AKP piyasa istikrarı, darbe tehlikesi gibi korkuları kullanarak giderek kendisine benzettiği bir ülke yaratıyor
Ünlü Fransız filozof Alain Badiou, 'Sarkozy'nin Anlamı' (2007) adlı kitabında, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin iktidarını muhafazakâr bir korku algısı üzerine inşa ettiğini yazar. Badiou, özellikle de insanların piyasanın keyfine teslim edildiği bir endişe ortamında, Sarkozy'nin öfkeli kitlelerin karşısına hedef olarak göçmenleri, solcuları, varoşlardaki gençleri bir korku öğesi gibi çıkardığını belirtir. Sarkozy'nin tüm bu "öcülerle" mücadele için gösterdiği tek adres ise yine kendisidir! Fransa'dan Türkiye'ye dönersek, Erdoğan ve partisinin ülkemizde gerçekleştirdiği siyasi, iktisadi ve ideolojik dönüşümün korku siyasetiyle benzer bir ilişki içinde olduğunu söyleyemez miyiz? Son yıllarda laik orta sınıfların "yaşam tarzı" ile ilgili kaygıları ya da muhalefetin "laiklikle korkutması" üzerine yazmak son derece yaygınlaşmışken, AKP'nin işleyiş biçimi için olmazsa olmaz nitelikteki korku öğelerinin gözden kaçırılmaması gerekir. Başta seçim sürecinde olmak üzere, 2011'in bunların yoğunlaşacağı bir yıl olacağını öngörebiliriz.
Korku öğeleri
Bu öğelerden ilki ve belki de en köklü olanı, AKP'nin "piyasanın istikrarını" göstererek korkutması. Yani AKP düzenli olarak, herhangi bir muhalefet girişimini, bunun "istikrar ortamını" bozacağı tehdidiyle geçersiz kılmaya çalışır. Bu istikrar söylemi, sekiz yıldır cansiperane biçimde sarılınan neoliberal reformları şahit göstererek, AKP'nin her şeyden önce sermaye için vazgeçilmez nitelikte olduğunu vurgular. Örneğin Erdoğan'ın birkaç ay önce, "Ülkemizde giderek güçlenen güven ve istikrar, iş dünyamıza sağladığımız en büyük imkândır" demesi ya da referandumun hemen ardından Güler Sabancı'nın "Piyasalar 2011'de de sürpriz beklemiyor, genel seçimlerde de istikrarlı bir sonuç çıkacağına inanıyor, piyasalar bunu satın aldı" ifadelerini kullanması, son derece anlamlı. Diğer bir deyişle, istikrardan kasıt, sermaye birikiminin alt sınıfların yıkımı pahasına istikrarıdır: O zaman "durmak yok yola devam!"
Korku öğelerinin ikincisi, tıpkı durmadan "bilgisayarınız virüs tehditi altında olabilir!" mesajı vererek insanın yüreğini kaldıran virüs programları gibi, AKP'nin de "her an darbe olabilir!" tehdidiyle olağanüstü hâl algısını sürekli kılması. Nasıl ki bilgisayarımızın çökeceği korkusu içimize işlenirse, AKP'ye tüm varlığımızla destek vermezsek "nesnel olarak" darbenin önünü açtığımızdan korkmamız istenir. En son Burhan Kuzu'nun yumurta atan öğrencileri "Ergenekoncu" olarak nitelemesi, bu yöndeki absürdlüğün ulaştığı seviyeyi görünür kılması açısından önemliydi. Darbe ve vesayetçilikle korkutmanın en bariz özelliği ise, AKP'nin tüm antidemokratik icraatlarını ve bizzat devletleşmesini meşru kılmaya yönelik bir rol oynamasıdır. Egemen Bağış'ın "merhametli" olarak nitelediği polisin yerlerde tekmelediği öğrencilerimizin bir tekme de "özgürlükçü" köşe yazarlarından yemesi başka türlü nasıl açıklanabilir? Demek ki "ben vesayete vesayet demem, vesayet benim oldukça".
Üçüncüsü, AKP'nin Kürt meselesiyle korkutması ve bu ikili bir yol izler: Bir yandan milliyetçi-muhafazakâr kesime terör ve bölünme, diğer yandan Kürt hareketine askeri operasyon ve siyasi bertaraf korkusu aşılanır. Çözümün tek adresi olarak ise yine AKP'nin kendisi gösterilir. Erdoğan'ın geçen hafta MHP ve BDP'yi kastederek, "Hiç kimseye bu topraklar üzerinde ameliyat yaptırmayız... Milletin korkularını kaşıyarak oy hesabı yapanlara eyvallah demeyiz" şeklindeki açıklaması manidar. Zira AKP bu iki hareketin oy tabanını da kendi tekelindeki "Milli Birlik Projesi" içinde özümsemeye çalışır. Diğer bir deyişle, Kürt meselesinde "ameliyatı" kendi yapmazsa hastanın öleceği korkusu, AKP tarafından sıklıkla yeniden üretilir.
Dördüncü ve son olarak, AKP'nin ailevi ve ahlâki değerlerin elden gidiyor olduğu yönündeki korkuya yaptığı artan vurgudan söz edilebilir. Alkol ruhsatı olan restoranlara çocuk bahanesiyle rastgele polis baskınları yapılması, üniversitelerde alem yapıldığı yönündeki haberlerin sıklaşması, Yıldırım Türker'in Radikal İki'de yazdığı gibi Aliye Kavaf'ın da katılımıyla tüyler ürpertici bir kadın hakları düşmanlığı ve homofobi içeren akademik ahlâk polisliği konferanslarının meşru bir nitelik kazanması, din eğitiminin anaokulundan ve türbanın ilkokuldan başlaması gibi önerilerin dillendiriliyor olması, ahlâk elden gidiyor korkusuyla doğrudan ilişkili.
Köyün kavalcıları
Birbiriyle sürekli etkileşim içinde olan ve 2011 boyunca yeni vurgular kazanabilecek bu dört korku öğesine cevaben, Marx'ın kendilerine burjuvazi tarafından yöneltilen türlü suçlamaları tersine çevirdiği Manifesto'daki ünlü formülünü kullanamaz mıyız? AKP muhaliflerini suçluyor bugün: "Yoksa siz piyasanın istikrarını bozmak mı istiyorsunuz?" Cevabımız: İnsanlarımızın istikrarlı bir biçimde sadakaya muhtaç kılındığı ve giderek taşeronlaşan emeğinin sömürüldüğü bir yapıyı reddetmek ise suçumuz, evet, itiraf ediyoruz. AKP devam ediyor: "Yoksa siz vesayet rejimini mi savunuyorsunuz?" Devletin tüm kademelerinde AKP'nin kadroları ve ideolojisi hakimken, yani vesayet düzeni artık aynadaki görüntünüzden daha uzakta değilken, bu savunuyu sizden âlâ yapmamız mümkün mü? "Yoksa siz Kürtlere açılım sunulmaması gerektiğini mi söylüyorsunuz?" Yıllardır ezilen Kürt aydın, emekçi ve yoksullarının, AKP'nin bir lütuf gibi sunduğu piyasacı ve muhafazakâr "Milli Birlik Projesi"yle tavlanmaya çalışılmasını özgürleşme olarak göremiyorsak, bizi bağışlayın. "Peki siz ahlâki değerlerimizin elden gitmesini mi istiyorsunuz?" Merak etmeyin, karnındaki çocuğu polis tarafından öldürülen öğrencinin "neden evlilikdışı hamile kaldığının" sorgulandığı, "kadının doğal görevinin erkeğe itaat etmek olduğunu" yazan popüler köşe yazarlarının bulunduğu hâlihazırdaki toplumunuzda, zaten artık kaybedecek fazla bir değer kalmadı.
AKP'nin hem bu korkuların inşa edilmesine katkıda bulunup hem de bunlara ilaç olacağını iddia etmesi, Wagner'in Parsifal operasındaki o meşhur dizeleri hatırlatır: "Yalnızca yarayı açan mızrağın kendisi yarayı iyileştirebilir". Ancak gerçekte, 2011'e adım attığımız şu günlerde, tıpkı Marx'ın "burjuvazi kendi imgesine benzeyen bir dünya yaratıyor" diye yazması gibi, AKP de sözünü ettiğimiz korkuları kullanarak giderek kendisine benzettiği bir ülke yaratıyor. Alain Badiou'ya göre ise, bu türden korku öğelerini yaratan "fareli köyün kavalcılarının" peşine takılıp gitmek yerine, elimizdeki en yüksek erdem, korkmayacak cesarete sahip olabilmektir.
EFE PEKER: Simon Fraser Üni, Sosyoloji
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder