Ülke adına inanılmaz olaylar yaşıyoruz. Küçük dilimizi de yuttuk. Parmağımızı da ısırdık. Şaştık şaştık, şaşa kaldık.
Bir ülke düşünün, adı Türkiye. Ülkenin adını, ismini söyleyemiyorsunuz.
Bir ülke düşünün, milli marşını söyleyemiyorsunuz.
Bir ülke düşünün, ay yıldızlı bayrağını açarsanız göz altına alınıyorsunuz.
Bir ülke düşünün öğrencisi, gazetecisi, yazarı, milletvekili, askeri tutuklu.
Bir ülke düşünün, hükümet teröristlerle anlaşarak, ülkeyi terör başının yönetimine bırakıyor, ya da insiyatifine.
Bir ülke düşünün askerleri terörist diye hapis yatıyor. Bir ülke düşünün heykelleri yıkılıyor, tiyatroları kapatılıyor...
Bir ülke düşünün bütün bu saydıklarım yaşanırken; Halkı sessiz ve suskun... Zenginleri ve sermayedarları ülkenin bölünmesine hizmet ediyor.
Bir ülke düşünün gazeteleri ve televizyonları satılmış.
Bir ülke düşünün, cebren ve hileyle ele geçirilmiş.
Bir ülke düşünün sanatçıları korkmuş ve susmuş.
Bir ülke düşünün, kurucusu, Ata'sı yok edilsin.
Bir ülke düşünün, Cumhuriyet'i yıkılsın ve yerine şeriat düzeni gelsin.
Siz bu ülkeyi bir de o zaman düşünün. Ben aklıma bile getirmek istemiyorum.
*** *** ***
Ankara'da turnedeyiz!
Festival kapsamında Ankara'da "AZINLIK" adlı oyunumuzu oynadık. Yüz yirmi beşinci oyunumuz. Oynadığımız salon Devlet Tiyatrosu'nun "Şinasi Sahnesi". Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Lemi Bilgin, festival adına salonu ücretsiz vermiş sağolsun. Sırt sırta dayalı iki adet salon. Bu salonlar, Bay Tayyip tarafından ihaleyle kendi adamları olan "Çalık" grubuna verilmiş. Tıpkı İstanbul'da Gloria Sineması'nın Erdoğan Demirören'e verilmesi gibi, Emek Sineması'nın AVM yapılması gibi. Atatürk Kültür Merkezi'nin yok edilip, çarşı yapılacağı gibi.
Salona ne gerek var, nasıl olsa tiyatrolar da kapatılacak öyle değil mi? Hiç mi yapılacak bir şey yok?
Varsa, hala vakit varsa, neden duruyoruz?
Evet... Ankara'da oynadığımız sırt sırta bu iki salon, Çalık'lar tarafından otel yapılacakmış. Oyunu oynarken, bir süre sonra bu salonların yok olacağını düşündüm ve gözlerim doldu. Yahu otel yapmak için Çalıklar'a yer mi yok? Olmaz olur mu? Amaç aynı anda tiyatro salonlarını da yıkmak. Ülke öyle bir hale geldi ki, yandaşlar, satılmışlar, sessizler, uyuyanlar, cahiller, kardeşim, kimi kime şekva edeceğiz bilemez olduk.
*** *** ***
Bunları Ankara'da duydum...
"Karyağdı Hatun" adlı devlet operasının oyununu, sanatçılar yer yer kara çarşaflı oynuyor. Örneğin, koro bütünüyle kara çarşaflı ve sahnedeki dekorda da Arapça yazılı pankartlar var. Devlet Operası yöneticileri hükümete yaranabilmek için yapıyorlar bütün bunları. Keşke oyun süresince seyircilere de kara çarşaf dağıtıp giydirseler, oyun bitince geri alırlar. Hem de bir deneme yapmış olurlar.
Sebep olanları, ellerimi ağzıma götürüp avazım çıktığı kadar "Yuh" luyorum.
*** *** ***
Rengin Gökmen!
Operanın yöneticisi. Ben muhteremi Çağdaş Atatürk'çü diye bilirdim. Meğer o çoktan çark etmiş, dönmüş ve yalaka olmuş. Hayırlı uğurlu olsun. Kara çarşaflı opera bittiğinde, Rengin Gökmen ayaklara fırlayıp kendini göstere göstere bu kara çarşaflı oyunu "Bravo" diyerekten alkışlayıp çırpınır dururmuş. Allah onu nasıl biliyorsa öyle yapsın! Devletin bir sandalyesi uğruna değer mi? Bırakırlar mı seni orada zannediyorsun a akıllım?
Operayı izleyen seyirci, Rengin Gökmen'in bu haline bakıp bakıp dizlerini dövermiş. Bana bu olayı dizlerini dövenlerden biri nakletti.
*** *** ***
Ankara'da duyduğum ikinci olay...
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bir konser gününde... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün emriyle... Yıllardır hiç aksatmadan konser öncesi çaldıkları İstiklal Marşı'nı çalmamışlar. Orkestra bu konuda çok müteessir olmuş. Belli bir tavır koyamamışlar. Düşünebiliyor musunuz? Cumhurbaşkanı Cumhur'un Milli Marşı'nın çalınmasını yasaklıyor. Bu olayı da üzüntüsünden kahrolan bir orkestra elemanı bana bizzat anlattı.
Siz daha uyuyun! Siz daha oturun! Siz daha seyirci kalmaya devam edin!
Şaşıyorum; Atatürk nasıl olmuş da bu ülkem insanından bir Cumhuriyet kurabilmiş. Elbette herkesi kastetmiyorum, lafım sadece uyuyanlara.
*** *** ***
Gelelim İstanbul'a...
Ulusal Kanal bir yandan, Aydınlık Gazetesi bir yandan, TGB bir yandan, ADD bir yandan, ben bir yandan yırtınıp duruyoruz. Kanal'da çalışan bir kardeşimiz yanıma geldi. "Levent abi"dedi. "Düşüncesini almak için hangi sanatçıyı arasam 'kapı duvar'. Kimse telefonunu açmıyor" dedi. Dedim ona "Devir böyle, kim bu telefonunu açmayan yalakalar ver bakayım listeyi." Yüksek sesle okuyorum, bu telefonunu açmayanları. Bu da mı? Bu da mı? Demekten kendimi alamıyorum. İkinci kez ellerimi ağzıma götürüp, avazım çıktığı kadar "Yuh" diye bağırıyorum. Yüksek sesle küfürler ediyorum. Arkadaşlarım şaşkın bakıyor! "Bakmayın öyle. Böyle bağırınca içim ferahlıyor, deşarj oluyorum, ayrıca onların hak ettiği bir şey yapmış oluyorum."
*** *** ***
Bir muhabir arkadaşım...
"Ortalarda yok, nerede" diye araştırıyorum. Nezarette olduğunu öğreniyorum. Nezaretten çıkınca yanıma geliyor. "Neredeydin?" diye soruyorum. Yanıt şöyle; görüntülemek için bir şehit cenazesine gitmiş. Cenaze esnasında şehidin ana ve babası kırmızı Türk bayrağı'mızı açmışlar. İki sivil polis gelip Türk Bayrağı'nı ellerinden alıp, Türk Bayrağı açmanın yasak olduğunu söylemişler.
Bizim muhabir arkadaşımız da, bu olayı görüntülemiş. Elinden kamerasını alıp, kendisini bütün gece nezarette bekletmişler. Suçu, Türk Bayrağı'nı sahiplenmek. İki elimi havaya kaldırıp, onu alkışlıyorum ve bağrıma basıyorum. Ben de evimin önüne ve salonuma, hatta işyerime de Türk Bayrağı açtım. Eğer bu suçsa, işliyorum bu suçu. Gelin beni de götürün.
Yılmaz Erdoğan'ın, şu Cumhuriyet düşmanlığı ettiği son filmi "Kelebeğin Rüyası"nı ayrıntılı bir şekilde yazmıştım. Benden sonra aynı doğrultuda, çok eleştiri okudum. Filmin Hükümet'e yaranılmak için yapıldığını ve bunun para için yapıldığını yazmıştım. Tahmin ediyorum film için, Hükümet'ten yüklü bir para aldılar demiştim. Haklı çıktım. Meğer filmi, Ziraat Bankası desteklemiş. Yüklü bir para almışlar Ziraat Bankası'ndan ve ortaya Cumhuriyet'i kötüleyen bir film çıkmış. Nasıl tepki göstereceğimi bilemiyorum. Acaba balkona çıkıp şu karşı dağlara avazım çıktığı kadar bağırsam mı? Galiba en doğrusu bu...
Hiç değilse içim ferahlar.
*** *** ***
Başbakan'a bir mektup var...Benden;
Zat-ı alinizi televizyonlarda, sizi hep kendi seçtiğiniz yandaş, yani sizden taraf gazetecilerle izliyoruz. Dolayısıyla şahsınıza sorulan sorular bizim düşlediğimiz değil, sizin isteyip tasvip ettiğiniz sorulardan oluşuyor. Sizi, sizin arzu ettiğiniz bir kanalda teke tek değil, yani yeke yek baş başa bir soru cevap programına davet ediyorum. Lütfedip biraz da benim sorularımı cevaplayın. Bunu çok arzuluyorum. Lütfen bu olanağı bana sağlayın. Başbaşa, yalnız ikimiz. Söz veriyorum zor yerlerden sormayacağım. Bir yanlış, bir doğruyu götürmeyecek. Lütfen beni yanıtsız bırakmayın. Kanal seçimini bana bırakırsanız, elbette ki Ulusal Kanal'ı seçerim. Yine de seçim sizin. Kestane kebap acele cevap.
Not : İster misiniz Başbakan bu daveti kabul etsin ve benimle görüşsün. Hem de baş başa. Olmaz demeyin. Olmaz olmaz.
Ben,Manevi Miras olarak, Hicbir Ayet, hicbir Dogma, Hicbir Donmus ve kaliplasmis Kural birakmiyorum. Benim Manevi Mirasim Bilim ve Akildir...
K.Ataturk
Daha gun o gun degil, derlenip durulmesin bayraklar. Dinleyin, duydugunuz cakallarin ulumasidir. Saflari siklastirin cocuklar, Bu kavga fasizme karsi, bu kavga hurriyet kavgasidir.
Nazim Hikmet Ran
"Tanri kotulukten ve acidan korumak istiyor mu? Fakat bunu yapmaya gucu mu yok? Eger yoksa, O gucsuz, ya da kesinlikle her seye gucu yeten degildir. Her seye gucu yeten fakat istemeyen mi? Eger oyle ise , O kotudur, ya da kesinlikle tum iyilik degildir. O, ne gucu yetiyor, ne de istemiyor mu? O zaman. O'nu Tanri diye cagirmak sacma olur. O, hem gucu yetiyor hem de istiyor mu? O zaman kotuluk nereden geliyor?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder