25 Aralık 2016 Pazar

Eğer tanrı yoksa, neden iyi olalım?

 


Eğer tanrı yoksa, neden iyi olalım?

Gerçekten iyi olmaya çalışmaktaki tek sebebin Tanrı'nın onayını ve ödülü almak ya da kınaması ve cezalandırmasından sakınmak mıdır?

Bunun ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur, bu yalnızca yağcılık etmektir, dalkavukluktur.

Her hareketini hatta derin düşüncelerini gözleyen gökyüzündeki kontrol kamerası ya da kafanın içindeki çelik küçük ileti cihazını gizliden gizliye kollamaktır.

Soru bu şekilde yöneltildiğinde elbette alçaltıcı bir izlenim bırakır.

Dindar bir insan bu soruyu bana bu şekilde sorduğunda (ki çoğu dindar bunu yapar) hemen şeytana uyar (!) ve şöyle meydan okurum: 'Gerçekten iyi olmaya çalışmaktaki tek sebebin Tanrı'nın onayını ve ödülü almak ya da kınaması ve cezalandırmasından sakınmak mıdır?

Bunun ahlaklı olmakla hiçbir ilgisi yoktur, bu yalnızca yağcılık etmektir, dalkavukluktur.

Her hareketini hatta derin düşüncelerini gözleyen gökyüzündeki kontrol kamerası ya da kafanın içindeki çelik küçük ileti cihazını gizliden gizliye kollamaktır.

' Einstein'ın dediği gibi, 'Eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirileceğini umut ettikleri için iyi kalplilerse, o halde gerçekten çok acınacak haldeyiz.

' Michael Shermer, İyi ve Kötünün Bilimselliği 'nde (The Science of Good and Evil) bunu "tartışma sonlandırıcısı" olarak isimlendirir.

Eğer Tanrının yokluğunda, 'hırsızlık, tecavüz ve cinayet suçlarını işleyeceğinizi' onaylıyorsanız, ahlaksız bir insan olduğunuzu ifşa etmiş olursunuz 've sizi gördüğümüzde yönümüzü değiştirmemiz konusunda oldukça tedbirli davranırız.'

Diğer yandan, eğer ilahi gözetim altında değilken dahi iyi bir insan olmayı sürdüreceğinizi söylerseniz, Tanrının varlığının iyi bireyler olmamız için zorunlu olduğu iddianızı kaçınılmazca sarsmış olursunuz.

Birçok dindar kişinin dinin kendilerini iyi birer birey olma konusunda motive ettiğini düşündüklerini biliyorum, özellikle de kişisel günahkârlığı sistematik biçimde sömüren inançlardan birinin mensubu iseler.

Bana öyle geliyor ki Tanrıya inancımız aniden kayıplara karıştığında, hepimizin duygusuz ve bencil bir hedonist gibi hareket edeceğimizi ve şefkatten uzak, merhametsiz, cimri, iyilik sıfatını hak edecek hiçbir vasıf taşımayan kişilere dönüşeceğimizi düşünmek için oldukça düşük bir özsaygı gerekecektir.

Dostoevsky'nin bu görüşte olduğuna geniş ölçüde inanılır.

Bunun sebebi herhalde Ivan Karamazov'a laf yapıştırmak için kaleme aldığı şu yorumları olabilir:

Kutsal gözleminin ardından şöyle bir sonuç çıkardı; doğada insanın insanoğlunu sevmesi için bir kural kesinlikle yoktur ve eğer sevgi şimdiye dek tüm dünyada varolsaydı, bu doğa kanunlarının bir erdemi sayılamaz, bütünüyle insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancından kaynaklanırdı.

Ayrıca kesin sözlerle şunu ekledi; doğa kanunlarını oluşturan etmen, ismen, insanın kendi ölümsüzlüğüne olan inancı bir kez yok olduğunda, insan yalnızca sevgi yeteneğini yitirmekle kalmayacak aynı zamanda bu dünyadaki yaşamını destekleyen yaşamsal etkileri de kaybedecek.

Bundan başka, artık hiçbir şey ahlak dışı olmayacak, yamyamlık dahil her şey serbest olacak.

Ve neticede, sanki tüm bunlar yetmezmiş gibi şunu ilan etti; siz ve benim gibi her birey (örneğin, kendi ölümsüzlüğüne ya da Tanrıya inanmayan birisi) için, doğa kanunu aniden değişerek eski din temelli kanunun tam zıt halini alacak ve egoizm, suç işlemeyi de kapsayarak, yalnızca hoşgörülebilir olmakla kalmayıp aynı zamanda insan yaşantısının en akılcı hatta en asil varoluş sebebi olarak zorunlu kılınacak.

Safça denilebilir ancak ben Ivan Karamazov'un insan doğasına bakış açısından daha az alaycı bir bakış açısına yatkınımdır.

Bencil ve suça yönelik davranmamızın önünün kesilmesi için gerçekten gerek Tanrı gerekse birbirimiz tarafından kontrol altında tutulmamız gerekli midir?

Şahsen bu gibi bir gözetime ihtiyacım olmadığına samimiyetle inanmak isterim ve sevgili okuyucular, siz de böyle düşünmüyor musunuz?

Diğer taraftan, özgüvenimizi zayıflatırcasına, Steven Pinker'in The Blank Slate'de (Boş Film Tahtası) tarif ettiği, Montreal'deki güvenlik güçleri grevindeki hayal kırıklığı yaratan deneyimine kulak vermeliyiz:

Romantik 1960′larda, barışçılığıyla övünen Kanada'da genç bir delikanlı olarak, Bakunin anarşisinin sağlam bir taraftarıydım.

Ebeveynlerimin, "eğer hükümet kolluk kuvvetlerini bir kenara iterse her yer cehenneme dönecektir" nasihatine gülüp geçmiştim.

Rekabet içindeki tahminlerimiz 17 Ekim 1969, sabah saat 8:00′de Montreal kolluk kuvvetleri greve başladığında sınanmaya başlandı.

Öğleye doğru saat ll:20′de ilk banka soygunu gerçekleşti.

Öğlen olduğundaysa şehir merkezindeki dükkanların çoğu yağmalama yüzünden kapandı.

Bu olaylar üzerinden daha birkaç saat geçmemişti ki, taksi şoförleri havaalanı müşterileri için kendileriyle rekabet halindeki bir limuzin kiralama şirketinin binasını ateşe verdiler.

Bir keskin nişancı çatılardan birine çıkarak bir polis memurunu öldürdü.

İsyancılar bazı otel ve restoranları bastı ve bir doktor banliyödeki evine giren bir hırsızı öldürdü.

Günün sonunda, altı banka soyulmuş, neredeyse yüz dükkân yağmalanmış, on iki yangın başlatılmış, kırk araba dolusu dükkân camı kırılmış, şehir otoriteleri orduyu ve elbette Kanada Atlı Polislerini düzeni yeniden sağlamak adına çağırmadan evvel mülk zararı üç milyon doları aşmıştı.

Bu belirleyici, deneysel sınav siyasi görüşlerimi sükûtu hayale uğratmıştı…

Belki de, insanların gözetim altında tutulmadıkları ya da Tanrı tarafından yönetilmedikleri zamanda iyi olmayı sürdüreceklerine inanarak Polyannacılık oynuyorumdur.

Madalyonun diğer yüzünde, Montreal nüfusunun büyük çoğunluğu muhtemelen Tanrı inancı olan kişilerdi.

Yeryüzü üzerindeki kolluk kuvvetleri kısa bir süreliğine sahneden yok olduğunda, Tanrı korkusu bu insanları bu kötülükleri yapmaktan neden alıkoymadı?

Montreal grevi Tanrı inancının bizi iyi insanlar yaptığı varsayımını sınamak için oldukça sağlam bir doğal deney değil miydi?

Ya da kinik (kötümser) H.L.Mencken keskin bir dille şu görüşünü bildirdiğinde haklı mıydı?

İnsanlar dine ihtiyacımız var dediklerinde asıl imaları kolluk kuvvetlerine ihtiyacımız olduğudur.

Elbette polis güçleri grevdeyken tüm Montreal kötülük yapma peşinde değildi.

Dindarların yağma ve yıkım olaylarına karşı dindar olmayanlara nazaran daha az eğilimli olup olmadığına dair bir istatistiksel sonucun elimizde olmaması üzücü.

Bu konu hakkında bilgisiz birisi olarak bir tahmin yaparsam eğer, dindarların yıkıp yağmalamaya daha eğilimli olduklarını söylerim.

Sık sık şu iğneleyici yorumu duyarım, ateistler polise karşı direnmekten çekinirlermiş.

Kim bilir belki de hapishanelerde çok az sayıda ateist olmasının nedeni budur (ki birkaç küçük kanıt olsaydı, bir sonuç çıkarmak daha basit olurdu elbette.) Ateizmin kesin bir şekilde ahlaklı olmanın seviyesini arttırdığını iddia etmiyorum, ama hümanizm (insancılık) büyük ihtimalle bu noktada başarılıdır (Genelde ateizmin yolunu takip eden ahlaki sistem.) Bir diğer iyi olasılık ateizmin, yüksek eğitim, zekâ ya da özgür düşünce gibi bir üçüncü etmenle bağ kurması ve bunun suç dürtüsünü etkisizleştirebilmesidir.

Mevcut bu tür araştırmaya dayalı ispatlar hiç kuşku yok ki dinin ahlakla olumlu yönde bir ilişkisi olduğu ortak görüşünü desteklemeyecektir.

Bu gibi bağıntılı kanıtlar asla inandırıcı olamazlar ancak yine de Sam Harris1 tarafından Letter to a Christian Nation'da (Hıristiyan Bir Ulusa Mektup) açığa vurulmuş aşağıdaki şu görüş çarpıcı etkidedir.

Amerika'daki siyasi parti bağlılığı dindarlığın kusursuz bir göstergesi değilse de, 'kırmızı eyaletlerin' [Cumhuriyetçi] kırmızı olmalarındaki birincil sebebin muhafazakâr Hıristiyanların ezici siyasi baskısının olduğu bir sır değildir.

Eğer Hıristiyan tutuculuğu ve toplumun sağlığı arasında güçlü bir bağ olsaydı, bunun belli başlı işaretlerini Amerika'nın kırmızı-eyaletlerinde görebilmeliydik.

Göremeyiz"Şiddet içeren suç" oranları en düşük yirmi beş şehrin yüzde 62'si 'mavi' eyaletler [Demokrat], geriye (1Sam Harris 1967 doğumlu, din ve nörobilim üzerine kitaplar yazmış Amerikalı bir yazardır.) kalan yüzde 38′i ise 'kırmızı' eyaletlerdir [Cumhuriyetçi].

Yirmi beş en tehlikeli şehrin, yüzde 76'sı kırmızı eyaletlerde, yüzde 24′ü mavi eyaletlerdedir.

Aslında Amerika'daki eri tehlikeli beş şehirden üçü dindar eyalet Teksas'tadır"Ev soygunu" oranının en yüksek olduğu on iki eyalet kırmızıdır"Hırsızlık" oranlarının en yüksek olduğu yirmi dokuz eyaletten yirmi dördü kırmızıdır"Cinayet" oranının en yüksek olduğu yirmi iki eyaletten on yedisi kırmızıdır.

Sistematik bir araştırma yukarıdaki bağıntılı veriyi desteklemeye hizmet edebilir.

Dan Dennett, Büyüyü Bozmak'ta (Breaking the Spell), yalnızca Harris'in kitabını değil ama benzer araştırmaları alaycı bir tavırla eleştirir:

Bu sonuçların dindarlar arasındaki en yüksek ahlaki erdemin klasik değerlerine çok sert bir saldırı olduğu aşikardır ve dinsel örgütler bu sonuçları çürütmek için er geç dikkate değer araştırmaları başlatmaya soyunacaklardır…

Bu noktada emin olabileceğimiz bir nokta vardır, eğer ahlaki tutum ve dinsel bağlılık, uygulama ya da inanç arasında göze çarpan olumlu bir bağ var ise bu, yakın bir süreçte keşfedilecektir çünkü birçok dinsel örgüt geleneksel inançlarının ahlakla bilimsel bir ilişkisi olduğunu onaylamaya dünden razıdır.(Bu kişiler bilim inançlarını desteklediğinde, bilimin gerçekleri ortaya dökme gücünden oldukça etkilenirler.) Ayrıca bu tür bir bilimsel kanıtın teşhir edilmesi ne kadar gecikirse böyle bir kanıtın olmadığı yönündeki kuşkular da bir o kadar artacaktır.

Mantıklı birçok insan gözetimsiz ahlakın, polis grev yaptığı ya da gözetim kamerası kapatıldığında kayıplara karışan sahte ahlaktan daha doğru olduğunu onaylayacaktır ve ayrıca bu casus kameranın bir polis merkezinde olmasının ya da gökyüzündeki hayali bir kamera olmasının önemi yoktur.

Ancak belki de 'eğer Tanrı yoksa neden iyi olmak için kendimizi kasalım? ' sorusunu alaycı bir tavırla yorumlamak haksızlık olur.

Dindar bir düşünür daha içten bir dürüstlükle soruyu yorumlayabilir, 'Eğer Tanrıya inanmıyorsanız, ortada herhangi kesin ahlaki normlar olduğuna inanmıyorsunuz demektir.

Dünyadaki en kusursuz iradeyle iyi bir insan olmaya yönelebilirsiniz ancak neyin iyi neyin kötü olduğuna nasıl karar vereceksiniz?

İyi ve kötü normlarınızı size en mükemmel şekilde belirtecek olan sadece dindir.

Din olmasa iyi birisi olma yolunda ilerlerken tereddütler yaşar, uyduruk çözümler öne sürerdiniz.

Bu, kural kitabı olmayan bir ahlaktır: Yerli yerine oturmamış bir ahlak.

Eğer ahlak sadece bir seçim meselesiyse, Hitler de kendine özgü ırksal ilhamlı normlarına dayanarak ahlaklı olduğunu öne sürebilirdi.

Ve ateistlerin hepsi farklı nurlarla (inançlarla) yaşamak adına kişisel seçimlerini bildirip, kolayca işin içinden sıyrılırlardı.

Bunun aksine, bir Hıristiyan, bir Yahudi ya da bir Müslüman Hitler'in kesinlikle kötü olduğundan yola çıkarak kötülüğün mutlak bir anlamı olduğunu öne sürebilir ve bu anlam tüm zaman ve mekânlarda geçerlidir.

Eğer ahlaklı olmak için Tanrıya gereksinim duyduğumuz doğru olsaydı bile, bu elbette Tanrı'nın varlığını daha olası ya da daha çekici kılmazdı (birçok insan aradaki farkı söyleyemez.) Ancak konumuz bu değil.

Kafamda canlandırdığım din savunucusu, Tanrıya yağcılık etmenin iyi yönde olmak için bir dinsel dürtü olduğunu hesaba katmaya gerek duymazdı.

Bunun yerine şöyle bir öneride bulunurdu, iyi yönde olma dürtüsü her nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, "Tanrı olmadan neyin iyi olduğunun belirlenmesinde bir standart bulunamaz" Her birimiz doğrunun tanımını kendimizce yapıp, bu tanımlar ışığında hareket edebilirdik.

Yalnızca dine dayalı ahlaki ilkeler saltçılık olarak tanımlanabilir (Mesela 'altın kuralın' aksine, ki genelde dinlerle birleşir fakat herhangi bir yerden kaynaklanabilir.) İyi iyidir, kötü de kötü ve örneğin, birisinin acı çekip çekmediği gibi özel durumlar hakkında karar vermekle uğraşmayız.

Hayali din savunucum sadece dinin neyin iyi olduğunun belirlenmesinde bir temel sunacağını öne sürerdi.

Bazı filozoflar, mesela Kant, dinsel olmayan kaynaklardan salt ahlak değerleri türetmeye çalışmışlardır.

Kant, bizzat dindar birisi olarak ki bu o zamanda neredeyse kaçınılmaz bir olguydu1, Tanrıya karşı hizmetten ziyade, hizmete karşı hizmet temelli bir ahlaki sistem yaratmayı denemiştir.

Bildik açık buyruğu 'evrensel bir kanuna dönüşmesini istemeyeceğin kanunları uygulamamızı' bildirir.

Bu yalan söyleme meselesiyle birebir örtüşüyor.

İnsanların ilke gereği yalan söylediği bir dünyayı hayal edin ve burada yalan söylemek iyi ve ahlaklı bir davranış olarak değerlendirilsin.

Böyle bir dünyada yalan söylemek bir süre sonra bir anlam taşımaz hale gelir.

Yalan söylemek gerçekleri zan altına almayı gerektirecektir.

Eğer bir ahlak ilkesi herkesin benimsemesini istediğimiz bir kavramsa, yalan söylemek ahlaki bir ilke olamaz çünkü bu ilke anlamsızlığıyla kendi kendine yıkılır.

Yalan söylemek, bir yaşam kuralı olmakta doğası gereği güvenilmezdir.

Konuyu genelleştirdiğimizde, bencillik ya da diğerlerinin güzel amaçlarına yönelik asalaklık beni etkileyebilir ve bana kişisel tatmin sunabilir.

Ancak tüm toplumun bencil asalakçılığı bir ahlaki ilke olarak benimsemesini arzulamam, çünkü böyle bir şey olursa asalaklık edebileceğim kimse kalmaz.

Kantçı buyruk, doğruculuk ve diğer bazı konularda işe yarar görünüyor.

Bunu ahlakın geneline yaymanın nasıl başarılacağını anlamak pek de kolay değildir.

Kant'a rağmen, salt ahlaki değerlerin genelde din tarafından güdüldüğü konusunda hayali din savunucumla hemfikir olmak çekicidir.

Ölümcül derecede hasta birisinin ızdırabına kendi isteği olmadan son vermek ilelebet yanlış mıdır?

Kendi cinsiyetinizden birisiyle sevişmek her zaman yanlış mıdır?

Bir embriyoyu öldürmek her zaman yanlış mıdır?

Bunların yanlış olduğuna inanan birçok kişi vardır ve dayanakları kesindir.

Kanıtlamaya ya da tartışmaya hiç gelmezler.

Onlarla aynı fikirde olmadığınızda her kim olursanız olun vurulmanız gerekir: şaka yapıyorum; elbette Amerikan kürtaj kliniklerinde silahlı saldırıya uğrayan birkaç doktoru bunun dışında tutuyorum (bir sonraki bölüme bakın).

Gelgelelim, ne mutlu ki ahlak değerlerinin salt olmaları zorunlu değildir.

Doğru ve yanlışı belirlemek ahlak felsefecilerinin mesleki görevidir.

Robert Hinde'nin az ve öz tanımıyla, ahlak felsefecileri 'ahlaki kuralların, mantıkla oluşturulmalarının zorunlu olmamakla birlikte, mantığa dayalı savunmalarının yapılabilmesinde hemfikirdirler.

Bu bilimciler kendilerini birçok farklı üslupla sınıflandırırlar ancak çağdaş terminoloji ışığında en büyük ayrım (Kant gibi) 'deontologlar' ve 'neticeciler' arasındadır (buna 'utilitarian' [faydacı] Jeremy Bentham da dahildir 1748-1832.) Deontoloji, ahlakın kurallara itaat etmekten ibaret olduğu inancı için kullanılan süslü bir isimdir.

Gerçekteyse yükümlülük, görev bilimidir, Yunanca 'bağlayıcı neden' den gelir.

Deontoloji salt ahlakçılıkla birebir aynı değildir ancak dinle ilgili bir kitaptaki çoğu amaç için bu fark üzerinde durmaya gerek yoktur.

Saltçılar salt doğru ve salt yanlışlar olduğuna inanırlar, doğruluğu ispatlanmış buyruklar (yükümlülük, zorunluluklar) bu doğru ve yanlışların sonuçlarını etkilemez.

Neticeciler daha bilgiç bir edayla bir eylemin ahlakının bu eylemin sonuçlarıyla değerlendirilmesini geçerli sayarlar.

Neticeciliğin bir diğer uyarlaması faydacılıktır, yani Bentham ve arkadaşı James Mili (1773-1836) ve Mill'in oğlu John Stuart Mili (1806-73) özdeşleşmiş olan felsefe.

Faydacılık maalesef sıklıkla Bentham'ın şu belirsiz sloganıyla özetlenir: 'En kalabalık nüfusun en büyük mutluluğu ahlak ve yasamanın kurulmasıdır.'

Her saltçı görüş dinden türememiştir.

Bununla birlikte, saltçı ahlakı dinin dışındaki zeminlerle müdafaa etmek epey güçtür.

Aklıma gelen tek unsur vatanseverliktir, özellikle de savaş zamanlarında.

Tanınmış İspanyol film yönetmeni Luis BunuePin de dediği gibi, Tanrı ve Vatan yenilmesi mümkün olmayan bir ekiptir; tüm zulüm ve katliam rekorlarını ellerinde tutarlar.'

İnsanları silah altına almak önemli ölçüde sevdiklerinin vatani görev duygusuna bağlıdır.

Birinci Dünya Savaşı'nda genç erkeklere cesaret verenler askeri üniforma giymeyen kadınlardı.

Ah, elbette sizi kaybetmek istemiyoruz ancak sanırız gitmeniz gerekiyor, Kralınız ve ülkenizin size ihtiyacı var.

İnsanlar hem kendi ülkelerindeki hem de düşman ülkelerdeki vicdanlı muhalifleri küçümsediler çünkü vatanseverliğin daima salt erdem olduğuna inanılır.

Profesyonel askerin 'İster haklı ister haksız, benim ülkem' görüşünden çok çok daha salt bir görüş bulmak zordur, çünkü bu slogan gelecekte bir günün politikacılarının düşman belleyeceği herkesi öldürmenin sözünü vermektir.

Neticeci usavarım siyasi kararları savaşa girme yönünde etkileyebilir ancak bir kez savaş ilanı yapıldığında, saltçı vatanseverlik dinin dışında asla görülmemiş bir güç ve etkiyle yeniden bayrağı devralır.

Acımasız olmamaya öznel, neticeci ahlaki görüşleriyle ikna olmuş bir asker büyük olasılıkla kendisini askeri mahkemede bulacak ve belki de idam edilecektir.

Bu ahlak felsefesi tartışmasının sıçrama tahtası şu kuramsal dinsel iddiaydı ki buna göre bir Tanrı olmadan, ahlak göreceli ve isteğe bağlıdır.

Kant ve diğer bilge ahlak felsefecilerinin görüşleri ve vatansever coşkunluğa doğuştan verilen onay hiçbir zaman salt ahlakın kaynakları olamamıştır.

Bunun yerine kutsal kitaplar tercih edilmiş ve bu kitapların kayıtlara bakarak doğrulaması mümkün olmayan yorumlarından türetilen ahlaki kurallar daima muazzam bir güce sahip olmuştur.

Doğrusu, kutsal kitap otoritesinin yandaşları kutsal kitaplarının tarihsel kaynakları konusunda üzücü seviyede az merak sergilerler (ki bu kaynaklar son derece temelsiz ve belirsizdir.) Bir sonraki bölüm ahlaklarını bu kutsal kitaplardan edindiklerini iddia eden insanların bunları aslında pratiğe hiçbir zaman dökmediklerini gösterecektir.

Ve ayrıca bu insanların bile kalplerinin derinliklerinde kabul edecekleri sağlam bir fikir sunacağım.

Kaynak

Richard Dawkins / Tanrı Yanılgısı



http://pozitifateizm.wordpress.com/2014/08/03/eger-tanri-yoksa-neden-iyi-olalim/


a45UyF587661-160217165653 Oraj Poyraz At Neomailbox cimcime@neomailbox.net
2016/05/22  10:00 1  39  undefined undefined 1923atamizindeyiz@googlegroups.com


Grup eposta komutlari ve adresleri :
Gruba mesaj gondermek icin : ozgur_gundem@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin : ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin : ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz : http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyraz.blogspot.com/







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder