Bakın ne de güzel bilimsel girmişler konuya. Konuşan psikoterapist. Türk toplumuna psikoterapi yapıyor. Sorular ve cevaplar Alman futbolu gibi, paslaşmalı. Konuya Kürt ayrılıkçılığından, ama ayrılıkçıya empati ve sempati göstererek girmiş. Ölenlerin, öldürenlerin zavallılığından, kurban oluşlarından devam etmiş. TSK, bürokratlar ve devlet ise ceberrut, şiddetten ekmek yiyenler olmuş. Tutulan yasların, samimiyetsizliğinden, intikam hissinin fenalığından da bahsettikten sonraaaaa, En sonunda kalenin önüne gelmiş, bir pas daha ve goooooool.
İşte böyle, şimdi ben bu vatandaşın etnik geçmişinden şüphe etmiyeyim de ne yapayım? Lar, lar deyip duruyorum, gerçekten çoğul ekini kullanırken bilinçli bir tercihtir bunu da bilesiniz. Emin olun 2150 yılında bir uzay kapsülünde dahi bu münakaşalar sürecek, diş ağrısı gibi sürekli olacak, sızı verecek, ama alışacağız. En iyi farkında olun. |
|
Türkiye hayata küstü!
-
22.10.2012 - 12:47
Her gün cenaze kaldıran bir ülkede yaşamak bize ne yaptı? Psikoterapist Alper Hasanoğlu anlatıyor..
Radikal'den Berrin Karakaş psikiyatr Alper Hasanoğlu ile her gün ölüm izlemenin ruhumuzu ne hale getirdiğini konuştu.
İşte o röportaj:
Ülkede bir savaş var.
Her akşam haberlerde seyrediyoruz ölümü.
Neden sönmüyor içimizde intikam ateşi?
Alper Hasanoğlu Radikal'deki yazılarında ilişkilerden bahsederdi.
Son zamanlarda toplumsal meselelere de el attı.
Keza ortalığı kan götürürken anlaşamayan çiftler üzerine yazmak olmuyordu.
Öteki türlüsü de mantıklı değildi çünkü Hasanoğlu'nun uzmanlık alanı değildi.
Topluca yaşadığımız hayata küsme bozukluğunun bir tezahürü de bu olsa gerekti.
"Bir şeyi değiştirmenin ilk olmazsa olmaz koşulu bir şeyin var olduğunu kabul etmektir" diyor Hasanoğlu.
'Babamız' ısrarla "Kürt sorunu yoktur" derken de ölümler devam ediyor.
Varoluşçuluk felsefesinin önemli isimlerinden Nazi döneminde yaşamış ve ancak soykırım kendine dokunduğunda ses verebilmiş filozof Karl Jaspers'ı hatırlatıyor.
Jaspers'ın toplumsal suçluluk üzerine yazdıklarından hareketle diyor ki:
"Türk ulusu suçludur."
Bir psikoterapist olarak nasıl yorumlarınız: Haberleri her gün cenazelerle açılan bir ülke, o cenazelerin başında ağlamaya çalışan komutanlar, şov yapan siyasiler…
Çok histerik bir tablo.
Histeri denince kadın akla gelir kötü bir şekilde ama erkek histerik bir tablo, orada ayılıp bayılan adamlar.
Samimi olduklarına inanmıyorum.
Terapi içinde bir korkuyu ortadan kaldırmak için yaptığımız şey bizim, o korkuyu tekrar tekrar yaşatmaktır.
Yüksekten korkuyorsanız yükseğe çıkartırız defalarca ve bedeniniz alışır.
Bu yaşananlar da artık insanların alışmış olması.
En kötüsü de bu değil mi? Durumu kanıksamak artık.
İnsanların ölümüne alışmak kadar korkunç bir şey yok ama savaşlarda böyledir.
İkinci Dünya Savaşı'nda beş yıl boyunca milyonlarca insan öldü.
Sonuçta o insanlar akşamları âşık olmaya da devam ettiler.
Yas tutabilmek için de bir şeylerin bitmesi lazım.
Devam ettikçe yas değil, intikam duyguları oluyor.
Bir ölümün arkasından gerçekten yas tutabilmek için aslında öyle ya da böyle doğal yollardan ölmesi gerekiyor.
Kürt-Türk, taraflar fark etmez bu gençler öldürülüyor.
O zaman intikam almak istiyorsunuz, yas tutmak istemiyorsunuz.
İntikam alamayınca da patolojik bir yasa dönüşebiliyor ve korkunç bir öfke oluşuyor.
O öfke de saçma sapan şeyler yapmaya sebep olabiliyor.
Hiçbir zaman hayat sadece psikoterapi ile açıklanamaz ama bir sürü başka sebeplerin de yanında bu savaşın bu kadar uzun sürmesinin bu patolojik yasa da bağlı olduğunu düşünüyorum biraz.
İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar çünkü yası tutamıyorlar.
Ve travma sonrası tarif edilen post-travmatik hayata küsme bozukluğu başlıyor.
Bunu İsviçre'de göçmenlerde çok gözlemlemiştim.
Ölümle doğrudan yüzleşen ve ölüm korkusu yaşayan insanlarda, mesela savaşmak zorunda kalan askerlerde de oluyor.
Askerlik zaten başlı başına bir travma olsa gerek...
Hiç yardım edilmeyen korkunç bir kitle var.
Terhis oluyor, kimse onları hayata hazırlamıyor.
"Bin otobüse, git" diyorlar.
Evine geliyor ve herkes yaşamaya devam ediyor.
O ise iki gün evvel birinin kafasına kurşun sıkmış.
Buna alışabilmeniz mümkün değil.
Militer psikiyatrinin en büyük işinin bu olması lazım.
Post-travmatik stres bozukluğu konusunda dünyanın en iyisi İsrail'dir.
Çünkü orada savaş var ama bilim var olduğu için Yahudiler'de, onlar yapabiliyorlar.
Biz ne yapıyoruz?
Bizim militer psikiyatrinin bu konuda dünyanın en iyilerinden olması gerekirken sıfırlar.
Peki bu savaşı izleyenlere neler oluyor?
Doğrudan ölümle yüzleşmiyorsanız post-travmatik stres bozukluğu gelişmiyor ve intikam noktasına geliniyor.
İntikamı hayata geçirmiyorlar ama intikam fantezileri kurarak kendilerini iyi hissediyorlar.
Bu hastalık boyutuna geliyor.
İntikam fantezileriyle yaşamak.
Güneydoğu'da ölümler olurken biz buradayız.
Görmüyoruz.
Ölümle yüzleşemiyoruz.
Sonra Sırrı Sakık'ın ölen oğlunun ardından yazılanlar geliyor:
"Babası da ölsün", "Bunlar topluca ölsünler..."
Patolojik bir yas yaşıyor herkes.
Bir yandan da yas niyetine konserler iptal ediliyor...
Bu da patolojik yasın, hayata küsme bozukluğunun bir parçası.
Bu savaş orada savaşan insanlarda travma yaratırken buradakileri de hayata küstürüyor.
Ama o kadar da korkunç etkilenmedikleri için yalnızca vicdan ve sorumluluk duygusuyla bazı şeyleri yapmaya kendilerini zorluyorlar.
Halbuki bundan çıkmanın yolu bu değil.
O konsere gitmeye, yemeye, içmeye devam edecek.
İntikamcılar ne olacak?
O intikam semptomunu da intikam alarak değil daha rasyonel düşünerek halletmeleri gerek.
İki milyon kişi Ankara'ya yürüse Ankara'dakiler de tutuşur, başka türlü görmeye çalışır.
Ankara'dakiler mi tutuşur yoksa yürüyenleri mi tutuştururlar?
İki milyon yürürse tutuşturmaya cesaret edemezler.
Peki neden yürüyemiyor iki milyon kişi sizce?
Toplumumuz için 'babasız toplum' tespitim var.
Babası olmayan bireylerden oluşan bir toplum.
Babalar babalık yapmıyor.
Anne ne olursa olsun çocuk için korumayı, kollamayı, şefkati, teselliyi temsil ederken baba risk almayı, aldığı kararı hayata geçirmeyi, otonomiyi, bağımsızlığı temsil eder biraz.
Anne rolünü uyguluyor ama yaşı 35'ten büyük olan kuşağın çoğunlukla babalık görevini yerine getiren bir babası olmadı.
Kucağına bile almaz baba.
Bu yüzden de durmaksızın babaya ihtiyaç duyuyoruz:
Süleyman Demirel , Tayyip Erdoğan… Yönlendirilmeye ihtiyacımız var.
Birilerinin "Yürü" demesi lazım ama daha büyük baba da "Yürürsen döverim" diyor.
Yürüyemediğin, bir karar alamadığında oluşan suçluluk duygusu da dini tevekkülle örtülüyor.
Dini de farkında olmadan kullanıyorsun.
1915'te yaşananlarla hesaplaşılsa, o yas tutulsa devamı da gelmez mi?
1915'in yasını tutamayız, biz ölmedik.
Biz özrünü dilemeliyiz.
Af dilememiz, suçlu hissetmemiz ve "Senin için ne yapabiliriz?" dememiz lazım.
Özür dilediğimizde bize bir şey olmadığını göreceğiz ama özür dilersek yok olup gideceğiz korkusu var çünkü ağır narsist bir toplumuz.
Bizde aşağılayıcı bir şey olarak kabul ediliyor eleştiri.
Halbuki yapıcı bir şeydir.
Birbirinin sözünü keserek durmaksızın haklı olmaya çalışıyoruz.
Kadın-erkek ilişkilerinden televizyon programına böyle.
Bu kadar ağır narsizm altında özür dilersem ezilirim düşüncesi var.
70 milyonun çoğu, Kürtler topraklarımızı almak istiyor diye düşünüyor.
Düşünmüyor ki Türk buraya gelmeden evvel Kürt bu topraklardaydı.
Ermeniler de öyle.
Bütün dünya, hakemler bile bize karşı.
Yetersizlik "Ben yetersizim" diye tezahür etmiyor.
"Ben mükemmelim, bana haksızlık yapılıyor" diye tezahür ediyor.
http://haber.gazetevatan.com/turkiye-hayata-kustu/488688/1/G%C3%BCndem#.UIUhDIa71qE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder