorlar.
Üniversite bir yolla susturulmuştur, adliye cihazına, iktidarın arzusu dışında iş yapamayacağı anlatılmıştır.
Barolara kılıcın ucu gösterilmiştir.
Şimdi de bu kanunla matbuat ve söz hürriyeti itaat altına alınmakta ve tenkit müessesesi yok edilmek istenmektedir.
Yakında getirileceğindan bahsedilmekte olan umumi içtimalara (toplantılara) dair kanunun tadili ile de toplantı hürriyeti ortadan kaldırılacaktır"
(sy.317)

Bölükbaşı'nın söyledikleri daha sonra bir bir gerçekleşti.
İş muhalefin toptan susturulmasına, Meclis'te kurulan Tahkikat Encümeni'ne mahkeme yetkilerinin tanınmasına kadar uzandı.

***

Bölükbaşı'nın sözünü ettiği toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin yasanın görüşülmesi sırasında, yapılan konuşmalar da günümüzdeki kimi gelişmelere ışık tutabilir.
İktidar milletvekilleri, muhalefet Meclis'i terk ettiği için kendi aralarında tartışıyorlar: Yasa teklifinin 13.maddesi gösteri yürüyüşlerinin silahla nasıl dağıtılacağını esasa bağlıyor.
İktidar milletvekili Kemal Balta "itiraz" ediyor:
"Efendim, hakikaten bu maddenin nihayetindeki fıkra, zabıta amirine ihtardan sonra bunu dinlemezlerse gelişigüzel silah kullanılması yetkisini veriyor, ki doğru değildir.
Gelişigüzel silah atılırsa suni taksiri olmayan vatandaşlara yazık olur.
Bunun için silah atılacaksa toplantıyı tertip edenlere tevcih edilmesini teklif ederim"

Ahmet Hamdi Sancar yanıtlıyor:
"İhtara rağmen, su serpilmesine, göz yaşartıcı gaz sıkılmasına rağmen çekilmeyen bir kimsenin mütemerrit (dikbaşlı) bir suçlu olmadığını kim iddia eder.
Kanuna karşı gelen şuursuz bir kitle ve son derece muannit (inatçı) bir topluluğa bundan daha müessir bir çaba düşünmek imkânı yoktur"
(sy.351)

***

Biliyorum şimdi günümüzün ölümle sonuçlanan, göz çıkartan olaylarını düşünüyor ve "ne kadar ilerlemişiz" diyorsunuzdur.
İşte tam da bu nedenle Altan Abi'nin kitabı yalnızca o günleri anlamak için değil, bu günleri anlamak, "ne kadar ilerlediğimizi" görebilmek için de okunması gereken bir eserdir.

Anı kitapları her zaman çekicidir, kendilerini okuturlar.
Herkes için öyle midir bilemem ama öğreticidirler de"...
ve İhtilal"
i okuyanlar içtenliğin ve tarihe nesnel tanıklık etmenin, üstelik günümüze ışık tutmanın en güzel örneğini okumuş olacaklardır.

0000

Mustafa Mutlu: Cemaatin elinde Basbakan'in ve bakanlarin kasedi var mi?

Mustafa Mutlu: Cemaatin elinde Başbakan'ın ve bakanların kasedi var mı?

Deniz Baykal'ı yıllar önce koltuğundan eden seks kasetini çekenler ve internette yayınlayanlar belli oldu mu?

Hayır!

Genel seçimlerden önce MHP'li parti yöneticilerinin ve milletvekili adaylarının benzer görüntülerini yayınlayanlar bulunup hesap soruldu mu?

Hayır!

Ergenekon davasında yargılanan Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin telefonuna, Hizbut Tahrir örgütüne üye adamların telefon numaralarını "sehven" yükleyenler cezalandırıldı mı?

Hayır!

Gazeteci Soner Yalçın'ın, Barış Terkoğlu'nun, Barış Pehlivan'ın, Müyesser Yıldız'ın bilgisayarlarına "Truva Atı" mesajlar gönderip, onları hapishanelere tıktıranlar yakalandı mı?

Hayır!

Deniz Kuvvetleri'ndeki yüzlerce onurlu subayı sahte CD'lerle "denize dökenler" araştırıldı mı?

Hayır!

Ve tüm bu olaylar, Başbakan tarafından "siyaset malzemesi" yapıldı mı?

Evet!

***

Yukarıda sıraladığım "komploları" neden hatırlattım, biliyor musunuz?

Önce MİT, şimdi de dershanelerin kapatılması tartışmalarında su yüzüne çıkan "iktidar-cemaat sürtüşmesi"nin içyüzünü anlatabilmek için…

Dünkü bahane, MİT'ti; bugün dershaneler…

Bu kavganın asıl nedeni, Başbakan'ın yüreğine düşen korku!

Kendi elleriyle besleyip büyüttüğü, devletin kalbine yerleştirdiği cemaatin, artık kendi varlığını tehdit edebilecek kadar büyüdüğünü gördü.

Cemaatin elindeki "dinleme, izleme ve kaydetme" gücünün, kendisini de hedef aldığını anladı.

Yani, elindeki silahın namlusu kendisine döndü.

Cemaat, "Bize daha fazla milletvekili ver.
Daha çok kadro ayır.
Pastanın en büyük dilimini bize yedir.
Aksi halde Baykal'ı, MHP'lileri ve tüm muhaliflerini nasıl yaktıysak seni de yakarız"
demeye başladı!

***

Şimdi iki tarafa da soruyorum:

Cemaatin elinde Başbakan'a…
Başbakan yardımcılarına…
Bakanlara…
Eski bakanlara…
AKP'li milletvekillerine…
AKP'nin emrindeki üst düzey bürokratlara…

Ve AKP'nin valilerine ait "yasadışı dinleme ve izleme kayıtları" var mı?

Tek bir kişi bile çıkıp, "Hayır, asla böyle bir şey yok" diyebilir mi?

***

Yok; dershaneler kapatılacakmış da cemaat bunu istemiyormuş da…

Hepsi palavra…

Tek gerçek var:

O da iktidarın, cemaatin artık kendisine verilen rolü küçük bulduğu…

Başrol istediği…

Elindeki "kasetleri" de bunun için kullanıyor elbette!
Tabii; sadece ucunu göstererek!

Başbakan ise "yakayı daha fazla kaptırmamak ve iktidarına ortak yaratmamak" için direniyor!

***

Peki; iş bu noktaya gelmişken, anlaşma sağlanır mı?
Kılıçlar kınlarına sokulup, barış çubukları yakılır mı?

Hiç kuşkunuz olmasın; evet!

Çünkü iki taraf da daha fazla riski göze alamaz.

Bu kavganın "tek yenileni olmayacağını" ikisi de bilir!

Ve daha dün Başbakan'a "yalancı mum" diyen Fethullah Gülen, tıpkı son seçimlerden önce olduğu gibi "Mezardakilere bile oy kullandırıp AK Parti'yi destekleyin" diye fetva verir!

Keşke yanılsam; ancak doğanın kuralıdır bu:

Herkes kimi ne kadar ısıracağını iyi bilir!

MALTEPE'DEYİZ!

Aydınlık okurları çığ gibi büyüyor, büyüdükçe de birbirlerini bulup dost oluyor, kardeş oluyor, ülkenin aydınlanması mücadelesinde yoldaş oluyor!

Maltepeli Aydınlık Okurları da bu gruplardan biri…

Yarın (24 Kasım) saat 10.30′da Maltepe Belediyesi Küçükyalı Evlendirme Dairesi'nde (Küçükyalı sahilinde) bir kahvaltı düzenliyorlar.

Aydınlık Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İlker Yücel ile beni de konuk olarak davet ettiler.

Kısacası; çoğunu daha önce meydanlarda, mahkeme salonlarında, eylemlerde görüp sevdiğim "yeni ailem"in üyeleriyle ilk kez buluşup kucaklaşacağım.

Nerede olursanız olun…

Sizi de bekliyoruz!

GÜNÜN SORUSU

Başbakan, Ahmet Kaya'yı protesto edenlerin hepsinin "Gezici" olduğunu iddia etmişti…
Meğer, bir zamanlar "sözcüsü" olan Akif Beki'nin karısı şarkıcı Zara da o protestoculardan biriymiş…
Sorum Akif Beki'ye:

Ne yapacaksın şimdi kardeş?

'Faiz lobisi' AKP'li çıktı!

Başbakan, her fırsatta Haziran Direnişi'nin "faiz lobisi"nin işi olduğunu söylüyordu ya…
Maliye aylarca banka hesaplarını didik didik etmiş ama bu lobiyi bulamamış.

Benzer bir çalışmayı Sermaye Piyasası Kurulu da yapmış…

İncelemelerde, Haziran Direnişi sırasında yoğun işlem yapan kişiler arasında, hükümete yakın işadamları ve AKP'li bazı milletvekillerinin olduğu ortaya çıkmış.

SPK Başkanı'na soruyorum:

Açıklayın şu "faiz lobisi"ni de kim olduklarını isim isim bilelim!

Günün İsyanı!

"Ben bilmem, büyüklerim bilir" diyerek siyasi konularda pek konuşmayan eski futbolcu AKP Milletvekili Hakan Şükür, attığı tweet'lerle iktidar-cemaat kavgasında cemaatten yana tavır almış…
İsyanım kendisine:

Bu tweet'leri atmadan önce hangi "büyüklerine" danıştın?

AYDINLIK

0000

Sahin Erkenez : NEJAT UYGURUN OLUMUNU ANLATAN SIIRI...

NEJAT UYGURUN ÖLÜMÜNÜ ANLATAN ŞİİRİ

Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Nejat Uygur'un son şiirini eşi Nejla Uygur gözyaşları içinde okudu.

Nejla Uygur, "Nejat'ın ölümünden sonrasını anlattığı bir şiiri var.
Çoğu kimse bilmez"
diyerek ve sesi boğularak gözyaşları içerisinde sesi titreye titreye okuyor bütün şiiri.

İşte Nejat Uygur'un son şiiri:

Biliyorum caminin avlusunda toplanan kalabalık bana değil

Gelen ünlüleri görmek için

'Aa, o da burda, şu da burda!' deyip

Beni musalla taşında unutanları görüyorum

Hayatımda ilk defa katıla katıla gülüyorum

Çünkü, kırkım dolmadan unutulacağımı biliyorum.

Yaşlı bir selvi ağacının gölgesinde oturup

Yılların yorgunluğunu çıkarıyorum

Birden önümden sırasıyla Nisa'lar, Tolga'lar, Sadri'ler

Daha birçok sanatçılar geçiyor.

Selam veriyorum, hiçbiri görmüyor.

Sesleniyorum: 'Anne, ben buradayım.
Baba, ben buradayım.'

Sesleniyorum ama kimse duymuyor.

Eşime sesleniyorum: 'Nerde benim yamalı elbiselerim, boyalarım?'

Çocuklarım burada beni niye yalnız bıraktınız?

Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum.

Günahımla sevabımla Allah'a sığınıyorum

 


a45UyF587661-201307301451-10

  ^^^^^ - vvvvv

 

zaryop:jaro

Yunus Emre
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.com/


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder