26 Kasım 2013 Salı

10-Seçmece makaleler....



Prof.Dr.Şener Üşümezsoy : Osmanlılar ve Verimli Hilal Kürtçü tarih tezinin hiçbir dayanağı yoktur

Verimli Hilal'i tarihsel perspektifiyle ele aldığımız diğer yazılarımızın günümüze değin bir incelemesinin yapılabilmesi için Osmanlı'nın Verimli Hilal'de egemenliği sonrası gelişmeyi ele almamız gerekir.

Genel olarak Türkçü tezler "Kürtlerle bin yıldan beri kardeşiz", "Kürtlerle bin yıllıkbir beraberliğimiz var" diyerek Kürtlerin Alparslan öncesinde bu bölgede olduğunu ve sonra gelen Türklerle bin yıldan beri beraber olduğunu kabul eden yanlış bir tezi savunmaktadırlar.

Ama Kürtçüler bunun tersini ileri sürerek Türklerle beraberliğimiz 500 yıllıktır demektedirler.
Yani Osmanlı'nın Diyarbakır'ı Musul'u, Van'ı fethederek bu bölgelere hakim olan bir başka Türk devleti Safevilerden almasıyla başlatılan bir süreç olduğunu ileri sürmektedirler.

Kürtçü tarih tezlerinde bu bölgenin geçmişi üzerine sünger çekilerek, sanki bu bölgeler Kürt bölgeleriymiş, "Kürdistan"mış gibi ele alınarak Osmanlı Kürt bölgelerini fethettiği zaman Kürtlerle bir uzlaşma yaparak orada onlara özerklik vermiş gibi bir tarihsel söylem geliştirmiştir.

Şerefhan, Güneydoğu'daki Türk egemenliğini anlatır.
Bu söylemin dayandığı hiçbir tarihsel olgu yoktur.
Bu konuda Kürt tarihinin yazarı olarak bilinen Şerefhan, aslında İran ve Irak'taki pan-Türk tarihini yazmıştır.
Bu tarih verilerini ele alırsak, Osmanlı'nın bu bölgeye egemen olması sonrası süreci ele aldığını görürüz.
Şerefhan'ın tarihi Güneydoğu Anadolu için en kıymetli bir tarihsel dönemi bize sunmaktadır.
Bu da İlhanlılar sonrası ve İlhanlılar döneminde Güneydoğu Anadolu'daki egemenlik tarihinianlatmaktadır.

Iraktaki Celayirliler, Diyarbakır'daki Oylat ve Suyutlar, Diyar-ı Mudar bölgesindeki Memlüklülerin ve Anadolu'daki Çobanoğulları ve onların devamı olan Sündüz kabilesi ile Sutayların ayrıldığı tarihi vermektedir.
Bu tarihte görüleceği gibi, Erzurum, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Suriye üzerine egemenlik Türk urugları veya Tatar urugları arasındaki bir savaş süreci ele alınmıştır.

Ondan sonraki dönemde ise İlhanlıların dağılması sonrası Doğu Anadolu'da egemen olan Akkoyunlular, Irak'ta ve Azerbaycan'da egemen olan Karakoyunlular tarihi Şerefhan'da detaylı olarak anlatılmaktadır.

Burada kabileleriyle verilmekte olan ve bu kabilelerle yapılan savaşların anlatıldığı tarih, buradaki devlete geçişi, Diyarbakır tarihi olarak Uzun Hasan tarihini anlatması, Şerefhan'ın tarihinin temellerini oluşturmuştur.
Daha sonra Emir Gurkan olarak bilinen Timur'un bu bölgeleri fethetmesi ve Irak'ı, Bağdat'ı ve Suriye'yi fethederek bu bölgeyi yeni bir akının başladığını ele almaktadır.

Sonraki dönemde, Akkoyunluların bölgede egemenliği sonrası, yaklaşık 15.-16.yüzyıla kadar devam eden bu tarihi ayrıntılarıyla Akkoyunlu sultanlarının ve onların sülalelerini tarihini Şerefhan'da görmekteyiz.

Bu tarihte yine Hakkâri ilinin Akkoyunlulara bağlı olduğunu, keza Mardin'in ve Musul'un Akkoyunluların elinde olduğunu ve tabii ki Amed'in de Akkoyunluların başkenti olduğu ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Evliya Çelebi de Diyarbakır gezisindeki yol anılarında, buranınbütünüyle Uzun Hasan'ın şehri olduğunu ve bu şehirdeki konuşulan dilin de ironik bir şekilde Bayındır Türkçesi olduğunu ve Azerbaycan'da da Tebriz'de de bu dilin devamı konuşulduğunu belirtmiştir.

Yoksa burada bir Farsçadan Kürtçeden Türkçeye dönüldüğü gibi bir çarpıtmanın değil, Bayındır Akkoyunlularının Türkçesi olduğunun altı çizilmiştir.

Keza Bayındırlıların torunu olan Safevi Şah İsmail hanedanı, Bayındırlılar yerine iktidara geçmiştir.
Buradaki Türkmen kabileleri Tekeli, Rumlu, Şamlı, Musullu gibi kabilelerin yanında Avşarlar, Dögerler, Beydilliler gibi kabileler de Şah İsmail'in tarafında toplanarak Şahseverleri oluşturmuştur.

"Kürdistan"da tarih boyunca Türkler egemen oldu.
İlginçtir ki, Kürtçü tarihçilerin,
"Kürdistan" diye tanımladığı bölge, bütünüyle Türkmenlerine gemen olduğu bölgedir ve bu bölgenin tarihini kısaca özetlersek, Musul ve Sincar Aksungur Porsuki'nin sülalesindendir.
Artuk Bey, Diyarbakır'ı ve Kudüs'ü fetheden Suriye Selçuklularının komutanı olan Artuk Bey'dir.
Urfa'yı ve Antakya'yı fetheden Yağız Han, Bozan gibi emirler de Selçuklu emirleridir.
Alparslan'la beraber Anadolu'ya gelmişlerdir.

Saltuklular da aynı şekilde Alparslan'la bölgeye gelen emirler olup, burada Türkmen beyliklerini Selçuklu devletinin kenarında kurmuşlardır.
Anadolu Selçukluları, İran Selçukluları, Irak Selçukluları, Suriye Selçukluları arasında bağımsız alanda oluşan bu Türkmen beylikleri, 1100 yılından beri Anadolu'ya yerleşmiştir.

13.yüzyılda buraya gelen İlhanlılar, yeni kabilelerle, Oylatlar, Suyutlar, Celayirliler, Sündüzler gibi Tatar kabileleriyle bu bölgeye gelip yerleşmiştir.

Bu kabilelerin yanında gelen Karakoyunlular, keza Bayatlar, Musullular, Dögerler gibigünümüze değin süren Türkmen kabileleri, bu bölgede Akkoyunlular ve Karakoyunlularla beraber , İlhanlılar döneminde gelmiştir.

Aynı şekilde Akkoyunlular da Bayındır boyuna bağlı kabilelerdir.
Bu bölge artık bu urugların Bayındır ulusu, Bayat ulusu, keza İlhanlıların devamı olan Sündüz boyunundur.

Emir Sündüz'ün torunu Baran Bey'in devamı olan Baraniler de Akkoyunluların kurucularıdır.
Bu haliyle bakıldığı zaman Bozan, Baran, Aksungur Porsuki, Yağız Han gibi Türkmen komutanlar, Tatar komutanlar, bu bölgedeki Türklüğü oluşturmuş ve Verimli Hilal'in Türkleşmesinin temelini oluşturmuştur.

Türk olan bölgeye Osmanlı'nın el koymasıBu Türkmenlerden sonra gelen gerek İlhanlı Tatarları gerekse Timur Tatarları bölgede tekrar etnik bir kimliğin canlanmasını sağlamış, yüksek bir etnik enerji ortamı yaratmış; bundan sonra da Safevi-Osmanlı savaşında ise bütünüyle Türk olan bölgeye Osmanlının bu el koyuşu söz konusu olmuştur.

Keza aynı şekilde Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'le 1517'de savaşırken, onun dedesi olan Fatih Sultan Mehmet de Otlukbeli'nde Uzun Hasan'la savaşmıştır.

Görüldüğü gibi mücadele Doğu Anadolu'daki Türkler ile İstanbul'daki Türk merkezi iktidarı arasındaki bir savaştır.
Tarihsel olarak İran ile İstanbul arasındaki bir savaştır.

Bu savaş neden olmuştur sorusunu sorduğumuz zaman, tarihin en önemli ticaret yollarından biri, yani Kıbrıs'tan Antakya'ya oradan Bağdat üzerinden Basra körfezine giden bölge, bu yol Verimli Hilal'dedir.
Verimli Hilal'de Şah İsmail'in egemenliği Osmanlı'nın ticari ilişkilerini engellediği için, Osmanlı bu bölgeyi fethetmiştir.

Ama Kürt tarihçilerinin söylediği gibi bu bölge fethedilirken Osmanlı burada Kürtlerle uzlaşmamış tersine bölge Türkmenleri ile savaşmıştır.
Yani Osmanlı'nın Diyarbakır'ı aldığı kabileler Türkmen kabileleridir.
Keza aynı şekilde Musul'u Musullu Türkmenlerden almıştır.
Van da gene Akkoyunlulardan beri Türkmen kabilelerinin elinde olan bir bölgedir.

Bu boyutuyla bakıldığı zaman, Batılı tarihçiler bu çarpıtmayı yapmak için savaşları Osmanlı-Pers savaşı gibi göstererek sanki Osmanlılar bu bölgeleri Perslerden almış gibi anlatmaktadırlar.
Gerçekte ise bu bölgeyi Osmanlı Türkleri İran Türklerinden, Doğu Anadolu Türklerinden almıştır.

Türklük anlamında bakarsak, buradaki bölgeler, batıdakinden daha fazla Turanî Türk özellikleri taşımaktadır.

Şerefname'deki Araplık meselesi ve Ekradlar Kürt tarihini bu anlamda ele aldığımızda, Şerefhan'ın "Şerefname"sindeki kabilelerin tarihleri Halit bin Velit veya Emeviler döneminden başlatılmaktadır.
Çünkü Rumlardan, Ermenilerdenve Roma'dan bu bölgeyi Hz.
Ömer zamanında almış olan Halit bin Velit, buradaki fetihlerinkomutanı olarak buraya yerleşen halkın ataları gibi gösterilmiştir.

Ama Halit bin Velit'in buradaki Araplığı nedeniyle de tarihini Müslümanlık temelinde alan Şerefhan ,Halit bin Velit'in soyundan gelen veya Emeviler soyundan gelen değişik kabileleri bugün Kürt kabilesi olarak vurgulamaktadır.

Çünkü Şerefhan, bir Kürt tarihi yazmak yerine Ekrad kavramı içinde Müslümanlığı ele almıştır.
Bu anlamda da atalarının Halit bin Velit olması, Abbasiler veya Emeviler olması kendisi için bir çelişki olmamaktadır.
Çünkü etnik bir tarih yazmamaktadır.
Ama Kürtlüğü etnik bir kavram olarak ortaya koymak isteyen Kürtçüler, bu anlamda Şerefhan'ı reddetmektedir.
Şerefhan, kendisinin de İran Sasani Krallığı soyundan geldiğini vurgulamaktadır.

Keza Hakkârililerin Şenbular olarak Aramiler, Süryanilerden gelmiş olduğunu vurgulayarak, Kürtlük kavramının, Ekrad kavramının etnik bir kimlik olmadığının altını çizmektedir.

Çemişgezeklilerin kökeninin de Merkişiler olduğunu, Merkişilerin Saltukoğlu Beyliği'nden geldiğini ve bu anlamda Selçuklu Türkler tarafından Saltuklu Beyliği yıkılınca, gerek Mama Hatun gerekseŞah Melik'in bu bölgede bugünkü Çemişgezek'teki etnojenezi oluşturduğunu vurgulamıştır.

Onun dışında Mirdasi Arap Emirliği, Selçuklu Türkmenleri tarafından iktidardan düşürülmüş ve Mirdasilerin bu son beyini de Meyyafarikin ve Amed alınırken Artuk Bey öldürmüş ve geride Buldukhaniler olarak devam eden kabile öne çıkmıştır.

Oysa Eğil Buldukhanileri, Artuklu soyundan, Emir Bulduk'tan gelmektedir.
Bu haliyle de görüldüğü gibi Türklük değişik kollardan devam etmektedir.
Keza İmadiye Kürtleri olarak belirtilenler, İmadeddin Zengi'den gelmektedir.

Kürtlerin kökeni üzerine rivayetler ve bölgenin Türklüğü Selçuklularla başlayan bir Kürt tarihi yazmak Şerefhan için mümkün olabilmiştir ve bundan önce ki tarihi uzak ataları olarak vurgulamaktadır.
Ama Şerefhan Kürtlerin atasının da Buğduz olduğunu, Türkistan'dan gelen Buğduz'un Muhammed peygamber tarafından kaba davranışlarına karşılık,"Sizin devletiniz olmasın" diye lanetlediği anlatılır.
Aslında Buğduzlar Oğuz Kağan destanındaki Oğuz boylarından biridir.
Bu anlamda da kendileri de devlet kurmayan bir kabile olarak esas olarakTürkmenler arasında alt bir urug olarak kalmıştır.
Şerefhan'ın bunu vurgularken ileri sürdüğütez budur.

Diğer taraftan ise Ermeni tarihçileri de Kürtler için Türklerle İranlıların evlenmesinden ortaya çıkmıştır diyen bir tez ileri sürmüştür.
Şerefhan'ın şecerelerini incelediğimiz zaman iktidarda Artukiler, Musul'da Zengiler, Ahlat'ta Sökmenler, Saltuklular gibi Türkmen aşiretlerinin devamlılığını görmekteyiz.
Bu aşiretlerdeki yapılanma devlete dönüştüğü zaman burada ki medreselerin, camilerin Artukiler ve Akkoyunlular gibi Türkmenler tarafından yapılmış olduğunu görmekteyiz.
Buralarda verilen eğitimlerde Selçuklular zamanındaki Müslümanlaşma sürecindeŞafiilik veya Hanefilik tarzında bir ayrım ortaya çıkmış ve İranlılık ağır basan gruplarda Şafiilik söz konusu iken Turanî özellikler ağır basan kabilelerde ise Hanefilik öne çıkmıştır.

Nizamül mülk'ün yaptığı bu ayrımdan sonra örneğin Kasımiye Medresesi'nde hem Hanefilik hem Şafiilik eğitimi verilmektedir.
Ama Kasımiye Medresesi Akkoyunluların medresesidir.

Eyyubiler dediğimiz hanedan da Nurettin Zengi, Haçlılarla savaştan sonra fethetmesi için Türkmen ordusunu Mısır'a göndermiştir.
Bu ordu, Arapların "guz ordusu" dediği ordudur.
Bu ordudan evvel Atsız ve Çağrı Beyler Mısır'ı fethettiği zaman da Araplar onlara "guz ordusu" demiştir.

Keza Eyyubileri iktidardan düşüren yine Kıpçaklar olmuştur.
Abbasi halifeliğine saldıran İlhanlıları Memlükler durdurmuştur ve bu durum Arap tarihçileri tarafından "Türkler Türkleridurdurdu" şeklinde anlatılmaktadır.

Bu boyutuyla bakıldığı zaman Mısır'dan başlayan Verimli Hilal, Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Irak Azerbaycan bölgesi genellikle erken dönemde, 11.yüzyılda, Türkleşmiştir.
15.yüzyılda Osmanlı tarafından alındığında, bölgenin en yoğun Türk bölgesidir ve o bölgede Kürt kimliği, Osmanlı sonrası gelişebilmiş bir olgudur.

Güneydoğu Osmanlı eliyle Kürtleştirildi.
Bu da Kürt kimliği olarak değil o bölgede Kızılbaş Türkmenler olarak Musul, Van, Bitlis'te ve Diyarbakır'daki egemenliklerini silmek için bu bölgeden sürülmüşlerdir veyahut da Müslümanlığa yani Şafiiliğe döndürülmüşlerdir.
Batı Anadolu'dan çok miktarda getirilen Türkmenler, İran sınırına yerleştirilmiştir.
Buradaki Türkmenler İran'daki Kızılbaş Türkmenler, Partlaşmış, Sünni Türkmenlerdir.
Bunlar belli bir süre sonra Farsça konuşmaya başlayarak ve Şafiileşerek Kürtleri oluşturmuştur.

Bunlar kuzey Kürtlüğünün yani Kars güneyindeki, Ağrı, Tutak, Karayazı bölgesindeki unsurlardır.
Şah İsmail'in yenilmesinden sonra bu bölgenin İran'a yönelmemesi için geliştirilmiştir.

Güney bölgesinde Artuklulardan kalan Musul'daki Türkmenler esas olarak Selçuklu dönemindeki Fars dili konuşan topluluklar olarak zaman içinde Ekradlaşmışlardır.
Osmanlı kayıtlarına baktığımız zaman Türkmen Ekradı denen yaygın kabileler görmekteyiz.

Bunlar Dögerler, Beydiller, Avşarlar Oğuzların ana kollarını oluşturan bu Türkmenler zaman içerisinde Farsi bir dil konuşarak ve Şafiileşerek Kürtleşmiş olarak Osmanlı devletine geçmiştir.

Bunun anlamı şudur, Kızılbaş Türkmenlerin bölgeden kovulmasıyla Şafiiliğe geçen Türkmenlere Türkmen Ekradı denilmiştir.
Yavuz Sultan Selim Diyarbakır'ı fethettikten sonra IV.
MuratBağdat'ı fethetmiş ve bu bölgedeki Kızılbaş Türkmenlerin bölgeden sürülmesi veya Şafiileşmesinin yolunu açmıştır.
Bu şafileşme sürecinden çok sonra Kürt etnisi kavramı ortaya çıkmıştır.

Çünkü Şafiileşme sürecinde Türkmen beyleri burada Aşairlileri oluşturmuştur.
Bunlara tabii Nokerler, Gulamlar ve onların yönetiminde olan Kurmanc, Guran gibi yerleşik köylülerkavramı ortaya çıkmıştır.

19.yüzyıla kadar Aşairiller kendilerinin köklerinin Türkmenlere ve Araplara bağlarken, Kürtlerin Guranlar, Kurmanclar olduğunu, Ekrad olduğunu, köylüleşmiş serfler olduğunu vurgularken; 20.yüzyılda Aşairliler kendilerinin Kürt olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Yavuz Sultan Selim'in başlattığı bu süreçte Türkmenler Şafiileşmek durumuyla karşılaşmış veya bu bölgeye Şafiiler yerleştirilmiştir.
Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi'ye verdiği emirde,"Buradaki kabileleri isim isim, yer olarak deftere yazıp bana getirin ve burada yanlış yapmayayım"demiştir.

Ama kuzeydeki kabileler ise halen Şah İsmail'le yakınlıklarını sürdürdüğü için bunlar,bu Türkmen kabileleri, Alevi kimliğine sığınmışlardır.

Tarihte açıklıkla ortaya çıkan bu duruma rağmen, "Yavuz Sultan Selim burayı fethetmeden evvelburası Kürdistan'dı ve tüm kabileler Kürttü" teziyle tarihi alt-üst etmektedirler.

Oysa Şerefhan'da da Selçuklu'yla başlayan paralel tarihi görmekteyiz.
Ama burada iktidar olan, bahsettiğim Türkmen beyleridir ve bunlara tabi olan küçük Türkmenbeyleri sultanlaşarak Artukiler, Zengiler, Sökmenler, Saltuklular gibi kökleşmiş aristokratik hanedanlığa dönüşmüştür.
Bunlara tabi olan kabileler ise paralel kabileler olarak Şerefhan tarafından Ekrad hakimleri biçiminde ortaya konmuştur.
Buradaki hanedana baktığımız zaman Mardin, Amed Meyyafarikin'de açıklıkla görülmektedir.

Örneğin bugünkü Erbil'in o dönemdeki egemen ailesi gökbörüdür.
Anlamı bozkurttur.
Yani Erbil'deki iktidar 13-14.yüzyılda bozkurt isimli aileye bağlıdır.

Fakat Selahattin Eyyubi'nin ordusunda bulunan Türkmenler, Dögerler, keza Avşarlar, Beydilliler giderek Şafiileşerek Osmanlı'nın da teşvikiyle Kürtleşmiş yani Kızılbaşlıktan kopmuştur.

Diğer taraftan ise Dulkadiroğulları, Halep Türkmenleri ve Mısır'ın etkisiyle bu bölgede Maraş Türkmenleri Sünni olarak kalmış ve dolayısıyla Sünni Türkmenleriyle Şafii Türkmenler arasındaki fark, Yörük Türkmenler ile Ekrad Türkmenler farkı görülmüştür.

Halil İnalcık'ın Faruk Sümer'i çarpıtmasıBu gerçek böyle iken keza bu konuyu çok ayrıntılarıyla Faruk Sümer "Türkmenlerve Türkmen Oymakları" kitabında ele almıştır.
Burada yaptığı bir harita oldukça önemlidir.

Bu haritadan alıntı yapan Halil İnalcık'ın Eren Yayınları'ndan çıkan "Osmanlı Tarihi" ciltlerindeki haritasına baktığımız zaman gördüğümüz ilginç bir nokta var.
Bu nokta şudur ki, Faruk Sümer'in haritası olduğu belirtilen haritada hiçbir şekilde olmayan Kara Ulus, yani Kürtler, Dicle ile Fırat'ın doğusu arasındaki bir bölgeye yerleştirilmiştir.
Oysa Sümer'in haritasında o bölge yukarıda bahsettiğimiz Boz Ulus Türkmenleri, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenlerinin bölgesi olarak verilmektedir.

Buna rağmen buradaki çarpıtma aslında bir Kürt ulusu oluşturmanın bu haritaya yansımasıdır.
Bu durum Halil İnalcık'ın inisiyatifinde mi olmuştur yoksa İngiltere'de basılan kitabın orijinalinde mi olmuştur bilinememektedir.

Ama orijinal haritada olmayan Kara Ulus birdenbire bugünkü Kürdistan olarak belirtilen bölge içine konulmuştur.

Oysa bir sonraki haritada 16.yüzyılda buradaki beyliklere bakıldığı zaman Osmanlı, Verimli Hilal'de yeniden Beylerbeyi düzeyinde bir örgütlenme yaparak ve bu düzende bütünüylebeyliklerin Osmanlı Beylerbeyine verildiğini ve bunlara bağlı bazı sancaklar, livalar ve yerel aşiretlerin de deftere kaydedildiği görülmektedir.

Ama bu aşiretler de hiçbir zaman bağımsız olmamış, tersine aşiret reisinin seçimi İstanbul'dan eşik öpmeyle gerçekleşmiştir.

Bu anlamda Osmanlı bu bölgeyi fethettiği zaman bölgedeki Türklüğü en yoğun olan unsurlar Osmanlı sürecinde giderek Şafiileşmiş ve Kızılbaşlara karşı Osmanlının bu politikası nedeniyle bu bölgede bir baraj görevi görecek Şafiilik öne çıkarılmıştır.
Bu Şafiiliğin öne çıkarılmasının etnik ayrımın diğer temeli ise Selçuklu döneminde İran'dan gelerek Farsça konuşan unsurların burada Kürt kimliğine dönüşmesidir.
Oysa bu unsurları Batı Anadolu'ya bağımlı olan kabileler aynen devam etmektedir.
Yani Karakeçililer Urfa'da Kürtleşirken bunların devamı Ege'de en saf Yörük aşiretleridir.
Avşarlara Batı Anadolu'da Türk, İran'da ise Kürt denilmektedir.

Dögerler, Oğuz kabileleri olarak görülürken günümüzde Farsi bir dil olan Kurmanççayı konuşmaktadır.
Kurmançça, Selçuklu Afganistan'dan gelirken buradaki Tacikçeye denk olarakkullanılmasıdır ve bunlarla gelen Gurlar, Guranlar bu bölgeye bunlarla beraber yerleşmiş eski Sasani dönemine ait dili kullanan unsurlardır.

Oysa Kurmanclar ise Tacikçe-yeni Farsçayı kullanan unsurlardır ama esasen bu bölgede daha önceden birbirinden kopmuştur ve kendi dilleri açısından Farsça dilini konuşan unsurlardır.
Bu boyutuyla bakıldığı zaman Mevlana'nın da aynı şekilde Kürt olması gerekmektedir.

=            =            =            =            =            =

Prof.Dr.Özer OZANKAYA : ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜN 85.YILDÖNÜMÜNDE AKP YÖNETİMİNİN ULUSUMUZU YOKSUN KILMAYA ÇALIŞTIĞI CUMHURİYET EĞİTİMİNİN İLKELERİ!

2013 yılı Öğretmenler Gününde, Başöğretmen Atatürk'ün eğitim kurumlarımıza temel yaptığı kurtarıcı, özgürleştirici ve GÖNÜLLÜ TOPLUMSAL-KÜLTÜREL KAYNAŞMA VE DAYANIŞMA SAĞLAYICI demokratik eğitim ilkelerinin, gerici, baskıcı ve bölücü AKP iktidarınca giderek daha açık biçimde yıkılmaya çalışıldığını görmenin derin acılarını yaşıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti eğitim kurumlarını, Atatürk'ün ölümsüz söylemlerinde anlatımını bulan ve bütün baltalamalara karşın ulusal birliğimizi, yurt bütünlüğümüzü, bilime ve ileri teknolojiye dayalı toplumsal, ekonomik ve kültürel tüm gerçek gücümüzü sağlayan ve sağlayacak olan, şu ilkelere dayandırmıştı:

  • En önemli, en temel nokta eğitim sorunudur.
    EĞİTİMDİR Kİ BİR ULUSU YA ÖZGÜR, BAĞIMSIZ, ŞANLI, YÜKSEK BİR TOPLUM DURUMUNDA YAŞATIR; ya da bir ulusu tutsaklık ve düşkünlüğe bırakır.

  • Efendiler, eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince amaçlanan bir anlayışa gider.
    Ayrıntılara girilirse eğitimin hedefleri türlülenir.
    Örneğin dinsel eğitim, ulusal eğitim, uluslararası eğitim...
    Bütün bu eğitimlerin hedefleri başka başkadır.
    BEN BURADA YALNIZ YENİ TÜRK CUMHURİYETİ'NİN YENİ KUŞAĞA VERECEĞİ EĞİTİMİN ULUSAL EĞİTİM OLDUĞUNU KESİNLİKLE BELİRTTİKTEN SONRA ÖBÜRLERİ ÜZERİNDE DURMAYACAĞIM.

  • Ne yazık, gerçek durum şudur ki, YERYÜZÜNDEKİ ÜÇ YÜZ MİLYONU AŞKIN MÜSLÜMAN YIĞINLARI ŞUNUN YA DA BUNUN TUTSAKLIK VE AŞAĞILAYICILIK ZİNCİRLERİ ALTINDADIR.
    Aldıkları manevi eğitim ve ahlak onlara bu tutsaklık zincirini kırabilecek insanlık niteliğini vermemiştir, veremiyor.
    ÇÜNKÜ EĞİTİMLERİNİN HEDEFİ ULUSAL DEĞİLDİR.

  • ÇOCUKLARIMIZ VE GENÇLERİMİZ YETİŞTİRİLİRKEN ONLARA ÖZELLİKLE VARLIĞI İLE, HAKKI İLE, BİRLİĞİ İLE ÇATIŞAN TÜM YABANCI ÖĞELERLE MÜCADELE GEREĞİ VE ULUSAL DÜŞÜNCELERİ HER ŞEYİ BİR YANA BIRAKARAK, HER KARŞI DÜŞÜNCE ÖNÜNDE ŞİDDETLE VE ÖZVERİYLE SAVUNMA ZORUNLULUĞU TELKİN EDİLMELİDİR...
    Sürekli ve korkunç bir mücadele biçiminde beliren uluslararası yaşamın felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her ulus için bu nitelikleri şiddetle istetmektedir.

  • Efendiler ulusal eğitimin ne olduğunu bilmekte artık hiçbir türlü karışıklık kalmamalıdır.
    Bir de ulusal eğitim ilke olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusal kılmak zorunluluğu tartışma götürmez.
    Ulusal eğitim ile geliştirilip yükseltilmek istenen GENÇ KAFALARI BİR YANDAN DA PASLANDIRICI, UYUŞTURUCU, DÜŞSEL NİTELİKTEKİ GEREKSİZLİKLERLE DOLDURMAKTAN DİKKATLE KAÇINMAK GEREKİR.

  • "Ulusal kültürümüz uygar ilkeler ve özgür düşüncelerle beslenip güçlendirilmelidir.
    KORKUTMA TEMELİNE DAYALI AHLAK, NE BİR ERDEMDİR, NE DE GÜVENİLEBİLİR BİR AHLAKTIR"

  • "OKUL, GENÇ KAFALARA İNSANLIĞA SAYGIYI, ULUS VE ÜLKEYE SEVGİYİ, ŞEREF,, BAĞIMSIZLIĞI ÖĞRETİR.
    Ulus ve ülkesine yarrlı olmak isteyenler, aynı zamanda mesleklerinde birer namusluuzman ve birer bilgin olmalıudırlar.
    Bunu sağlayacak olan, okuldur"

  • Hükümetin en verimli, en önemli görevi eğitim işleridir.
    Bu işlerde başarılı olabilmek için ÖYLE BİR PROGRAM İZLEMEK ZORUNDAYIZ Kİ O PROGRAM ULUSUMUZUN BUGÜNKÜ DURUMUYLA, TOPLUMSAL YAŞAMIN GEREKSİNİMLERİYLE, ÇEVRENİN KOŞULLARIYLA VE ÇAĞIN GEREKLERİYLE TAMAMIYLA ORANTILI VE UYUMLU OLSUN...

  • Bir yanda kara bilgisizliği gidermeğe çalışırken bir yandan da ÜLKE ÇOCUKLARINI TOPLUMSAL VE EKONOMİK YAŞAMDA FİİLİ OLARAK ETKİN VE VERİMLİ KILABİLMEK İÇİN ZORUNLU OLAN İLK BİLGİLERİ, UYGULAMALI BİR BİÇİMDE VERMEK EĞİTİM YÖNTEMİMİZİN TEMELİ OLMALIDIR.

  • · Uygar ve çağdaş bir toplumun bilim ve kültür yolunda bu kadarla yetinemeyeceği kuşku götürmez.
    Ulusumuzun dehasının gelişimi ve bu sayede layık olduğu uygarlık mevkiine çıkması doğaldır ki yüksek meslek adamlarını yetiştirmekle ve ulusal kültürümüzü yüceltmekle olanaklıdır.

  • Bu ilk ve son öğretim basamağı arasında ortaöğretimin de gerekliliği doğaldır.
    Ortaöğretimin amacı ülkenin gereksindiği türlü hizmet ve sanat adamlarını yetiştirmek ve yüksek öğretime aday hazırlamaktır.
    ORTAÖĞRETİMDE DE EĞİTİM VE ÖĞRETİM YÖNTEMİNİN UYGULAMALI VE İŞLEMSEL (AMELİ) OLMASI İLKESİNE UYMAK ŞARTTIR

  • KADINLARIMIZIN DA AYNI ÖĞRETİM DERECESİNDEN GEÇEREK YETİŞMELERİNE ÖNEM VERİLECEKTİR.

  • ULUSUMUZUN YÜKSEK KARAKTERİNİ, YORULMAZ ÇALIŞKANLIĞINI, DOĞUŞTAN ZEKÂSINI, BİLİME BAĞLILIĞINI, GÜZEL SANATLARA SEVGİSİNİ, ULUSAL BİRLİK DUYGUSUNU DURMADAN VE HER TÜRLÜ ARAÇ VE ÖNLEMLERLE BESLEYİP GELİŞTİRMEK ULUSAL ÜLKÜMÜZDÜR.

  • Eğer sürekli barış isteniyorsa, …
    DÜNYA YURTTAŞLARI ÇEKEMEMEZLİK, AÇGÖZLÜLÜK VE KİNDEN UZAKLAŞACAK BİÇİMDE EĞİTİLMELİDİR.

=            =            =            =            =            =

Mustafa Mutlu : Öğretmenler, bugünkü Türkiye sizin eseriniz!

Bugün Öğretmenler Günü...
Öncelikle öğretmenliğin hakkını veren tüm öğretmenlerin günü kutlu olsun.

Sevgili öğretmenler:

Bir öğretmen çocuğu ve kardeşi olarak üzülerek söylüyorum ki bugün geldiğimiz durumdan en çok siz sorumlusunuz.

Eğer bugün bu ülke 90 yıllık kazanımlarını elinin tersiyle itiyorsa...

Örümcek kafalı adamlar, "kızlı-erkekli" diye ayırımlar yaparak, burunlarını çocuklarımızın eğitimine bu kadar sokabiliyorsa...

Eğer "Andımız" bile kaldırılabiliyor, Atatürk büstleri kapı önüne konuluyor, sıkmabaş kadınlar "öğretmen" diye sınıflarda cirit atabiliyorsa...

Siz, "çağdaş uygarlık düzeyine" odaklanmak yerine "dindar ve kindar nesil yetiştirme" hedefine itiraz etmiyorsanız...

Yaşadığımız her şey sizin eserinizdir sevgili öğretmenler...

Sizin, Atatürk devrimlerinden sapmış, tarikat emrine girmiş meslektaşlarınızın eseridir!

Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bazı meslektaşlarınız o kadar cahil ki; işte asıl büyük sorunumuz bu!

"Yok canım, hiçbir öğretmen cahil olmaz" diyorsanız, gelin basit bir oyun oynayalım:

Her ülkede farklı tarihlerde kutlanan Öğretmenler Günü'nün ülkemizde neden her yıl 24 Kasım'da kutlandığını sorun meslektaşlarınıza...

Bakalım kaçı, 24 Kasım'ın, Atatürk'ün 1928'de "Millet Mektepleri'nin Başöğretmenliği"ni kabul ettiği gün olduğunu bir çırpıda size söyleyebilecek?

=            =            =            =            =            =

Prof.Dr.Tülay ÖZÜERMAN : " Kızlı erkekli" : Cinsiyet ayrımcı siyaset!..

Meclis Başkan Vekili çocuklara hitaben yaptığı konuşmasında: "….…maalesef şimdiye kadar kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yaptırılmasını da büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum.
İnşallah bu yanlışlık önümüzdeki dönem içinde düzeltilecek.
Milletlerin en büyük zenginliği ve gücü yetiştirmekte oldukları nesillerdir.
Ülkeler çocuklarını iyi yetiştirirlerse, devleti yönetenler çocukları her türlü olumsuzluktan korumayı başarabilirlerse, dünya sağlam temeller üzerine oturtulmuş demektir"
…demiş.
Konuşmanın satır arasında geçen bir cümlesinde de "Türkiye'de maalesef geçmişten bu tarafa yapılan bir yanlışlık, batıcılık adına çocukların aynı okullarda okutulması" Deyişiyle Atatürk'ün Batılılaşma anlayışına ironik bir gönderme yapmış.
AKP Grup Başkanvekili de, konuya ilişkin sorular üzerine, karma eğitime ilişkin bir düzenleme yapılmasının "şu anda gündemlerinde" olmadığını belirtmiş.
Bu parti görüşü değilmiş, bireysel görüşmüş….
Bu açıklamalardan çıkan sonuç, bireysel görüş olarak ileri sürülenin şu anda öncelikli olmadığıdır"Böyle bir şey olamaz" denilmiyor.
Gündeme alınacak, şu anda değil; her konuda olduğu gibi bu konuda da kamuoyu tepkileri açıklanıp, toplumun gazı alındıktan sonra fikir yürürlüğe konulacak anlamı çıkıyor.
Anımsayınız, türban için de, "öncelikli sorunumuz değil" denilmişti.

Yukarıda edilen sözleri açarsak; bizler karma eğitimle eğitildiğimiz için, "iyi yetişmedik, her türlü olumsuzluktan korunamadık, bu yüzden dünya sağlam temellerde oturtulmuyor" gibi çok anlamlı (!) bir mesaj veriliyor.
Bizler büyük bir yanlışın içinde eğitildiğimiz için AKP gibi düşünmüyoruz.
Akıl ötesi ve saçma gelen bu satırlar yazık ki gerçeğimizi betimliyor, maalesef…

Kadına örtünme üzerinden giydirilen sözde özgürlükle, toplumsal cinsiyet rolleri de yeniden tanımlanmaya başlandı.
Kızlı erkekli olmaya karşı bir anlayış var iktidarda.
Kadını toplumsal yaşamda dinden dolanarak erkeğe tabi duruma getirecek bir dizi değişiklik geliyor yaşamımıza…
Cinsiyet ayrımcı siyaset, kadın aleyhine oldu bittilerle sürdürülürken, ılımlıdan radikale doğru İslami rejimin temelleri atılmış oluyor.
Rejim değişikliği kadın üzerinden görünür kılınıyor ve artık giderek yaşamımızın her alanına müdahale eden bir biçim alıyor.
Özel yaşam denilen alan, bireylerin kendi tercihleri değil, bireye dayatılan üzerinden biçimlendirilmiş oluyor.

Batılı diyerek karalanmaya çalışılan yaşam biçimi, bizleri kadın ve erkek olarak ayırmaksızın özne kabul etti ve özgür birey olmak için insan olmayı yeterli gördü.
Hukuk sistemi içerisinde sağlanan haklar ile kadınla erkek arasındaki ayrımcılıklar giderildi.
Yaşam pratiğindeki cinsiyet ayrımcı söylem ve eylemlerdi sıkıntımız.
Bunların giderilmesi mücadelesiydi, kadın erkek eşitliği mücadelesi…

Şimdi Meclis'te yer bulan irade ile kadınla erkek arasında yeni ayrımcı başlıklar açılıyor.
Kadın insan olarak değil, biyolojisi ile cinsiyet olarak erkeğin gerisine itiliyor yeniden.
Toplum kadın ve erkek olarak kamplaştırılıyor.
Kızlarla erkeklerin bir arada olamayacakları fikri çocuk beyinlere kazılmak isteniyor.

Neden bir arada olamazmışız?
Ne sakıncası varmış?
Niçin iktidara ilk geldiklerinde bunları dillendirmemişler?
Neden bu yanlışa daha önce göz yummuşlar?
Öğrencileri erkek kız diye ayırınca, herhalde bizler erkek öğrencilere ders veremez hale geleceğiz.
Bir süre sonra da, kızlarımızın başı açık hocalardan ders almak istemedikleri bahane edilecek.
2023 olarak belirlenen Hilafet rejimine doğru Türkiye'de kadının elinden tüm kazanımları alınmış olacak.
Bizim gidişten çıkardığımız sonuç bu.

"Batıcılık adına" değildi biz kadınların elde ettiğimiz kazanımlar.
Uygar dünyanın cinsiyet ayrımına karşı olan insani anlayışını Türk kadını için de kabul etmek ve yürürlüğe koymaktı amaçlanan.
Batıcı değildi Atatürk; Batı'ya rağmendi Batılılaşma.
Batı'nın güdümünü reddetmekti.
Bugünün batı için olan çizgisinin aksine.
Batı'nın çizdiği rotada ilerliyor bugün Türkiye; ABD'ye
"kullanın , süpürüp atmayın" diyen danışmanları var bugünün siyasetinin.
Batıcı olmayı tam da bugün sorgulamak gerekiyor.

Atatürk, modernleşme diyordu.
Bize özgü, kültürümüze uygun bir çağdaşlaşmadan söz ediyordu…"Hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin plânlarıyla yükselebilsin?
Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir…"
diyen bir liderin Batıcı olduğu söylenebilir mi?

Kadının hak ve özgürlük alanı boşaltılıp, cinsiyet ayrımcı söylemler çoğaltıldıkça kadına yönelik şiddet giderek katlanıyor.
Lütfen Türkiye tablosuna bugünden, dayatılan sonuçtan bakmayalım.
AKP gelmeden önceki Türkiye için yaptığımız tüm eleştirilerin artık ne kadar lüks kaldığını görelim lütfen"Son on yılda kadına şiddet neden erttı?" sorusunu atlamayalım.

Atatürk biz kadınlara eğitimde erkekle eşit olmanın yolunu açarken diyordu ki; "Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir.
Allah'ın emrettiği şeyi kadın ve erkek beraber olarak ilim ve kültür edinmeleridir.
Kadın ve erkek, bu ilim ve kültürü aramak ve nerede olursa oraya gitmek ve onunla dolu olma zorundadır.
şeyler yoktur.
Türk sosyal hayatında kadınlar ilim, kültür ve diğer hususlarda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır"

Atatürk neden büyüktü ve neden sizler ne yapsanız O'nu neden karalayamayacaksınız, anladınız mı?
Sizler geçicisiniz…
Atatürk ve Cumhuriyeti ve kazanımlar kalıcı.
Şimdilik baskı ile toplumu zorlayabilirsiniz.
Bizler denizi gördük.
Uçsuz bucaksız mavilikleri biliyoruz, bir bardak su ile kandırılamayacak kadar içtik özgürlüğü…
Daha ötesine gidemiyoruz, çünkü önümüzde barikatlar kurdunuz.
İnsan olmanın onurlu yaşam için yeterli olduğunu, insan olmak için kadın ya da erkek olmanın önemli olmadığını, namusun kadın bedeni üzerinden tanımlanamayacağını, namus bahanesi ile kadını ötekileştirmenin erkek yetersizliğinin dışa vurumu olduğunu biliyoruz.
Özgüvenli ve çağdaş erkekler kadın hakları ve özgürlükleri için kadınlar kadar, hatta bazıları daha fazla savaşım vermekteler.
Susturduğunuzu zannettiğiniz toplumun tüm fısıltıları toplandığında müthiş bir uğultu var.
Şimdilik toplaşacağı siyasi bir adresi yok bu uğultuların malum medya operasyonlarınız nedeniyle.

Çekin elinizi kadının, çocuğun ve gencin üzerinden diyeceğim ama biliyorum ki dinlemeyecekler…
Çünkü zayıf halkalar üzerine ve bu halkaların güçsüz tutulması üzerine kurulu bir ajandaları var.
Her türlü ayrımcılığa karşı mücadele ederken, artık bunu Mecliste yer edinmişlere de anlatmak gibi bir görevimiz var…

NOT: "Tüm bunlar bireysel görüşümdür!"…diyemeyeceğim….toplumdaki fısıltıların küçük bir kısmıdır.

=            =            =            =            =            =

Emin Çölaşan : Böyle Bakan Olur mu, Yuh Olsun!..

Herif koskoca bakan oldu, onu adam yerine koyup hükümette görev verdiler.
Başbakanı olan zıpır kendisine her zaman saygı duydu, elinden tuttu, aynı fikirlerin etrafında koşturup durdular.

Sonra günün birinde bir yanlış yaptığı ortaya çıktı.
Neydi o yanlış?

Bakan Bey'in sorumluluğu altında bazı sivil toplum kuruluşları vardı.

Hükümet bu kuruluşlara yardım veriyordu.

Bu sivil toplum kuruluşlarından birinin başkanı kuralları çiğnedi ve yurtdışı gezilere çıktığında uçakların "First class" bölümleri için bilet kestirdi.

15 ayda çıktığı dokuz dış gezide toplam 360 bin Törkiş lira harcadığı belirlendi.

Bu durum ortaya çıkınca Bakan Bey önce inkar etti, "O kurumun kurallarını bilmiyordum" dedi.

Ancak iş büyüdü ve kendisine dediler ki "Sayın Bakan siz ayakta mı uyuyorsunuz, yoksa yalan mı söylüyorsunuz.
İmzaladığınız yazının arka sayfasında o kurallar var.
Demek ki imza attığınız belgeleri dikkatli okumuyorsunuz…"

Bakan Bey o sırada İsrail'de idi.
Lüks harcamalarla ilgili son durum kendisine bildirildi.
Evet, imzası vardı…

Ve Bakan Bey gezisini yarıda kesip ülkesine döndü.

"Kendi onayladığım kuralları fark etmemiş olmam büyük bir hatadır.
Sorumluluk bana aittir"
dedi.

Bakan Bey görevinden istifa etti.

* * * * * *

Kendisine açık mektubumdur.
Bu olanlara asabım çok bozulduğu için kendisine ister istemez hakaret etmek zorunda kalacağım.
İsterse beni -aynen bizimkiler gibi- mahkemeye verip tazminat davası açabilir.
Ya da savcılığa suç duyurusunda bulunup hakkımda ceza davası açılmasını isteyebilir:

"Ulan Sayın Danimarka Kalkınma Bakanı Christian Friis Bach, ulan hıyar!..

Sen manyak mısın kardeşim, geri zekalı mısın?
Ülkemde olay büyüdü diye insan bu kadarcık şey için görevinden istifa eder mi?
Eğer sizin oralarda varsa, kırmızı plakayı falan bırakır mı?

Okumadan imzalamış ve hatanı kabul etmişsin!..

Ulan bizde ne rezillikler oluyor da, birinin bile olsun aklına istifa etmek gelmiyor.

Avanta, yandaş zengin etme, yolsuzluk, din ticareti,

Müslümanlık sömürüsü, yalan dolan, hepsi gırla gidiyor.
Sana ve senin istifanı kabul eden o hıyar başbakanına ne diyeyim şimdi ben!

Rakam 360 bin lira imiş.

Parayı sen mi yedin?
Yemedin.
Gargaraya gelip hata yapmışsın.

Ulan bizde yandaşlara yüzlerce trilyon hortumlanıyor, hangisi istifa ediyor, a benim aptal kardeşim!

Muhterem Christian, Türkiye'de bu işin mektebi var.
Gel de yüzsüzlüğü, yalancılığı, pişkinliği, namussuzluğu sana öğretsinler.
Anladığım kadarıyla sen daha çok toysun.
Madem siyasete girdin, bunları biraz öğrenmen gerek.

Yüzsüz olacaksın, yalan söyleyeceksin, her şeyi inkar edeceksin.
İşine gelmiyorsa suskun kalacaksın.
Her gün ekranlara çıkıp propaganda yapacaksın, insanları yalanlarınla kandıracaksın.

Sen gel bizim buralara da, sana biraz siyaset öğretsinler.
Her lafın başında "Allah" diyeceksin, "Hazreti İsa böyle buyurmuştu" diye nutuk atacaksın, kilise avlularında siyaset yapacaksın, emrine verilen örtülü ödenek paralarını har vurup harman savuracaksın.

Ulan Sayın Bakan Christian, bence sen ve senin gibiler adam olmaz.
Bu korkaklık niye?
İşte o yüzden senin ülken Danimarka yerlerde sürünüyor.
Yahu insan bu kadarcık şey için bakanlık koltuğunu bırakır mı yavrum, keriz misin sen?

İstifa etmişsin, kusura bakma ama iyi halt etmişsin.
Yazık sana be, yuh olsun senin gibi hemencecik istifa ediverenlere!
Saygılarımla!"

=            =            =            =            =            =

Suay Karaman : PENİS KAFALILAR

TBMM Başkan Vekili, AKP Kayseri Milletvekili, hukukçu Sadık Yakut, 14.Ulusal Çocuk Forumu etkinliğinde yaptığı konuşmada kızlı-erkekli karma eğitimi eleştirdi.
Karma eğitimi büyük bir yanlışlık olarak değerlendiren Sadık Yakut, bu yanlışlığın önümüzdeki dönem içinde düzeltileceğini sözlerine ekledi.

Cumhuriyetimizin 90.yılını kutladığımız günümüzde, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin TBMM Başkan Vekili'nin sığ, çarpık, sapık ve ortaçağ zihniyetinde olması, ülkemiz adına çok kaygı verici bir durumdur.

Gelen tepkiler üzerine Sadık Yakut; "Bu benim, eğitimde alternatif olarak söylediğim sözler.
Partimin görüşü değil"
açıklamasını yaptı.
Ancak karma eğitime karşı olma fikrini, konu ile ilgili yeni bir düzenlemenin habercisi olarak algılamak gerekir.
Muhalefet partilerinin özellikle de CHP'nin karma eğitimi reddeden TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut'un yönettiği tüm oturumları boykot etmesi gerekir.
Yoksa laf kalabalığı ile yapılan protesto, sadece göstermelik olur.

Şimdi siyasi iktidar, kızlarla erkeklerin okullarını, yurtlarını, kantinlerini, yemekhanelerini, merdivenlerini, girip çıktıkları okul kapılarını, ulaşım araçlarını ayırmak için çalışmalar yapmaktadır.
Bundan sonra eğlence ve dinlenme yerlerinin, alışveriş yapılacak yerlerin, hastanelerin, kamu dairelerinin, parkların ve yolların bile ayrılmasını gündeme getireceklerdir.

Türkiye Cumhuriyeti'ni ortaçağ karanlığına çekmek isteyen bu iktidara, gerekli ders kadınların öncülüğünde verilmelidir.
Çünkü Türk Kadını, uzun yıllar önce Atatürk'ün verdiği hakları sonuna kadar korumasının gerekliliğini artık anlamıştır.
Kadınların öncülüğünde çağdaş, karma, laik, bilimsel eğitime karşı girişilen kirli saldırılara direnerek, bu saldırıları püskürtmek gerekliliği vardır.

Kendi azgınlıklarına sahip olamadığı için kadını örtmeye çalışmak, kendi sapkınlıkları uğruna akıl almaz yasaklarla kadınları eve kapatarak, yaşamın dışına itmek, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne yakışmamaktadır.
Kadını, cinsel kimliğiyle gündeme getirip, aşağılayanların içinde kadına karşı bastırılmış bir korku vardır.
Bu korku, kadınları görmemek için sürekli kaçma üzerine kurgulanmış, sapkın bir kişiliğin oluşmasına neden olmaktadır.
Bu penis kafalı sapkın kişiliğin sonucunda da, kadınlar mağdur edilmektedir.

Bugün ülkemizde artan kadının mağduriyeti çerçevesinde, kadına yönelik şiddetin de sürekli olarak arttığı görülmektedir.
Siyasi iktidar kadınların özgürlüğünü kılık kıyafete indirgerken, ürkütücü boyutlara ulaşan dövülen, tecavüze uğrayan, yaralanan, öldürülen kadınların sorunları için, somut bir şeyler yapmamaktadır.
Birleşmiş Milletler tarafından yapılan araştırmaya göre Türkiye'nin, şiddet gören kadınlar sıralamasında 86 ülke arasında 75.sırada yer alması, ülkemizdeki kadınların içler acısı durumlarını göz önüne sermektedir.

100.yılında İmam Hatip Liseleri Uluslararası Sempozyumu'nda, Atatürk dönemine karşı çirkin ve yakışıksız sözler söylenmiştir.
Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin; "1930'lu yıllar bir daha asla yaşanmasın" derken, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Atatürk dönemi ve çağdaşlaşma hareketlerini "hüzünlü ve sıkıntılı bir dönem" olarak tanımlamıştır.
Sürekli olarak Atatürk'ten kaçan ve eleştiren bu ortaçağ zihniyetinin, kendi karanlıklarında boğulacağı günler yakındır.

Sadık Yakut'a göre, karma eğitim büyük bir yanlışlıkmış.
Ancak asıl yanlışlık, AKP iktidarıdır.
21.yüzyıl Türkiye'sinin yüz karası olan bu siyasi iktidar sayesinde, her konuda dünya sıralamalarında en sonlarda yer almaktayız.
Beyinleri ile penisleri yer değiştirmiş, penis kafalı ortaçağ zihniyetli insanların yönetiminde, laik ve demokratik cumhuriyetimiz din kurallarına göre düzenlenmek istenmektedir.
Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün aydınlığı, toplumun çağdaşlaşma yolunda ilerlemesini sağlayacak ve ortaçağ karanlığına geçit vermeyecektir.

İlk Kurşun Gazetesi, 25 Kasım 2013.


=            =            =            =            =            =

DOĞU PERİNÇEK : Birinci enstrüman: PKK - İkinci enstrüman: Barzani

Soru: ABD ve İsrail ikilisi, Suriye'nin kuzeyinde şu sıra hangi örgütü kullanıyor?
PKK/PYD örgütünü mü, yoksa El Kaide/ El Nusra'yı mı?

Çok açık: PKK/PYD örgütünü.

PYD'yi El Kaide'nin üzerine kim sürdü?

Olgulardan söz ediyoruz.
PKK/PYD'yi bir süredir El Kaide'nin üzerine süren, ABD-İsrail ortaklığıdır.

Burada İsrail'in etkisine özellikle dikkat edilmelidir.
El Kaide türü örgütler, CIA tarafından kullanılsa dahi, her zaman kontrol dışı eylemlerin kaynağıdır.

Yine unutmayalım: Kürt Koridoru'nun stratejik enstrümanı PKK/PYD'dir.

Tayyip Erdoğanlar niçin El Kaide'yi destekliyorlar

Sizleri şaşırtan, sanıyorum Suudilerin, Tayyip Erdoğan'ın ve Barzani'nin PYD'ye karşı tavırlarıdır.

Bu üçlü, ABD ve İsrail'den farklı olarak El Kaide'nin arkasında.

El Kaide, Suudilerin güdümünde.
Tayyip Erdoğan ise Suudilere ve diğer Körfez şeyhlerine sıcak para bağımlısı.
Bu saptama birçok olayı açıklıyor.
Rafet Ballı arkadaşımızı dikkatli okuyunuz.

ABD, burada Tayyip Erdoğan'ı hoş görmek durumundadır.
Çünkü iktidarda kalamaz.
O zaman Türkiye'yi kime böldürecek?

Kaldı ki son kertede Suudiler de Tayyip Erdoğan da Barzani de ABD'nin denetimindedir.
Nitekim AKP iktidarı artık El Kaide terörüne verdiği desteği sürdürmekte zorlanıyor.

Esad yönetiminin

El Kaide'ye karşı çaresi?

Peki Esad yönetiminin konumu nedir?

Doğru, El Kaide'ye karşı savaştırılacak örgüt PYD'dir.
Mehmet Yuva arkadaşımız Aydınlık'taki yazılarında, hep buna dikkat çekti.
PYD'yi kullanmak, Esad'ın o alandaki çaresi oluyor.

Beşar Esad'ı bu çareye zorlayan, Tayyip Erdoğan yönetiminin komşuluk hukukuna ihanetidir.

Türkiye ve Suriye el ele verse, ortada ne PYD/PKK kalır, ne de El Kaide!

Bölge ülkeleri bölününce, ABD ve İsrail'e fırsat doğuyor.

Onların kışkırtmasıyla etnik ve dinsel temelli örgütler sahneye çıkıyorlar.
Ve bu örgütler, bölge devletleri için enstrüman değeri kazanıyor.

Buna Ortadoğu acısı mı demeli!

ABD mi yanılıyor yoksa Beşar Esad mı?

Zaman zaman ilginç bir saflaşma ortaya çıkıyor.
PYD'yi El Kaide'ye karşı kullandıkları için, ABD ile Beşar Esad sanki yan yana gözüküyor.
Kafalar burada karışıyor.

Acaba ABD mi yanılıyor, yoksa Beşar Esad mı?

Mehmet Yuva kardeşimiz de ne zamandır bu soru üzerinde yoğunlaşıyor.

Aslında her şey berrak.
Bu konuda M.
Ali Güller'in 19 Kasım 2013 günlü, "Suriye'de özerlik cephesi" başlıklı yazısını yeniden okumanızı öneririm.

ABD'nin stratejik piyonları

ABD, PYD'yi istediği zaman Suriye'nin üzerine sürme olanağına sahiptir.
Elbette günümüz koşullarında!

PKK, bölgede ABD-İsrail'e zincirle bağlıdır.
ABD güdümü dışında bir siyaset izleme şansı yok.
Bu açıdan stratejik piyondur.

Stratejik düzlemde bakarsak, ABD ve İsrail'in Kürt örgütleri içinde birinci enstrümanı PKK'dir.

Barzani, ikinci enstrümandır.
Artık bunu ABD raporlarından okuyoruz.
Çünkü ABD, Kürdistan'ı PKK ile kurabilir, Barzani ile kuramaz.

Nedenlerini lütfen "Türkiye Solu ve PKK" başlıklı kitapta inceleyiniz, çok önemlidir.
Yoksa yaşanan süreci anlayamayız.
Hatta bazı şaşkın solcularımız gibi, PKK içinde "Sosyalist veya devrimci hizipler" görürüz.
Hakan Fidan'ın denetiminde sosyalist olunabiliyorsa, söylenecek bir şey yoktur.

Bazı küresel solcularımız, partisiz oldukları için, Öcalan veya Kandil kuyruğundan bir türlü kurtulamıyorlar.
Arslanlı Yol kurtaracak!
Biraz zaman!

Enstrüman özgürlüğü ve taktik yeteneği

"Enstrümanım" diyen Apo değil miydi?
Terfi etmek için dilekçe verdi, gazeteler yayınladı.

Sayın Solcularımız, PKK/PYD'nin kimliğini kendi liderinin ağzından öğrenin hiç olmazsa!

Enstrüman elden ele geçince enstrümanın özgürlüğü ve manevra yeteneği üzerine sayfa dolusu yorumlar yapılıyor.
Oysa elden ele dolaşmak özgürlük değildir.
Kerpetenden testereye kadar bütün aletlere bakın, o kadar özgürdürler.

Apo'nun bir Kürt örgütü lideri için kullandığı benzetmeyi utanarak yazıyorum; "Ortadoğu'nun fahişesi" diyordu.
Bu benzetme piyonların elden ele geçebileceğini anlatıyor.

Stratejik piyon, taktik düzlemde kendisini başka güçlere de sunar.
Bölgenin güçleri, bu olanakları değerlendiriyor.
Hep böyle oldu.

Beşar Esad neyi biliyor?

Beşar Esad yönetimi de bugün PYD'yi kullanabilir.
Bunlar, Suriye'nin Kurtuluş Savaşı taktikleridir.
Hesabı herkes bulunduğu konumdan yapar.
Biz, Ankara'dan bakıyoruz.

Ama Beşar Esad yine bilir ki, kullandığı PYD, büyük düşman ABD'nin planlarında silahını Suriye'ye çevirecektir.

PYD, orada kendisine bir üs alanı yaratırken, o üs herkes biliyor ki, Suriye'ye karşı savaş üssüdür.

Suriye, bu arada El Kaide ve El Nusra'nın bazı darbeler yemesini kâr olarak görüyor.
ABD ve İsrail de El Kaide'nin hizaya gelmesini istiyor.
El Kaide'yi PYD ile dizginlemiş oluyor.

ABD ile İsrail'in stratejik hedefi

ABD ve İsrail, Tayyip Erdoğanları cepheye sürerek Beşar Esad'ı yıkmak istedi.
Suriye kahramanca direndi ve onları bozguna uğrattı.

Artık onlar da kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Beşar Esad kalıcıdır.

Bu durumda ABD ve İsrail ikilisi, hedefi küçülteceklerdir.
Esad kalsın, ama Kürt Koridoru açılsın, Suriye bölünsün!
Unutmayalım stratejik hedefleri, Kürt Koridorunu açmak, İkinci İsrail'i kurmaktır.

Esad Suriye'nin bölünmesine razı olur mu?

Beşar Esad, biliyoruz Suriye'nin bölünmesini kabul etmeyecektir.
Bir süre sonra bir bakmışsınız, Esad yönetimi bu kez de PYD'ye karşı El Kaide gibi örgütleri kullanıyor.

Dedik ya, emperyalizm karşısında birleşemeyen Ortadoğu ülkelerinin çareleridir bunlar.

Bunun sorumlusu kuşkusuz Esad değil, Tayyip Erdoğan'dır.

Tayyip Erdoğanları yıkmazsak, sorumluluğu biz de paylaşırız.

Kandil ne zaman beyaz bayrak çekecek?

Ortadoğu'nun etnik ve dinsel temelli örgütlerini enstrüman olmaktan kurtaracak çözüm yok mu?

Var ve gündemdedir.

Arslanlı Yol'dan gümbür gümbür iktidara yürüyoruz.

İki yıl içinde AKP iktidarını yıkacak ve derhal Suriye, Irak ve İran ile işbirliği yapacağız.

Beş Ülke Beş Deniz'i bileştireceğiz.

Öncelik, Suriye ile ittifaktadır ve hemen arkasından Irak ile!

Koşullar değişirse sıra değişir.

O zaman göreceksiniz Kandil beyaz bayrağı çekecektir.
Diyarbakır işte o zaman Türkiye'nin yıldızı olacaktır.

Kürdümüzü kazanarak vatanımızı birleştireceğiz.

ABD ve İsrail'in tertiplerinde silahlı roller üstlenen olursa, kuşkusuz Türkiye'nin yaptırım gücü, kardeşliğin ve barışın önünde engel bırakmayacaktır.

Kürdümüze güveniyoru

Zİçine girdiğimiz devrim süreci bir aşamasında, Güneydoğu halkımızın birlik yönüne döneceğini göreceğiz.
Çünkü biz Kürdümüzün önüne, ABD enstrümanlığını değil, hükümet olma seçeneğini koyuyoruz.

PKK tabanını kaybedecek ve Türkiye'nin birliğine katılacak olanlar, etnik temelde örgütlenmeden de vazgeçeceklerdir.

Af ne zaman olur?

Ülkeye barış gelecektir.
Herkes sevdiklerine kavuşacaktır.

Partimizin af siyasetini, E.Tümg.Naci Beştepe, 19 Kasım 2013 günü açıkladı:

Silahı bıraksınlar, elbette af olur!

Bu açıklama şu anlama da gelir: Silah bırakmazlarsa, silah bıraktırılacaktır.
Yine af olur!

Pax Americana (Amerikan Barışı) enstrümanlarının korkak korkak vaat etikleri af geçersizdir.

Ancak Türk-Kürt kardeşliğiyle kurulacak Milli Hükümet'in çıkaracağı af kaçınılmazdır.

Türkiye halkı, bu acı yılları arkada bırakarak ve el ele büyük geleceğe yönelecektir.

ABD İkinci İsrail'i kuramayacak

Doç.Dr.Sait Yılmaz'nın 19 Kasım 2013 akşamı Ulusal Kanal'ın Medyanın Halleri programındaki saptaması çok doğrudur: ABD, bölgede İkinci bir İsrail kuramayacaktır.

Sayın Yılmaz, bu tarihsel öngörünün kanıtlarını kitap olarak yazmış.
Geçerliliğini yitirmeyecek bir kitap.

Pazartesi, 25 Kasım 2013

=            =            =            =            =            =

TUNA KİREMİTÇİ : Milli sevişme sorunu

Nobel ödüllü İrlandalı şair Seamus Heaney "Seks, sağlıklı cinsel hayatı olan birinin beyninin yüzde 10'unu işgal eder" demiş"Olmayanın yüzde 90'ını"

Umberto Eco da bir söyleşide, Orta Çağ papazlarının aslında cinsellikten başka bir nane düşünmediğini söyler.

Çünkü Orta Çağ'ın neredeyse bütün tabuları ve cezaları, kadın ve erkek cinselliği hakkındadır.

Günümüze ve muhitimize uyarlamak istersek, "kızlı-erkekli" mevzular üzerine!

İranlı bir tanıdığım da "Sen bakma söylenenlere" demişti: "Tahran dünyanın en afrodizyak şehirlerinden biridir.
Sokakları buram buram cinsellik kokar"

Sahiden de mahalle baskısı, cinselliği haddinden fazla önemli hale getirmek dışında bir halta yaramıyor.

Hayatın doğal parçası olması gereken iş, memleket meselesi haline gelerek zihnimizi meşgul etmeye başlıyor.

O zaman da Seamus Heaney'in dediği gibi, neye baksan cinsellik görüyorsun.

Yakın geçmişte "Ayak bilekleri görünüyor" diye kadın kameramanı meclisten attırmak isteyen vekil bile gördük.

Hatta "Amelie" filmini porno diye şikâyet eden milli eğitim müdürü de.
Hem de İzmir'de!

Nitekim Başbakan öğrenci evleri hakkında konuştuğundan beri milletçe cinsellikle yatıp kalkıyoruz.

En son bir milletvekilinin karma eğitim konusu diline vurunca, olayın üzerine tüy dikildi.

İnsanın aslında bir numaralı memleket meselesinin bu olduğuna inanası geliyor.

Belki milletçe sağlıklı ve doyurucu bir cinsel hayatımız olsa, diğer sorunlarımız yaşanmayacak.

Daha kolay çözeceğiz türbanı da, ana dilde eğitimi de, laikliğin korunmasını da...

Bizse her konuda stres yapıyoruz.
Birbirimizin halinden anlamamıza, karşılıklı empati yapmamıza imkân kalmıyor.

Orta Çağ papazı gibi durmadan başkalarını suçlayan, mendebur kişilere dönüşüyoruz.

Bu işlerden anlayan Fransızlar, aşırı huysuz kişilere "malbeze" der"Yeterince sevişmemiş" anlamında.

Milletçe bu kadar geçimsiz olmamızın nedeni de ayıptır söylemesi, "malbeze" oluşumuz olmasın?

Tatmin olmamış kişilerin dünyaya sakin kafayla bakması imkânsız değilse de zor.

İnsan memlekete gerekli tek köşe yazarının Haydar Dümen olduğunu düşünmeden edemiyor!

Pazartesi, 25 Kasım 2013

=            =            =            =            =            =

RAFET BALLI : Erdoğan, Suriye'de El Kaide'yi feda ediyor

Farkındayım.
Başlık çok iddialı.

Fakat..
Açık siyasi açıklamalar..

Perde arkası bilgiler bu yönde.

***

Önce sorunu tanımlayalım.

Suriye'de üç tür muhalif İslamcı var:

Bir: İhvan.
Askeri gücü az ve etkisiz.
Batı destekli.

İki: El Nusra benzeri Selefi gruplar.
Etkili.
Suud destekliyor.

Üç: El Kaide (Irak Şam İslam Devleti gibi).
Etkili.
Batı ve Suud dolaylı destekçi.

***

Halep kırsalından bir kaynağa soruyorum.

Cevap: "El Nusra'nın (Selefi) yüzde 90'ı yerli..
El Kaide'nin de yüzde 10'u"

Sonuç: El Kaide'cilerin tamamına yakını yabancı.

Yabancı Selefiler söylenenden fazla.

***

Suriye'deki yabancı militan sayısı?

Washington Post: 6-10 bin El Kaideci.

Lübnan El Menar TV: Haziran 2103 itibariyle 6113 yabancı militan öldürüldü.
17 bin militan savaşıyor.

BM Suriye Temsilcisi Lahdar İbrahimi: En az 40 bin.

Başka kaynaklar: 90-100 bin

***

Suriye'deki yabancı militanlar..
Önceleri daha az.

2012 Temmuzundan itibaren..
Dalgalar halinde.

60 kadar ülkeden geldiler.

Irak'tan, Ürdün'den, Lübnan'dan..
Ağırlıkla da Türkiye üzerinden girdiler.

Suriye'nin kuzeyini kontrollerine aldılar.

***

Batı Selefilere önce hayırhah baktı.

Esad yönetimini zayıflatıyorlardı.

Fakat Suriye direndi.

Suriye'de, bölgede ve Batı'da..

El Kaide'ye, Selefiliğe tepkiler genişledi.

Bölgemizde tarih Haziran'da yön değiştirdi.

31 Mayıs/1Haziran: Türkiye'de Gezi isyanı başladı.

5 Haziran: Suriye stratejik hamle başlattı.
Lübnan sınırındaki Kusayr'ı çetelerden temizledi.

Haziran/3 Temmuz: Mısır halkı ayaklandı.
İhvancı Cumhurbaşkanı Mursi devrildi.

Bileşik kaplar gibi.

Direniş kuvvetleri bölgede birlikte yükseliyor.

***

Artık, Batının Erdoğan'a temel eleştirisi: El Kaide destekçiliği.

AKP reddediyor.

Erdoğan: "İftira"

Davutoğlu: "Kara propaganda"

Dört farklı kaynağa sordum.

Cevapların ortalaması: "AKP, El Kaide'ye desteğini sınırladı"

***

Fakat..
El Kaide olayı bir yerlere gidiyor.

Önceki gün de yazdım.

Erdoğan Rusya'da konuştu.

Suriye'de Selefileri ve El Kaide'yi de..
İlk kez ölümlerden sorumlu tuttu.

"Karşıda aşırıcı gruplar..
Onlar da bu işin sorumlusudur"
(22 Kasım).

Tespitin operasyonel karşılığı var gibi..

***

Soru aslında basit: Esad kazanıyor.
El Kaideciler nereye gidecek?

Kaynaklarla konuşuyorum.

Önce Halep kırsalı.
Adres vermiyor.
Ruh halini tasvir ediyor.

"Selefiler dönmeye değil, ölmeye geldiler"

Dışişleri'ne yakın uzman.
Bölgeyi yeni dolaşıp gelmiş.

O da "çıkış"ı değil, "çıkmaz"ı gösteriyor.

"Araplar..Rusya..Avrupa.
Hiç kimse kabul etmez"

"Savaş tecrübeli bu kadar militan..
Herkesin başına bela"

***

Tekrar: Binlerce savaşçı ne olacak?

Cevabı dramatik.

"Acı ama..
Rusya'nın da, Batının da tercihi..
El Kaidecilerin imha edilmesi"

Kim yapacak bunu?

Cevap sürpriz: "Esad!"

Soru: Yani, başta Türkiye..
Komşular sınırları kapatacak.
Esad da çeteleri temizleyecek.
Öyle mi?

Cevap: !?

***

ABD-Rusya-AKP arasında..
İmha mutabakatı mı sağlandı?

Kesin veri yok.
Fakat aşağıdaki satırlar?!

Bir: "Rusya ile Türkiye, Suriye krizinden çıkış yolunu arıyorlar"

İki: "Radikal grupların Suriye'deki faaliyeti, Rusya ve Türkiye'de kaygıyla karşılanan...
önemli husustur"

Üç: "Görüşme masasına oturtulması imkansız radikal gruplar, Suriye'de savaşın sona ermesini istememektedir"

Dört: "Rusya ile Türkiye...
radikallerin faaliyetinin önlenmesi, lojistik kanalların kapatılması konusunda uluslararası düzeyde ortak adımlar atabilir"

Yazının tarihi: 15 Kasım.
Erdoğan ziyaretinin hemen öncesi.

Yayın yeri: Orsam sayfası.
Türk Dışişleri'nin gayri resmi düşünce kuruluşu.

İmza: Dr.İrina Svistunova.
Rus Dışişleri'nin düşünce kuruluşu Rusya Stratejik Araştırmalar Merkezi (RİSİ) uzmanı.

Soru 1: Suriye'de savaşan..
500 ile 2 bin arasında Türk vatandaşı var.
Onlar ne olacak?

Soru 2: Sıkıştırılan El Kaide'nin..
Silahını Türkiye'ye çevirmesi nasıl önlenecek

Pazartesi, 25 Kasım 2013

=            =            =            =            =            =

Hasan Pulur : Az bilinen Namık Kemal...

Hani, günümüzün modası olan bir deyim var: "Tabuları yıkıyoruz!"Eski bir huyumuzdur bu, 1930 yılında ressamlar buna benzer bir slogan atmışlardı:"Putları yıkıyoruz"Devrim başlamıştı, Tünel'deki bir şapkacı dükkânında Elif Naci ve arkadaşlarının açtığı bir sergiyle!!!

Hıfzı Topuz'un Namık Kemal için yazdığı son kitabı okuyunca bunlar aklımıza geldi...

(X)

***

Hıfzı Topuz, Namık Kemal'i anlatmaya şöyle başlar:

"19.yüzyılda Osmanlı topraklarında efsane bir şair yaşadı.

Vatan sevgisinin ne olduğunu anlatabilmek için yıllar boyu belleklerden silinmeyen hamasi şiirler yazdı.

Avrupa'ya kaçtı.

İngiliz ve Fransız yazarlarının düşüncelerinden yararlanarak bilgisine hazineler kattı.

Yurda döndü.

Yazdığı Vatan yahut Silistre adlı oyun bütün İstanbul halkını ayağa kaldırdı.

Sultan'ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi.

Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu.

Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı.

48 yıllık yaşamının on sekiz yılı sürgünde geçti.

Ama son dokuz yıl devlet hizmetindeydi.

Kimdi o ünlü kahraman?"

***

Hıfzı Topuz, böyle anlatır ama bu satırların altında iki üç satır daha vardır:"Ama son dokuz yılı devlet hizmetindeydi, düzenden yana oldu, padişaha övgü dolu mektuplar yolladı.

Devleti kurtarmaya çalışan üst düzey bir bürokrat gibiydi"

***

Gönderilenler arasında Namık Kemal de vardır.

Eski dostları "Bu ne biçim devrimcilik" diyorlardı:"Yıllarca Abdülaziz'e kafa tutacaksın, sonra o devrilince Sultan Murat'a yanaşacaksın, o çıldırınca bir süre Sultan Hamit'e karşı olacaksın.

O seni bir yerlere sürecek ama, sürgünde de gül gibi yaşayacaksın!

Artık ne gazeteye yazı yazacaksın, ne de tiyatro oyunu, pus pus oturacaksın, yalakalığa soyunacaksın!

Onun sonunda da seni, sürüldüğün yere mutasarrıf yapacaklar.

Yahu siz hiç utanmaz mısınız?

Yıllar boyu bize örnek olmuştunuz.

Halk sizi alkışladı.

Sırtında taşıdı ama iki yılda barutunuz tükendi.

Kavuk sallaya sallaya mutasarrıf oldunuz.

Şimdi de kızınızı evlendirmek için, o beğenmediğiniz sultandan izin istiyormuşsunuz.

Yakışır mı size bu yalakalık?

Kardeşim biz ne zaman adam olacağız?

Yok yok, bunlardan bize hayır gelmez.

Bunlar mı devrim yapacaklar?

Eski hamam, eski tas.

Bu mıydı bizim bel bağladığımız Yeni Osmanlılar?

Yazıklar olsun!"

***

Bu sözler Kemal'in kulağına gidince hırsından deli oluyordu.

İçi sızlıyordu.

Onlara hak vermemesi de elde değildi.

Ama kendini haklı göstermek için de türlü bahaneler buluyordu"Bekâra karı boşaması kolay gelir" diyordu"Onlar bilmezler benim neler çektiğimi...

Yıllarca Avrupa'larda süründük durduk"Ona karşı olanların yanıtları da hazırdı.

Pek o kadar süründüğü söylenemezdi.

Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın parasıyla Avrupa'da gül gibi yaşadığı aklına geliyor ve "Arkadaşlara haksızlık etmeyelim" diyordu.

***

Peki ya Magosa'daki sürgün yılları?

Herkes onun kalenin zindanında işkenceler gördüğünü sanıyordu.

Oysa zindan dedikleri bodrum odasında topu topu iki gece kalmış, sonra kendisine kalenin üst katında deniz gören bir oda verilmişti.

Kasabada dolaşmasına, denize girmesine, içkisini içmesine de kimse karışmamıştı.

Yazlığa gitmiş gibiydi.

Bazen sivrisineklerin saldırısına uğruyordu ama Kıbrıs'ta bu dert herkesin başındaydı.

Namık Kemal'in iki buçuk yıllık sürgün yaşamı hiç de acınacak gibi değildi.

Nesi eksikti?

Tatilde gibiydi, evinde prensler gibi yaşıyor, yazılarını yazıyor, içkisini yudumluyor, dostlarıyla buluşuyor, kimsenin sofrasında bulunmayan mezeleri dışarıdan getirtiyor, yan gelip yatıyordu.

Buna sürgün mü denirdi?

***

Namık Kemal, "Saray"la arasını düzelttikten sonra, bir de "Osmanlı" kesilmiştir.

Şair Eşref, onun bu halini hicvederdi"Neden Osmanlıyız bilmem ki, biz Türkoğlu Türküz!"

***

Evet, tarihimizde "Vatan Şairi" bir Namık Kemal vardır, yazılanların ve yakıştırılanların hepsi doğru olsa da bir de Hıfzı Topuz'un yazdığı Namık Kemal var, okunmaya değer...

Hele, günlük benzerlerini görünce...

——————————-

(X) Vatanı Sattık Bir Pula, Remzi Kitabevi.

=            =            =            =            =            =

Mustafa Balbay : Adalet Bütçesindeki Hukuk Açığı!

Adalet Bakanlığı bütçesinin Meclis'te görüşülmesi sırasında üç konu öne çıktı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) Türkiye'den yapılan başvuru sayısı, cezaevlerinin doluluk oranı, tutukluluk ve yargılama süreleri...

Bakanın her üç konuya ilişkin açıklamalarının görünenden daha başka boyutları var.

İç hukuk yollarının tükenmesinin ardından AİHM'ye yapılan başvurularda Türkiye uzun yıllar Rusya'nın ardından ikinci sırada geliyordu.

Son bir yıl içinde dördüncü sıraya geriledik.

Kasım ortasında Sırbistan bizi geçti ve beşinci sıradayız.

Yurttaşlarına AİHM'ye başvuru hakkı tanıyan 47 ülke arasında bu da olumsuz, ama bakan, basamak basamak gerilemeyi başarı hanesine yazıyor.

Ne var ki, AİHM'ye başvuru azalmasının ana nedeni Türkiye'de hukukun iyiye gitmesi değil, bir iç mekanizmanın daha konmuş olması.

2012 sonbaharından itibaren Anayasa Mahkemesi (AYM) en son hukuk yolu olarak devreye girdi.

Böylece AİHM yolu biraz daha uzamış oldu.

Öyle anlaşılıyor ki bu durum, başvuru yoğunluğundan iş yükü artan AİHM'nin de işine geldi!

***

Bakanın verdiği bilgiye göre cezaevlerinde 140 bin 520 tutuklu ve hükümlü var.

359 cezaevinin toplam kapasitesi 151 bin 444.Bu hesaba göre 10 bin 924 kişilik yer kaldı.

Bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor.

Pek çok alanda olduğu gibi cezaevleri inşaatında da AB standartlarına göre başlanmış, Türkiye standartlarına göre devam edilmiş.

Basit bir hesaplama paylaşalım.

Türkiye'de cezaevleri, kampus haline getirilerek toplulaştırılıyor.

İstanbul, Ankara, İzmir'deki cezaevleri zincirine yenileri ekleniyor.

Yakında Konya'da da Sincan-Silivri'ye benzer bir kampus olacak.

8-10 cezaevinin bir arada olduğu bu kampuslarda kimi tecrit koğuşları dışında standart 2 katlı koğuşlar var.

Bunlar AB standartlarına göre 7'şer kişilik.

7 oda var, her odada bir kişi kalacak.

Zamanla kapasite dolunca her odaya iki katlı ranzalar eklendi.

Böylece 21 kişilik oldu.

Geçen yıl bu da yetersiz kalmaya başladı.

Kimi koğuşlarda yere yatak serildiği söyleniyordu.

Bir çözüm daha üretildi.

Her odaya birer yatak daha eklendi.

21'lik kapasite 28'e çıktı.

Her cezaevinde ortalama 60 koğuş olduğu düşünülürse, ortalama 420 kişilik cezaevleri 1680 kişiye kadar çıkabiliyor.

İşte bu kapasite arttırımı üzerinden cezaevlerinde doluluk oranı yüzde 95.Eğer AB standartları dikkate alınırsa cezaevlerinde halen kapasitenin 3 katına yakın mahpus var.

***

Yine bütçe rakamlarına göre 2001 yılında yüzde 54 olan tutukluluk oranı Eylül 2013'te yüzde 20'ye geriledi.

Eğer tanımları yeniden yorumlarsanız tüm istatistiklerin anlamını değiştirebilirsiniz.

Tutuklulukla hükümlülük arasına "hüküm özlü" diye yeni bir tanım getirildi.

Yerel mahkemede hakkında ceza kararı verilmiş bir kişinin bu cezası yüksek mahkemede de onanıncaya dek "tutuklu" sayılması gerekiyor.

Bunun yerine uygulama olarak tutuklu ama istatistiksel olarak "hüküm özlü" kabul ediliyor.

Böylece tutuklu sayısı da azaltılmış oluyor.

Bu bağlamda davaların hızlandırılması sadece istatistikleri etkiliyor, hukuksuzluğu ortadan kaldırmıyor.

Delilleri tartışma gereği duymazsanız, tanıklar dinlenmese de olur derseniz, usul yasalarını hiçe sayarsanız, bütün bunların ardından şipşak hızlı karar verirseniz, bunun adı adil yargılama olmaz ki.

Uzun tutukluluk ve uzun yargılama çok ciddi bir sorun.

Ancak bunun çözümü hızlı yargılama da değil.

Yargılamaların yeni inşa edilmiş, devasa adliye saraylarında yapılması da hukukun yükselmesi anlamına gelmiyor.

Bir söz vardır:"Ne insanlar gördüm üzerinde elbise yoktu.

Ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu" Asıl olan adalet sarayları değil, o saraylarda dağıtılan hukuk.

=            =            =            =            =            =

Mümtaz Soysal : Dış Türklerin İçi

Dünya Kıbrıs Türkleri Vakfı'nın Girne'de toplanan üçüncü kongresinde öğreniyoruz ki, yalnız İngiltere'de yaşamakta olan üç yüz bin Kıbrıslı Türk varmış.

Sürdürülen araştırma bittiğinde dünyanın çeşitli köşelerine yerleşenlerin toplam sayısı belli olacak.

Türkiye'de "dış Türkler" olarak daha çok Batı ve Kuzey Avrupa'ya çalışmak için gidip de oralarda kalanları biliriz.

Kıbrıslıların durumu biraz farklı.

Geçen yüzyılların Rumeli göçmenleri gibi kötü davranışlardan kaçmak zorunda kalmışlar, hatta kovulmuşlar.

Dolayısıyla, siyasal bilinç ve ulusallık yüksek.

Onların asıl derdi, "Kıbrıs sorunu" denen siyasal durumun sonucu ve bir çeşit yaptırımı olarak uygulanan ve genellikle "ambargolar" denen insan hakları ihlalleri; yasaklamalar, engellemeler biçiminde, yüz karası bir tablo.

İletişime, ulaşıma ve hatta spor gibi alanlara kadar giden yasaklamalar tam bir rezalet.

İhlaller, yasaklamalar ve engellemeler o kadar haksız, insafsız ve insanlık dışı ki hangi insan hakları mahkemesine götürülürse götürülürsün iptal edilebilir.

Türk diplomasisinin bu konudaki en büyük hatası, bu konuyu insan hakları alanına aktarıp, büyük yankılar uyandırabilecek bir mücadeleyi başlatamamış olmaktır.

Kıbrıs sorununu bu yönüyle, yani bir insan hakları konusu haline getirmek gerekirken, bunu yapmayışıdır.

Çabalarımız, bu süreç içinde siyasal manevralarla ya da müzakerelerle sanki normal bir dış politika konusu varmış gibi, davayı asıl etkili olabileceği alana taşımamış olmaktır.

Tabii Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, devlet olarak bütün boyutlarıyla tam tanıtılmış olsaydı, bu konu bu şekilde çok daha elverişli bir düzeye taşınabilirdi.

Tanıtma yerine başka alanlarda ve konularda çaba harcandı.

Fakat Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin hukuken ve resmen başarılmasına fazla önem verilmedi.

Sanki sıradan bir siyasal konu ele alınıyormuş gibi davranıldı.

Durum özüyle hiç değişmeden aynen devam ediyor.

İnsan hakları ihlalleri öylesine açık ve neredeyse bir zulmetmek biçiminde sürdürüldüğü ortadayken müzakereleri, uzlaşmaları ve diplomatik formüller kurma çabalarını bir yana bırakıp, sorunu bu yönü bakımından kıyamet koparılmalı idi.

Vakit geçmemiştir.

Dava, hâlâ sürmekte.

Bu aşamada başka çabaları ve girişimleri bir yana bırakıp çok etkili bir kampanya düzenleyerek bu rezalet, dünya kamuoyu önüne olanca açıklığıyla konmalı ve bunda ısrar edilmelidir.

=            =            =            =            =            =

Orhan Bursalı : Dershane Neye Yarıyor?

Dershaneler, tamam, herkesin söylediği sıradan bir şey.

Bunu duydukça gülüyorum: Eğitim sisteminin bir sonucudur, ürünüdür.

Ne yapalım yani?

Eğitim sisteminin bir sonucu olmak, onları kabul etmek gibi bir zorunluluk mu dayatır!?

Şunu demek istiyorlar: Eğitim sistemi düzelmedikçe, dershaneleri de kaldırmaya kalkışmak mümkün değil.

Ben farklı düşünüyorum: Dershaneler eğitim sisteminin bir sonucu değil.

Bu, herkesin diline yapışmış, yanlış bir söylem.

Her şeyi en basitinden yeniden ele alalım da artık tartışma doğru zeminde sürsün: Eğitim sisteminde öğrenciler yetersiz eğitim aldıkları için dershanelere gidiyor değiller (burada tartışılan eğitimin kalitesi değil)İlköğretimden sonra gidecekleri, adı iyiye, kaliteliye çıkmış ortaokul ve liselerin alabilecekleri öğrenci sayısı sınırlı...

Aynı şekilde, liseyi bitirenlerin de gidebilecekleri üniversite kontenjanları da sınırlı.

Yani, üniversiteleri temel alıp söylersek, 2012'de ÖSYM sınavına 1.451.000 öğrenci üniversiteye gitmek için sınava girdi.

Bunlardan 1.171.000 kişi sınavı kazandı.

Yani üniversite kontenjanı kadar kazanan oldu ve yerleştirildiler.

Dolayısıyla 280 bin öğrenci üniversiteye giremedi.

Çünkü üniversitelerde yer yok, eğer 1451 kontenjan olsaydı hepsi kazanmış olacaktı.

Açıkta kalan öğrenci sayısı yıldan yıla azalıyor.

Çünkü iktidar, üniversitelerin kapasitesini aşan miktarda öğrenci alımını zorluyor, ikincisi yeni üniversite kuruluşunu muazzam hızlandırıyor.

Bu iki politika ile açıkta kalanların sayısı hızla eritiliyor.

Ama kalite muazzam düşüyor.

Herkes üniversite diplomalı ama diplomaların çoğunluğu kalite olarak lise diplomasına denk!

ÖSYM'nin temel görevi, 2012'de, 280 bin kişiyi elemekti.

Örneğin beş yıl önce belki de 600 bin kişiyi elemek amacıyla ÖSYM sınavı yapılıyordu.

ÖSYM, öğrencileri 1'den 1.171.000'e kadar sıraya (kuyruğa) sokuyor.

Onları, tercihlerine ve aldıkları puanlara göre üniversitelere yerleştiriyor...

İşte, bütün mesele, a) 1,171.000 kişilik kuyrukta yer kapabilmek, b) ve daha iyi ve istenilen kaliteli üniversitelere, bölümlere yerleşebilmek...

Bunun için büyük bir savaş veriliyor.

***

İşte bu noktada dershaneler devreye giriyor.

Dershaneler, öğrencilere iyi bir puan almanın test antrenmanını yaptıran yerlerDershaneler, liseden gelen öğrenciler arasında yeni bir sıralama yapar.

Eğer öğrenciler lise bilgileriyle ÖSYM sınavına girselerdi, kazanan diyelim ki yüzde 50'sinin isimleri ve sırası farklı olurdu.

Belki kaybeden 280 bin kişinin bir kısmı kazanan olurdu.

Dershaneler ısrarlı bir test çözme yöntemiyle bu sıralamada etkili oluyor.

Liseyi aksatmadan ve iyi çalışarak bitiren öğrenciler, iyi liselerde eğitim görenlerin pek çoğu, dershaneye bile gitmeden iyi yerleri kazanabiliyor.

Ama rekabet büyük olduğu için onlar da dershanelere giderek şanslarını arttırmak istiyor.

Yani dershaneler eğitim sisteminin bir sonucudur, söyleminin aslı astarı, kontenjan azlığıdır!

Herkes yerleştirilebilseydi, bu kez de kimin nereyi kazanacağı gündemde olacaktı, merkezi sınav hep bunu dayatır.

Avrupa ülkeleri bu sorunu, siyasetten arınmış, özerk, adam gibi adam akademik yönetimlerin varlığı ile çözüyor!

Bizde her şey tepeden tırnağa kokmuş durumda.

ÖSYM'den, merkezi sınavdan, üniversite yönetimlerine ve akademik kadroların belirlenmesi ve atanmasına kadar.

***

Eğitimde fırsat eşitliği koca bir sıfırdır ülkemizde.

Eğitim kalitesinde, bölgelerarası derin farkların yanı sıra, aynı kentteki okullar arasında da derin farklar var.

Öğrenciler, genellikle, yoksul, orta halli ve zengin ailelerin imkânları ve okulların verdikleri eğitimin kalitesi doğrultusunda üniversitelere yerleşebiliyor.

Dershaneciler diyor ki, eşitlik sağlıyoruz.

Bu söylemde gerçeğin sadece küçük bir kısmı var.

Şüphesiz pek çok öğrenci, dershanelerde daha şanslı bir konuma yükseliyordur.

Ama dershaneler de paralı yerler, yılda 5-6 bin liraya kadar ücret ödüyorsunuz.

Üniversiteye girinceye kadar hayatlarının bir kısmı dershanede geçen öğrencileri hesap ederseniz, bu rakam 30 bin liraya kadar yükselir.

Tabii dershanenin de öğretmenin de iyisi kötüsü var, yani pahalısı ucuzu...

Açık ki çok parayı ödeyenin şansı daha yükseliyor!

Fırsat eşitliği, yine paraya göre sıralanıyor!

TÜİK verilerine göre, yoksulluk sınırında olan 16 milyon yurttaş var!

İşsiz sayısı resmi 3 milyon, gayri resmi 5-6 milyon.

Türkiye, gelirler arası uçurumun, eşitsizliğin yüksek olduğu bir ülke.

Eşitsizliği ölçen Gini Katsayı 0,402 gibi, OECD ülkeleri arasında en yüksek ülkelerden biriyiz.

En düşük yüzde 20 gelirler grubundaki insanlarla, en yüksek yüzde 20 gelir grubu arasında fark 8 katDershaneler kapatılmalı.

Bütün öğrencilere, ek ders fırsatları okullarda yaratılmalı.

Dershane öğretmenleri de buralarda kadrolu olarak iş koşulmalı...

Onlar, en iyi öğretme/öğrenme yöntemleri üzerinde de çalışmalı..

Kalite yükseltme kadroları!

Dershane ve okullar cemaatin kaynakları olmaktan kurtulmalı.

Eğitim yerlerinin hepsi tüm Türkiye'nin temel insan yetiştirme kaynaklarıdır.

Siyasi ve dini amaçlarla kullanılamaz...

=            =            =            =            =            =

Güray Öz : Habere Artık Gerek Kalmadı mı?

Medyadaki gidiş, haberi değersizleştirme çabasının zirveye çıktığını gösteriyor.

Gazetelerde, TV kanallarında haber ikinci, üçüncü, neredeyse sonuncu sıraya itilmiş durumda.

Yandaş medyanın aynı başlıklarla manşetlerde sundukları ise iktidar partisinin ve liderinin sözlerinden ibarettir ve en küçük bir eleştirel habere yer bırakmayacak kadar abartılmaktadır.

Adı haber kanalı olan kanallar bile Başbakan konuşursa haberi, programı kesip programın yapımcısına, sunucusuna, konuğuna saygısızlık ettiklerini düşünmeden, birkaç paragrafla haberleştirilebilecek konuşmayı tümüyle vermeyi görev biliyorlar.

Maddi kaynağını kamudan alan, özerk olması gereken kanallarda bu durum daha vahim boyutlardadır.

Merkez medya ya da ne anlama geldiğini hâlâ çıkaramadığım "ana akım medya" ise ağırlığı magazine kaydırarak haberden kaçmanın yollarını arıyor.

En son bir TV kanalını satın alarak çalışanların tümünü işten atan bir magazinci ise "Bizim kanalda da haber olmayıversin" diyerek bu olumsuz gelişmeye tüy dikmiş durumda.

Bu duruma en başta gazetelerde, TV kanallarında çalışan ve onları var eden muhabirlerin, gazetecilerin, meslek kuruluşlarının karşı çıkması, habersiz kalmanın halk üzerindeki en büyük baskı olduğunu, sansürün büyüğü olduğunu herkese anlatmaları gerekiyor.

Medya; haber, nesnel, doğru, gerçek haber demektir.

Öyle anlaşılıyor ki, haberi 5N1K'den arındıran, haberi tek taraflı yazan, eleştirilene söz hakkı tanımayan anlayış şimdi onu toptan kovmanın yollarını arıyor.

Haber yoksa eleştiri de yoktur.

Haberin olmadığı bir medya en fazla muktedirleri, iktidar sahiplerini, eleştiriyi en fazla hak edenleri sevindirir.

Sansürün toptancısı da haberi medyadan toptan kovan olsa gerektir.

GEZİ EKİ Merhaba, Turizm eki, daha adından baslayarak, en başarısız eklerden biri.

Çok yüzeysel hazırlandığı gibi özensiz de.

Örneğin 20.11.2013 tarihli Turizm ekinin ana konusu Saraybosna başlığına ayrılmışken yazıya uygun görülen ana fotoğraf Mostar'dandı.

Yazının içinde Mostar'dan da bahsediliyor olsa da...

Mostar ayrı bir kent değil de köprüsüyle, şehriyle sanki Saraybosna'daymış havası yaratılıyor.

Üstelik iki ayrı kent olan Saraybosna'ya da Mostar'a da hakkıyla yer verilmemiş.

Bu ek eğer çıkarılmaya devam edilecekse, kaynaklar değiştirilmeli, gerekirse okurlardan da yazı istenmeli, orta sayfadaki reklamlara ayrılan yer azaltılmalı ve bu sayfa sayısıyla çıkmaya devam edecekse her sayıda fazla sayıda şehre yer verme ısrarından vazgeçilip bir şehir hakkıyla anlatılmalı...

Hatta en güzeli, bir zamanların güzel eki Dört Mevsim Gezi'ye geri dönülmeli.

Cihan Yörükoğlu Bu harfleri kullanmak doğru mu?

Geçen hafta Hikmet Çetinkaya'nın yazısında, dün de manşetteki haberinizde Şivan Perver isminin "w'' ile yazıldığını görünce köşesinde yıllarca Vaşington diye yazan İlhan Selçuk'tan hiç mi bir şey öğrenilememiş diye düşünmeden edemedim.

Malum, Başbakan Oslo'da verilen sözleri tutmak uğruna abecemize bu harfleri dahil etti…

Peki ama Cumhuriyet gazetesi yazarlarının gönüllü olarak, İngilizce için yaratılmış bu harfleri kullanma konusundaki öncülüğüne ve heyecanına ne demeli?

Bu arada, birisi bize Perver ile Perwer arasındaki okunuş farkını anlatabilir mi?..

Ya da Perver diye yazınca neyin eksik kaldığını!

Saygılarımla, Kemal MoluNot: Değerli Kenan Molu, söz konusu harflerin alfabemizde yer almadığını ama Q, X, W harflerinin kullanımı ile ilgili bir yasağın da bulunmadığını, başka dillerden aktarma yaparken bu harfleri kullanmak gerektiğini sanırım siz de biliyorsunuz.

Türkçe bir kelimede bu harfleri kullanmanın bir anlamı olamaz ama örneğin Marx'ı Marks, ünlü şair Quasimado'yu Kasımado diye yazmak da pek doğru olmaz.

Ama çok istiyorsanız, Shakespeare yerine Şekspir ya da Washington yerine Vaşington diye yazarak okunuşlarını tercih edebilirsiniz.

Ben Almanlar adımı Gueray soyadımı Oez diye yazdıklarında doğrusu sinirlenirdim.

Kuşkusuz Kürtçe başka bir dil ailesine aittir.

Bu alfabede Türkçede olmayan harfler yer alıyor.

18 Kasım tarihli gazetemizde Sayın Işık Kansu da bu konuya köşesinde değinmiş ve AKP'nin yasak olmayan harflerin kullanımını sanki yasakmış da serbest bırakıyormuş havası yaratarak bizleri yanıltmayı amaçladığına dikkat çekmişti.

Türkiye'nin yeri neresi?

Sayın Öz, her şey ülkede birbirine girdi.

Lozan'ı kim kazandı diye soruyorlar.

Lozan futbol maçımı ki galibi mağlubu olsun.

Bir antlaşmanın en büyük başarısı uzun yaşayabilmesidir.

Bunun için de tarafların hepsini memnun etmesi yani berabere bitmesi asıldır.

Lozan da 90'ına bastı.

Şükürler olsun, sınırlarımız daha bir santim geriye gitmedi.

Demek ki bizim için iyi olmuş.

Yine de Türkiye coğrafya özürlü bir ülke.

Ege'de kıta sahanlığı, FIR, Kıbrıs'ta egemenliğin sınırları hep sorun olmuştur.

Ya Güneydoğumuzdaki Kürdistan, onu son zamanlarda hiç sormayın.

Avrupa'da mıyız, yoksa Asya'da mı?

Tercihimiz "eskiden " Avrupa'da ve Avrupalı olmaktı.

Bu satırları size yazmamın nedeni gazetemizin 22 Kasım nüshasında Spor sahifesinin yarısını kapsayan bir haritada gözden kaçan hususlara dikkatinizi çekmek:1.Haritada her kıta ayrı renkte gösterilmiş.

Avrupa pembe, Asya ise kırmızıya boyanmış.

Renkler yakın olduğu için pek dikkati çekmiyor ama Türkiye kırmızı alana dahil.

Oldu mu ya?

Dünya Kupası'nda Türkiye'nin yeri tartışmasız Avrupa değil mi?

Biz hangi gruptan elendik?

2.Haritanın üstüne bir bilgi konmuş.

1966 krizine izin yok dendikten sonra Wembley'deki 1966 Dünya Kupası Finali'nde Almanya'nın kale çizgisini geçen golünün sayılmamasından bahsediliyor.

Ben o maçı stattan seyretmek zevkine ermiş ve turnuvanın filmini -GOLyapan Abidin Dino'yu da bu vesile ile tanımak fırsatını bulmuştum.

Olay gazetede biraz karıştırılmış.

Aslında final Almanya ile oynanırken uzatmalarda yanılmıyorsam, Hurst'ün çektiği şut direkten kale çizgisine düşmüş, Rus hakem de yan hakeme danışarak İngiltere lehine gol kararı vermişti.

Dino'nun filmindeki görüntülere rağmen bir türlü topun tamamının çizgiyi geçip geçmediği bilinememişti.

Size dert yanmak için yazdım.

Tanrı hepimizi daha büyük dertlerden ve tehlikeli tuzaklardan korusun.

Sevgi ve saygılarımla.

Taner Baytok"Ne ....ne de.."den sonra olumsuz olmazKuşkusuz başka işimiz kalmadı mı diyenler olacaktır.

Ancak unutulmamalı ki Mustafa Kemal Paşa savaş yıllarında bile eğitim şûrası toplayıp öğretmenlere önemli uyarılar yapmaktaydı.

Büyük önder dilimiz konusunda şöyle diyor: "Türk dili dillerin en zenginlerindendir.

Yeter ki bilinçli işlensin" O nedenle "ses bayrağımız" güzel Türkçemize sahip çıkıp en güzel şekilde kullanmak hepimize düşen bir görevdir.

Sayın Bedri Baykam'ın 19 Kasım 2013 tarihli köşesinden aldığım alıntıyı iletiyorum: "Tüm Pentagon dayatmalarına karşın, ne anti Castrocu Kübalılar ve CIA'nın işbirliğiyle gerçekleştirilen Domuzlar Körfezi fiyaskosunda, ne de Küba Misil Krizinde, Küba veya Sovyetler'e karşı bir harp başlatma çılgınlığına girişmiyor" "Ne ….ne de …..

girişiyor" olması gerekmiyor mu?

Ayrıca "Castrocu" şeklindeki yazımdan da kuşkuluyum.

Saygılarımla.

Mustafa Kemal Erken Yanlışlar var ama bulmaca yine de zevklidir.

Merhaba, bugünkü okurlardan mektuplar sayfasında Dr.

Ahmet Kandemir bulmacalar konusundaki görüşlerini yazmış; ben de sıcağı sıcağına (çünkü bugünkü, 18 Kasım, bulmacanın da sorusuydu) yıllardır belirtmek istediğim konuyu yazayım: AIDS testi tanısında kullanılan test ELİZA değil ELİSA'dır.

ELİSA; Enzyme Linked İmmun Sorbent Assay yönteminin sözcüklerinin başharflerinden oluşmuştur.

Bu bir yöntemdir, bu yöntem sadece AIDS'e ait testlerde değil, birçok infeksiyon etkeni, hormonlar, tümör belirteçlerine ait testlerde kullanılır.."Yöresel yemekler" beni de zorluyor, tabii; ancak en zoruma giden bulmacaları "google"a sorarak tamamlayan gençler; bulmaca çözmenin esprisi kalmıyor gibi geliyor bana..

Ama yine de bulmaca sayfasını zevkle önüme çekiyorum her akşam...

Teşekkürler, Seza Artunkal

=            =            =            =            =            =

Utku Çakırözer : İran Anlaşması ve Türkiye

İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin 5 Daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) ve Almanya'dan oluşan altı ülke arasında Cenevre'de dün varılan ve Tahran yönetiminin nükleer programının kontrol altına alınmasını sağlayacak mutabakatın etkisi sadece doğu komşumuz ile sınırlı kalmayacak.

İran ile Batı arasında ilişkilerin süratle normalleşmesi anlamı taşıyan bu anlaşma, bölgede yeni dengeler kurulmasına neden olacağı için Türkiye'ye de kaçınılmaz biçimde etkileri olacaktır.

Bölge artık daha güvenliAnlaşmanın Türkiye ve bölgemiz açısından olumlu yönlerine bakacak olursak:1.İran'ın nükleer silah tehdidi ortadan kalkacağı için bölgede güvenlik kaygıları azalacak.

Nitekim dün hükümet kanadı adına Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan olumlu açıklamanın ardından ana muhalefet sözcüsü CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu da anlaşmayı "Bölgemizin huzur, güvenlik ve istikrarı bakımından olumlu ve umut verici bir gelişme" olarak değerlendirdi.

2.İran üzerindeki ekonomik yaptırımların hafiflemesi, Türkiye için yeni ticaret ve yatırım olanakları yaratacaktır.

3.Batı ile normalleşme İran'da demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini güçlendirecektir.

4.İran'ın nükleer programına ilişkin meselenin büyük devletlerin devreye girmesi sonucu "diplomasi" ile çözülmüş olması, Suriye krizinin de benzer biçimde çözümünü hızlandıracaktır.

İran yükselirken Türkiye yalnızlaşıyorİran ile Batı arasında ilişkilerin on yıllar sonra yoluna girecek olmasının Türkiye açısından bazı arzu edilmeyen yan etkileri olması da beklenmeli.

Şöyle ki:1.Başta Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu'daki krizlerin çözümünde İran çok daha kilit bir rol oynayacaktır.

2.İran "yumuşak Şii güç" olarak ön plana çıkarken AKP hükümetinin Suriye ve Mısır'da olduğu gibi "El Kaide ve Müslüman Kardeşler destekçisi" algısı yaratan politikalar izlemesi, bölgede ve dünyada çok daha tepki görecektir.

Türkiye bölge denkleminde giderek daha fazla yalnızlaşabilir.

Geçmişte Tahran'da büyükelçilik yapan CHP İstanbul Milletvekili Osman Korütürk bu olasılığı şöyle özetledi:"İran'ın istikrara yöneldiği bir dönemde Ankara'nın dış politikası muhataplarına güvensizlik hissi veriyor.

Önce İsrail ile, ardından Mısır ile ipleri kopardık.

Ortadoğu'nun iki temel aktörü ile ilişkimiz yok artık.

Biz bu algıyı yaratırken, İran kendini düzeltiyor ve dünyaya normalleşme işaretleri veriyor.

Böyle giderse Türkiye giderek daha geri plana itilebilir"3.Türkiye'nin İran ile ticaret hacminin büyümesinde o ülkeye yönelik ambargoların etkisi vardı.

Şimdi bu yaptırımlar kalkınca, başta enerji olmak üzere İran'ın temel altyapı projelerinde aslan payını dünkü anlaşmada imzası olan devletlerin alması çok büyük olasılık.

KAGİDER'DEN LİDERLERE 'KADIN BAŞKAN' ÇAĞRISI Siyasi partiler bugünlerde yerel seçimlerde yarışacak belediye başkan adaylarını belirleme telaşı içinde.

Türkiye Kadın Girişimciler Derneği de (KAGİDER) bunu hesaba katarak geçen günlerde Ankara'ya çıkarma yaptı.

Amaçları, partiler üzerinde "kadın aday" baskısı kurmak.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "Üç adaydan biri kadın olacak" sözünü, CHP ve BDP'deki kadın kotalarını umut verici buluyorlar.

Ancak..

Sadece listeye koymuş olmak için kadın aday gösterilmesine de şiddetle karşılar.

Başkan Gülden Türktan, "Seçilebilecek noktalardan kadın aday gösterilmesini istiyoruz" dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:"Türkiye'de kadın akademisyen oranı yüzde 36.Kadının ekonomiye katılımı yüzde 26, parlamentoda temsili yüzde 14.CEO'ların yüzde 12'si, esnafın yüzde 9'u kadın.

Kadın girişimcilerin oranı yüzde 6.Ama kadın belediye başkanı oranımız sadece yüzde 1.Kadınlara fırsat verilse yerel yönetimlerde de bu oranın kısa sürede hızla yükseleceğinden hiç şüphemiz yok.

Başta siyasi partiler olmak üzere tüm topluma bu konuda görev düşüyor" Liderlerden bu konuda somut bir talepleri var mı?

Başkan Türktan, "En azından Meclis'teki temsil oranına, yani yüzde 14'e ulaşmasını istiyoruz" diye yüksek bir hedef koyuyor.

Yüzde 1'den yüzde 14'e...

Mümkün mü?

Neden olmasın?..

=            =            =            =            =            =

Çiğdem Toker : Bir Çekim Merkezi Olarak 'Çankaya'

"Çankaya" sözcüğünün ortak bellekteki ilk çağrışımı, öteden beri "Cumhurbaşkanlığı makamı" olageldi.

Bu doğal; Türkiye'de sancısız bir cumhurbaşkanı seçimi yaşanmadı çünkü.

İçinde bulunduğumuz dönemde ise -Köşk seçimlerine dokuz ay kala- ilk kez uygulanacak bir "usul"e eşlik eden hukuki, siyasi ve psikolojik dinamiklerin belirsizliği, konuyu sıcak tutuyor.

Bununla birlikte, yerel seçimlere dört ay kalmış olması, Çankaya'nın öncelikle "belediye" bağlamında değerlendirilmesini hak ediyor.

Bugün, Mart 2014'teki yerel seçimler için, CHP'den Çankaya Belediye Başkanlığı'na talip aday adayı sayısı 30'a ulaştı.

Bir önceki yerel seçimlerde aday adayı sayısı 13'tü.

Tek başına bu veri bile Çankaya Belediyesi'nin ciddi bir çekim merkezi olduğunu kanıtlıyor"Söz konusu olan muhalefet partisiyken Çankaya neden çekim merkezi?" sorusuna bir kısmı bilinen, bir kısmı tahmin edilebilecek gerekçeler sıralamak mümkün: Çankaya'nın "özgül ağırlığı", yöneticilerin ifadesiyle "parti içi demokrasinin artması", Gezi sürecinin özgün içeriği, mevcut yönetiminin hizmetlerin eksik görülüp, daha ileriye taşınabileceği inancı, siyasi hedeflerin kendi doğası, düşük şansa rağmen "aday adayı" olarak anılmanın önemi ve en arzu edilmeyen seçenek olarak da "kaynak" yönetimine "kişisel" ilgi duyulması...

Bir de az bilinen "mali tablo" konusu var.

Belediyelerin hizmet kapasitesindeki ana faktörlerden biri olan finansman yapısı, "temiz yönetim" adına bütün belediye başkan aday adaylarını aslında en çok ilgilendirmesi gereken konu.

320 milyon borç yapılandırıldı 950 bin kalıcı nüfusuna rağmen, "gündüz nüfusu", 2.5 milyon kişiye ulaşan bir ilçeden söz ediyoruz.

Kamu kurumları ve AVM'lerin yoğunlaştığı Çankaya'da işyeri sayısı 87 bin.

En kalabalık ilçelerden biri Keçiören'deki ise 6 bin civarında.

Bu tablonun en zorlayıcı sonucu; her gün çalışmak için Keçiören, Mamak, Sincan ve diğer ilçelerden gelen 1.5 milyon kişinin çöpünün, Çankaya Belediyesi'nce toplanması.

Üstelik bu "ekstra" hizmeti karşılığında, ne "çöp vergisi", ne de merkezi yönetimden herhangi bir katkı geliyor.

Diğer yandan norm kadro kuralı gereği, Çankaya Belediyesi, zabıta hizmetini Keçiören Belediyesi ile aynı zabıta memuru sayısıyla veriyor.

Bu dezavantaja karşın, Çankaya Belediyesi'nin son dönemdeki mali yapısının, önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar iyileştiğini görünür kılmak gerekiyor.

2009'da belediyeyi yine CHP'li bir yönetimden devralan bugünkü yönetim, 8 aydır ödenmeyen maaş yükü, toplamda da 320 milyon TL düzeyinde borç buldu.

Önemli bir kısmı SGK ve vergi yükümlülüğünden oluşan borcun bir kısmı ödenirken, kalanı aylık 4-5 milyon TL'ye karşılık gelecek biçimde yapılandırıldı.

Çankaya Belediyesi'nin 30 yıldır ilk kez kendi binası oldu.

Kızılay'daki eski "SSK binası", İller Bankası kredisi kullanılarak 49.6 milyon TL'ye satın alındı.

Çağdaş mimariye uygun tadilattan geçirildi.

(Bu satın alma öncesi, TED Kolej binasında kiracı olan Çankaya Belediyesi çıktığında 400 bin TL kira ödüyordu.) l Belediye şirketleri yeniden yapılandırıldı.

İstihdam düzenlemesiyle temizlik hizmeti, dışarıdan taşeron hizmet almak yerine, sendikalı ve toplu sözleşmeli işçilerce verilmeye başlandı.

526 milyon TL olan 2013 bütçesi, Büyükşehir Belediyesi Meclisi'nden geçmediği için, yargı kararıyla yürürlüğe sokulabildi.

2 Temmuz, Berfo Ana, Medeni Yıldırım gibi toplumsal acıları simgeleştiren parkların hakkını da teslim etmek gerekiyor.

Yanı sıra, 90 dönümlük alanına karşın, içinde AVM ve rant alanı barındırmayan Çansera'yı.

Kısaca; yerel seçimlerde Çankaya Belediye Başkanlığı'na oturacak başkan, tartışmaya açılabilecek eksiklerine rağmen, mali yapısını düzeltmiş, "istihdam deposu" ve "nepotizm" tuzağına düşmemiş, "yolsuzluk" iddialarına konu olmamış bir belediye bulacak.

=            =            =            =            =            =

Erdal Atabek : Çocuğu Büyütme Sanatı...

Çocuklarımızı doğru büyütemiyoruz.

Çocuklarımız ergenliğe erken yaşlarda giriyor.

Ergenlik dönemi çok uzuyor.

Erişkin yaşlardaki bireylerimiz yetkinleşemiyor.

Toplumumuz da giderek bu durumun sonuçlarını yaşıyor.

Neden mi?

***

Çocuklarımız büyüyor, ancak hayatın gerçekleriyle karşılaşamıyor.

Bu durumun iki nedeni var.

Birincisi, eğitim sürecinin uzamasıdır.

Bu nedenle de eğitim süreci ile üretim süreci arasındaki mesafe çok uzuyor.

İkincisi, çocuklukta başlayan tüketim toplumu kültürü büyüdükçe artarak davranışları biçimlendiriyor.

Kimlik arayışındaki ergen, kendi kimliğini tüketim araçlarıyla özdeşleştiriyor.

Cep telefonunun markası, giydiği giysinin markası, yediği içtiği fast-food onun kimliği oluyor.

Çocuklarımız özgürlüklerini yaşamak isterken yaşam sorumluluğu ile karşılaşamıyor, bu da onların olgunlaşmasını engelliyor.

Doğru çocuk yetiştirmek; onları hayattaki sorunlarını çözebilecek, doğruyu-yanlışı ayırarak karar verebilecek, bağımsızlığını sürdürecek irade gücüne eriştirmek demektir.

Bu da kendi sorumluluğunu alabilmek, bu sorumluluğu taşıyabilmek, gerekirse bedelini ödemekle olabilir.

Çocukların her istediğini yapmayı görev bilmek, 'ben yapamadım, çocuğum yapsın' diyerek hareket etmek,'ben sıkıntı çektim, o çekmesin' diye yaşamın güçlüklerinden uzak tutmak en yanlış analık babalık örnekleridir, ama bizim kültürümüzün çok benimsediği yanlışlardır bunlar.

Bu tutumlar, 'elde etmek ile hak etmek' arasındaki bağı kopartarak çocuğun karakterini zayıflatır.

Hak etmeden elde etmek alışkanlığı, fırsatçı, çıkarcı, her olanağı kendi çıkarına kullanmak gibi zayıf karakter tutumuna yol açar.

Bu da kişide; güçlüklerden kaçmak, her sorunda başkalarını suçlayıp kendini aklamak, sıkıştığında sığınacak kişiler ya da yollar bulmak gibi zayıf karakter davranışlarına yol açar.

Eğer aile de çocuktaki bu tutumu desteklerse bu davranışlar yerleşir ve ortaya 'olgunlaşmamış erişkin' çıkar.

Bu 'olgunlaşmamış erişkin';her şeyden yakınır, ama kendisi hiçbir şey yapmaz, herkesin onun için bir şeyler yapması gerekir, onun bir şey yapması pek gerekmez, yapılacak çok şey vardır, ama kimse bir şey yapmadığı için o sıkıntı çekmekte, bunalmaktadır, herkesin keyfi yerinde, işleri tıkırındadır, o ise desteklenmediği için yaşamda başarıyı bulamamıştır, talihsizdir, hayat yüzüne gülmemiştir.

Memlekette işler kötüye gitmektedir, o da çok sıkılmaktadır, kimsenin bir şey yaptığı yoktur, o ise tek başına ne yapabilir?

***

Bunlar size tanıdık geliyor mu?

Hiçbir şeyi beğenmeyen, ama parmağını kıpırdatmayanlar...

'Amerika ne isterse o olur' deyip Amerika'ya karşı konuşup içinden gizli Amerikan hayranlığı duyanlar...

Hiçbir partiyi beğenmeyip hiçbir siyasal etkinliğe karışmayanlar...

'Hiçbir partiye oy vermeyeceğim' diyen, böylece iktidar partisinin pasif destekçisi olduğunu düşünmeyenler...

Yazanlara 'yazıyorlar da ne oluyor' diye burun kıvıranlar...

Çalışanlara 'yaptıkları bir işe yarasa bari' deyip yapılanlara bakmayanlar...

'Evet, çalıyorlar, yiyorlar ama iş yapıyorlar, solcular konuşmaktan başka bir şey bilmez' diyenler...

'Yanlışları var, ama çalışıyorlar' deyip örtük hayranlıkla olup bitenleri izleyenler...

Size tanıdık geliyor mu?

***

Bilinçli sorumluluktan söz ediyorum.

Bilinçsiz sorumluluk köle yükümlülüğüdür.

Bilinçli sorumluluk.

Kararını ölçerek veren bağımsız karakter.

Kararını sonuna kadar yürütecek irade.

Eğitim buna hizmet ediyorsa eğitimdir.

Bilim buna hizmet ediyorsa bilimdir.

Sistem buna hizmet ediyorsa doğrudur.

Toplum bunu gerçekleştiriyorsa uygardır.

Mustafa Kemal Atatürk bunu söylemiştir, bunu istemiştir, bunu göstermiştir.

İstemiyorsanız, beğenmiyorsanız, ortaçağın karanlıklarında dolaşır durursunuz.

Suç da sizindir, sonuç da sizindir.

Boşuna mazeret aramayın…

=            =            =            =            =            =

Erol Manisalı : İç Dinamikler, Dış Dinamikler; Örtüşen ve Çatışanlar

Türkiye'nin iç dinamikleri, küresel dinamikler ve Ortadoğu'nun kendine özgü dinamikleri bugün "Türkiye'nin ve bölgenin belirleyici öğeleri olarak fiili gelişmeleri yönlendirmektedir".

Bunlar arasındaki etkileşimlerde örtüşenler olduğu gibi çatışanlar da vardır.

Bu heterojen yapı içindeki faktörler, Türkiye bakımından gidişatın yönünü de ortaya koyuyor.

17 Kasım 2013'te Diyarbakır'daki buluşma, Ankara ve Kürt taraflarının yaptıkları açıklamalar, yeni düzenlemelerin önünü biraz daha açmaya yöneliktir.

- ABD, AB ve İsrail'in Türkiye, Kürdistan ve bölgeye yönelik politikaları açısından "olumlu" bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

- Ankara hükümeti, bu konuda adı geçen küresel aktörlerle olan işbirliğini göstererek onları, Kürdistan konusunda arkasına almıştır.

- Ancak iç dinamiklerde (ve tabanda) ortaya çıkan tepkiler, büyük aktörler ve hükümet açısından sorun yaratmaktadır.

Bu konuda iç dinamiklerle küresel dinamikler örtüşmemektedir.

Zaten federal bir anayasaya yönelik girişimler de bu nedenle sonuç vermedi.

Küresel aktörlerin ve Kürtlerin federal (ve konfederal) anayasaya oturtma talepleri sonuç vermeyince stratejiler (ve taktikler) değişmeye başladı; "anayasal ve yasal bir zemine oturtamıyorsak işleri fiilen, bu olmuş gibi yürütürüz; yaratılan fiili durum, ileride kendi hukuki zeminini de hazırlar" politikası ön plana çıktı.

17 Kasım Diyarbakır buluşması ve açıklamaları bu yönde atılmış çok önemli bir adımdır"Ben yaptım oldu" politikası ön plana çıkmıştır.

Diğer çatışanlarAKP'nin stratejistleri "muhafazakâr ve İslamcı bir Türkiye ile Batı'nın istekleri 200 yıldır ilk defa örtüştü" derken (*) bir noktayı göz ardı etmişlerdi.

- İslami ve muhafazakâr bir devlet ile Batı'nın Soğuk Savaş sonrası talepleri örtüşebilirdi; ama örtüşmeyen çok önemli bir şey vardı:- Türkiye, Cumhuriyet ile birlikte Batılı yaşam tarzına ve hukuk düzenine doğru ilerlemeye başlamıştı.

- Artık yeni yetişen nesiller günlük yaşamdan sanata, kadın-erkek ilişkilerinden tüketim kalıplarına kadar "küreselleşmeye başlamışlardı".

- Oysa muhafazakârlık ve günlük yaşamda İslamın öne çıkarılması (esas alınması) Batı yaşam tarzı ile çatışıyordu.

- Pratik bazı bölgesel projelerde (BOP) anlaşılabilirdi ama İslamın sosyal yaşamda (ve kamu düzeninde) esas alınmasını Batı Türkiye'de kabul edemezdi.

Basından barolara, üniversitelerden şirketlere kadar Türkiye'nin kurumları Avrupa ve ABD kurumları ve sivil toplum örgütleri ile iç içe geçmişlerdi.

Hele bugün dünyanın ulaştığı iletişim düzeninde, sokaktaki insan dünyada olup biteni görebiliyordu.

'Gezi' bunun için oldu Gezi olayları aslında, "iç muhafazakârlaşma" ve İslami yapılanma uygulamaları ile küresel değerler (ve Batı) arasındaki sürtüşmenin, çatışmanın, uyuşamamanın yarattığı bir oluşumdu.

Başbakan'ın Gezi konusunda bu kadar "aşırı duyarlı" olmasının arkasındaki esas neden de galiba buydu"Batı ile iki yüz yıldır ilk defa örtüşme sağlanmışken" bu farklılık örtüşmeyi silip atıyordu.

Gezi'ye, Batı'nın her kesiminden gelen destek bundandı.

Batı ile yakın bağları olan şirketler de bu konuda destek veriyorlardı.

Çağdaş değerlerin getirdiği olanaklar gençlerin kozu oldu.

Gençler, kral çıplak diyerek bütün örtüşme modlarını silmişlerdi; Türkiye'de muhafazakâr ve İslami çevrelerle yakın işbirliği içinde olan Batı kurumları ve sivil toplum örgütleri de hükümetin karşısına çıkmıştı.

Genel gidişata baktığımız zaman iç ve dış dinamikler arasında örtüşenler olduğu gibi çatışanların da bulunduğunu görüyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti kendi iç dinamiklerini öne çıkararak katılımcı demokrasiye geçemez ise bu örtüşme ve çatışmalar sürüp gidecektir.

Eğer bunu başaramazsak "içerde kazanan bir taraf olmaz; herkes kaybeder".

(*) Bu noktayı ilk defa Bıçak Sırtı köşemde 16 Ocak 2004'te yazdım.

Daha sonra Hayatım Avrupa kitabımın değişik bölümlerinde değerlendirildi.

=            =            =            =            =            =

Ergin Yıldızoğlu : Ortadoğu'da Kaos ve Kâbus

Geçen hafta uluslararası medyada ilk sırayı alan haberlere bakınca Ortadoğu'nun, artık herkesin herkesle savaştığı, "Hobbesian" bir kâbusa dönüştüğünü, insani trajedilerin önümüzdeki dönemde, daha da yaygınlaşacağını düşünüyorum; hafta sonunda İran'la yapılan kısmı ve geçici anlaşmaya rağmen...

Tamam, bu berbat dünyanın oluşmasının sorumluluğunu öncelikle, büyük güçlerin bölgede iki yüzyıldır izlediği emperyalist politikalara çıkaralım.

Çıkaralım ama bölge ülkelerini yönetenlerini de unutmayalım.

Bu pek iddialı, akılları sıra "tarihsel bir fırsatı" kaçırmamakta kararlı ama bölgenin jeopolitiğini, tarihini doğru dürüst anlamaktan aciz "politikacılar" ham hayal projeleriyle bugünkü kaosun oluşmasında büyük rol oynadılar, oynamaya da devam ediyorlar.

AKP Türkiye'sinin, ABD ilişkisinden güç alarak, Sünni- Müslüman Arap dünyasının lideri olma, Osmanlı nüfus alanını restore etme hayali, iflas etmekle kalmadı, kendi sınırlarında Suriye kaosunun oluşmasına yol açtı.

Dahası Zaman gazetesinden Lale Kemal'in NATO ve Ordu kaynaklarından aktardığına bakılırsa, Suriye'deki (Selefi-El Kaide) savaşçıların kaçmak zorunda kaldıklarında kitleler halinde Türkiye'ye doluşma riski oluştu.

Böyle bir durumu başından beri beklediğimiz için AKP dış politikasını, her değindiğimizde, "fantezi" olarak niteliyorduk.

Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütünün devleti ele geçirirken aynı anda bölge lideri düzeyine yükselme projesinin aşırı hızdan ve hesap hatasından yere çakılarak dağılması da bir başka örnek.

Birkaç günün bilançosu Hafta başında Beyrut'ta iki intihar eylemcisinin İran konsolosluğunu hedef alan saldırısında 22 kişiyi öldü; en az 160 kişi yaraladı.

Ertesi gün Al Akbar'ın (Hizbullah'a yakın) baş yazarı bombayı "Suudi rejiminin hediyesi" olarak nitelerken Lübnan'da iki otomobile yerleştirilmiş bombalar, bir yol kenarına yerleştirilmiş bomba Suriyeli askeri personeli ve iki yazarı öldürdü.

Robert Fisk Şii-Sünni savaşının Lübnan'ı da kapsayacak biçimde genişlediğini yazarken (The Independent 21/11), The Asia Times'da Pepe Escobar Siyonist- Suudi işbirliğine işaret ediyordu.

Bu sırada, Irak'ta yaşam tüm acımasızlığıyla olağan seyrini izliyor, cuma günü gazeteler bombalarla 79 kişinin öldüğünü, kaçırılan 12 kişinin cesetlerinin bir yol kenarına atılmış olarak bulunduğunu, yılbaşından bu yana benzer biçimde ölenlerin sayısının 5 bin 800'ü geçtiğini yazıyordu.

The Daily Beast (Newsweek) yazarı Dettemer'in raporu, Suriye'de Hıristiyanların, en son Yakubiye'de 20'si kaçırıldıktan, altısı başı kesilerek infaz edildikten sonra, Cihatçı teröristlerce kaçırılma, infaz edilme, cinsel tecavüze uğrama korkusuyla kitleler halinde evlerini terk ederek kaçmaya çalıştıklarını aktarıyordu.

Bu sırada Suriye iç savaşında rejim yeni mevziler kazanırken Cihatçı teröristlerle, daha "ılımlı" muhalefet örgütleri birbirlerini öldürmeye devam ediyordu.

(Reuters 18/11)Aynı günlerde White House, İsrail'in İran konusundaki tutumunun savaşa yol açabileceğini vurguluyor (JTA, 21/11), gazeteler ABD'nin Afganistan'ı terk etmeyeceğini yazıyor, Suudi rejimi içindeki iktidar savaşı uluslararası medyada "görülmeye" başlıyor (The Guardian 21/11), ABD Dışişleri Bakanı Kerry Mısır'daki generallere destek olmak için "Müslüman Kardeşler örgütü devrimi çalmıştı" derken (The New York Times, 21/11) Mısır'daki seküler, liberal muhalefet, askeri rejimin MK'ye yönelik baskısında sıranın kendilerine gelmesinden korkuyordu.

'Boşluk' ya da 'dengeleme'Walter Russel Mead (The American Interest), Ian Bremer (Eurasia Group) gibi saygın analistlerin de paylaştığı bir yaklaşıma göre, bu kaosun arkasında, ABD'nin kendi içi sorunlarına odaklanarak, dışarıda dikkatini Asya'ya çevirerek, Ortadoğu'dan çıkmaya başlaması var.

Bu çıkış bir otorite boşluğu oluşturuyor (Financial Times 20/11).

Dahası, ABD'nin bölgeye yönelik politikalarında bir belirsizlik var.

Bu belirsizlik dostlarını kızdırıyor, ABD'ye karşı güven aşınması yaratıyor, düşmanlarını da cesaretlendiriyor.

(Haaretz 19/11) Bu yaklaşımın arkasındaki, Batı'nın, "Ortadoğu'da mutlaka bir çoban gerekir" Oryantalizmini bir kenara koyarsak, bölge ülkelerinin Mısır'dan İsrail'e, Suudi Arabistan'a, kendi ülkelerinde, ekonomik etnik mezhep ayrılıklarına dayalı sorunlarını çözemedikleri, çözmeye de çalışmadıkları için aslında kaderlerini ve güvenliklerini ABD'ye bağlamış yönetimlerinin kırılganlığı, liderlerinin zavallı yalnızlığı yatıyor: ABD bizi bırakıyor mu?

Düşmanlarımızla mı anlaşıyor?

Bu yönetimler ya panik halinde ya da fırsatı değerlendirmek için, "açılan boşluğu" doldurmaya yarışıyorlar.

Böylece bölgede, her an değişen, garip, en önemlisi iktidarsız kamplaşmalar oluşuyor.

Bu alanda son günlerde, Suudi Arabistan -Ürdün- Birleşik Arap Emirliği, Hizbullah-Suriye-İran ve Türkiye-Katar-Hamas-Müslüman Kardeşler arasında üçlü bir kamplaşmadan söz ediliyor (PJ Medai 09/11, ).

Kimileri bu yorumun içine, İran'a karşı gizli ya da de facto oluşmuş bir İsrail- Suudi ittifakına (bazen açık bazen üstü kapalı) işaret ediyor (FT, Al Akhbar, The Asia Times, Haaretz)Bu kamplaşmalar, ittifaklar belki ABD'ye ilişkin bir algı değişmesinden kaynaklanıyor ama, dikkat edilirse böylece oluşan durum, ABD'nin bölgeden "çıkmasını" ve doğrudan denetim yerine "uzaktan dengeleme", "ekolojik egemenlik" (etkileme kapasitesini, etkilenme olasılıklarından daha güçlü bir konumda tutma) kurma olanaklarını arttırıyor.

Gerçekten de ABD'de uluslararası ilişkiler alanının önemli isimlerinden Stephen Walt'ın geçen hafta Foreign Policy'de vurguladığı gibi, ABD bölgeye yönelik "bir realist uzaktan denetleme" politikası benimsemiş görünüyor.

Walt bu yeni politikayı savunuyor, başarı koşullarına ilişkin yaptığı "ABD kimi dostlarına fazla yakın, rakiplerine de fazla düşmanca davranıyor" saptaması da gelişmekte olan "oyunun" kuralları hakkında da bir fikir veriyor.

Bakınız: ABD-Rusya yakınlaşması, İran'la diyalog ve anlaşma...

Bu yeni "kurallar", ABD'nin bundan sonra enerji akışını güvence altına almak, ABD karşıtı terorizmi ve kitle imha silahlarının yayılmasını önlemek, İsrail'i korumak için kiminle gerekiyorsa onunla ittifak kurmak, oluşan kamplardan bazen birini bazen öbürünü desteklemek yoluyla bölgede, çıkarlarını korumaya, "ekolojik egemenliğini" sürdürmeye devam edeceğini düşündürüyor.

Bu oyunun kurbanı olmamak için, bölgede "boşluk doldurmaya", lider olmaya ilişkin fantezilere kapılmak yerine, ülkenin ekonomik siyasi istikrarını gözetmek, demokrasiye, eşitsizliğe ilişkin sorunları azaltmaya çalışmak gerekiyor.

Bölge yönetimlerinden bu konuda bir gelişme beklemek boş olduğuna göre, kaosa, kâbusa devam...

Acaba daha hangi hesap hataları insanların yaşamlarını altüst etmek, kana bulamak için sırada bekliyor?

=            =            =            =            =            =

Yakup Kepenek : Biraz Bilim, N'olur!

AKP iktidarında, bilime bakış da köklü biçimde değişiyor.

Birer bilimsel bilgi üretim merkezi olması gereken üniversitelerden başlayan ve dalga dalga topluma yayılan bilimden uzaklaşma süreci, her geçen gün çok daha yaygınlaşıyor ve derinleşiyor.

***

Bilim dışı yaklaşımların kurbanlarından biri de Kemalizmdir.

Aslında bu kavram, eğer doğru yorumlanırsa, Atatürkçülük ve Cumhuriyet'in değerleriyle eşanlamlıdır.

Atatürk'e ve Cumhuriyet'in değerlerine açıkça karşı çıkamayanlar,Kemalizmi karalıyorlar.

Kemalizmi karalama süreci ilginç aşamalardan geçiyor.

Başlangıçta, yani yaklaşık 10 yıl önce, önemli bir bölümü öğretim üyesi de olan pek çok gazete yazarı ve TV yorumcusu, AKP'ye yaranmak amacıyla Kemalizmi yerden yere vuruyordu.

Son yıllarda bu yaklaşım tersine döndü.

Kemalizmi karalama artık Başbakan'ı eleştirmek için yapılıyor.

***

Bu yaklaşımın en son ve kusursuz örneklerinden birini Baskın Oran verdi.

Mazlumdan Zalime AKP başlıklı yazısının alt başlığı şöyle: "Tek parti dönemini geçtik yahu; insanlar evde oturmaya, telefonla konuşmaya korkuyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 21.yüzyılda Kemalizm yapıyor yahu, Kemalizm!" (Radikal İki, 17 Kasım).

Yazının içinde bu satırların hemen öncesinde de şunlar yazılıyor: "Asker vesayetini büyük beceriyle kaldıran ve Kürtlerle barış sürecini başlatma cesaretini gösteren Erdoğan, şimdi İslami vesayet kurmaya soyunuyor"Askeri vesayetin kaldırılması sırasındaki hukuk ve barış sürecindeki yöntem yanlışlarını görmezlikten gelmesi bir yana, sağlam mantığı, güçlü ve kıvrak kalemiyle bilinen Prof.Dr.Baskın Oran, bu sözleriyle, asıl, Kemalizme haksızlık ediyor.

Baskın da bilir ki, Kemalizm; egemenliğin gökten yere indirilmesi, bireyin özgürleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, kadınerkek eşitliği, çağdaş adalet ve eğitim, ulusal bağımsızlık ve bilimin yol göstericiliği ilkelerine dayanır.

Hiçbir vesayet onaylanamaz ama insaf yahu, İslami vesayette Kemalizmin bu değerlerinin hangisi var?

***

Ek olarak Baskın, Başbakan ve AKP'yi kastederek "hiçbir kurum veya kişinin…

iyi veya kötü olduğu varsayımının" yapılamayacağını vurguluyor; bununla da kalmıyor, "böyle bir varsayım, evrim ve diyalektik kavramlarını duymamış olmaktan doğar ve vahimdir" diyor.

Bu sözleriyle Baskın, benim bu köşede sıkça vurguladığım yöntem tuzağına düşüyor.

Pek çok bilim insanı, yazar ve yorumcunun yaptığı gibi, Baskın da AKP'yi, Batı'da geliştirilmiş bulunan bilimsel yaklaşımlarla açıklayabileceğini sanıyor ve tam anlamıyla yanılıyor.

Çünkü, AKP'nin siyasal İslamcı niteliğinin doğru açıklanabilmesi için bu hareketin düşünsel kaynaklarının önceden özümsenmiş; uygulamalarının görülmüş ve bütün bunlara eleştirel bir gözlükle de bakılabilmiş olması gerekiyor.

Evrim kendisini reddedenleri de açıklarsa da AKP düşüncesi, 2009 Darwin sansüründe yaşandığı gibi, evrimi tartışamıyor, reddediyor.

AKP'yi açıklamada diyalektiğin ne ölçüde işe yarayabileceği; İslami vesayetin, Baskın'ın sözünü ettiği gibi karnında kendi karşıtı olan tohumu taşıyıp taşımadığı; taşıyorsa bu tohumun türü ayrıca sorgulanabilmelidir.

İslamcı vesayetin içeriği tartışılamayınca da AKP ile ilgili çözümlemelerin sonucu, önde gelen kimi diğer yorumcularının önerdiği gibi, duaya kalıyor!

***

Gerek Kemalizmden giderek AKP'yi eleştirenlerin gerekse AKP'yi yorumlamada yöntem yanlışı yapanların sayısı çok fazla.

Onların tamamına söylemek istediğimi, Baskın sana söylüyorum!

=            =            =            =            =            =

Işık Kansu : Ankara Kulisi

Kontrol

Dr.Adnan Yüce, AnkaraTabip Odası'nın "Hekim Postası"na, "Pediatri (çocuk hastalıkları) Polikliniği'nden" başlığıyla tanıklıklarını yazmış.

İşte bir tanesi:"-Sizin ilaçları aldık, ama bir hocaya da götürdük.

- İyi...Ne dedi?

- Okudu, üfledi.

- Ne güzel!

- Sizin ilaçları inceledi.

- Eee...

- Üç ay sonra kontrole çağırdı" İstibdatUsta Teyyüp'ün "Yedirmem" dediği MİT Müsteşarı'nın gazetecileri nasıl dinlettiğini acar gazeteci arkadaşımız İlhan Taşcı haberleştirdi.

Başbakan "dinleyin" emri veriyor, bağımsızlığını yitirmiş yargıdaki kimi yargıçlar bu emri karara dönüştürüyor, MİT de dinliyor.

Parmaklarla oynanan çocuk oyunundaki gibi: Biri tutuyor, öbürü pişiriyor, diğeri de yiyor.

Tam olarak ayrımında mıyız bilemem, ama bir anlamda II.

Abdülhamit istibdadı yaşadığımız kesin.

Tıpkı o dönemdeki gibi ordu ve donanma çürütülüyor.

Tıpkı o dönemdeki gibi her yer jurnal, her yer kulak.

Paranoya deseniz, tepe noktasında...

Tek bir şey eksik: Bugünkü halife sultan Yıldız'da oturmuyor.

İnişEmekli vaiz ile usta Teyyüp arasındaki savaş giderek alevleniyor"Kürdistan" çıkışının da AKP'de sıkıntı yarattığına ilişkin ciddi işaretler var.

İktidar yandaşı medya, kavgayı "cemaat içindeki birkaç fitneci"ye bağlasada AKP'de durum şinanay.

Ufukta, fena halde burun üstü bir çakılış görünüyor.

Santral Alanında TaşocağıCHP'li Aytuğ Atıcı, nükleer santral yapılması tasarlanan Akkuyu bölgesine zar zor girmiş.

Binlerce ağacın kesildiği alanda büyük iş makineleri, kamyonlar görmüş.

Orada çalışan Rus mühendislere sormuş:- Bu inşaat ne zaman başladı?

- 30 Mart 2013'te.

- ÇED raporu var mı?

- Hâlâ yok.

- Peki, nasıl oldu da başladı inşaatlar?

- Efendim, oturduk düşündük, Rus nükleer santral firması olarak burada taşocağı işletmeye karar verdik.

Baktık ki yasal bir engel yok, ÇED raporu gecikiyor, nükleer santral gecikiyor, biz taşocağı kılıfıyla çalışmalara başlayalım, dedik.

- Ağaçlara niye kıydınız?

- Efendim, yangın yolları yapmak için.

Parasını biz verdik, orman bölge müdürlüğü kesti.

- Madem taşocağı işletiyorsunuz, yangın yollarına ne gerek var?

- Efendim, o bizi ilgilendirmez.

Aytuğ Atıcı, TBMM kürsüsünden seslendi, dedi ki:"Bu hile ve yalanların arkasında hangi pazarlıkların olduğunu mutlaka açıklamalısınız.

Açıklayamayacağınızı biliyorum, ama yeri, zamanı geldiğinde bu pazarlıkların ne olduğunu tek tek açıklayacağım" Gazetecilikten LiderliğeÇanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner, Gezi eylemleri sırasında rektörlük önünde kitap okuyan öğretim üyeleri hakkında soruşturma açtırdı.

Sedat Laçiner, eski bir gazetecidir.

AKP iktidarının ilk yıllarında, Milliyet'in Başbakanlık muhabirliğini yaptı.

Başbakan ile tanışıklığı oradan gelir.

Ülker Grubu'nun desteği ile kurulan ASAM'da Ortadoğu Masası Başkanlığı yaptı.

Halen, eski AKP milletvekili Tevhit Karakaya'nın sahibi olduğu Star gazetesinin yazarlarından.

Laçiner, Gezi eylemleri sırasındaki yazılarında; TOMA'lar ve polis olmasa Başbakan'ın ofisinin dağıtılacağını, eylemcilerin terör örgütü uzantısı olduklarını, darbe hazırlığı anlamına gelen direnişin dış destekli kaos planı olduğunu iddia etti, Başbakan'a "Ben haklıyım" ruh halini devam ettirmesini salık verdi.

Sedat Laçiner, ayrıca, Davos Ekonomik Forumu tarafından verilen "2006 Genç Küresel Lider" sanının sahibi.

Aynı Davos Ekonomik Forumu, 2002'de de Recep Tayyip Erdoğan'ı "yükselen lider adayı" olarak belirlemişti.

Özetle: Sedat Laçiner, geleceğin liderlerindendir!

KesmezEşinin, çocuklarının, kendisinin, yakınlarının ortağı olduğu kooperatiflere yüksek rant yaratacak imar izinleri verdiğini belgelediğimiz eski Yenimahalle Belediye Başkan Yardımcısı Şenol Balaban, CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin'in de istemiyle CHP'ye yeniden üye edilmiş.

Sertaç Eş yazdı: Balaban, yeniden üye olur olmaz, Çankaya'dan belediye başkanlığı için başvurmuş.

CHP'ye hayırlı, uğurlu olsun.

Artık belediye başkan yardımcılığı kesmez, Şenol Balaban'ı mutlaka belediye başkanı yapsınlar.

Yapsınlar ki, CHP'nin içindeki iş bilenlerin dümeni sürsün.

Yönetmelik AyrıcalığıYeni yayımlanan yönetmeliğin adı şöle:"Milletvekillerine, Yasama Organı Eski Üyelerine, Dışarıdan Atandıkları Bakanlık Görevi Sona Erenlere Tedavi Yardımı Yapılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik"Adı uzun ama işlevi kısa: Bundan böyle, milletvekillerinin sağlık katılım ve katkı payları ile otelcilik hizmetlerinden doğan farklarını TBMM ödeyecek.

İşçiler, memurlar, emekliler; darısı başınıza...

İstanbul PazarlığıCHP yönetimi, istediği kadar yerel seçimlerde BDP ve HDP ile İstanbul'da işbirliği için pazarlık yapmadığını iddia etsin.

Şu gökkubbe altında hiçbir şey gizli kalmaz: Pazarlık yapıldı, sürüyor da...




a45UyF587661-201307301451-10

  ^^^^^ - vvvvv

 

zaryop:jaro
Onceliklerini iyi tayin et; kimse olum doseginde isyerimde daha fazla zaman gecirseydim demez!

Anonim Nasihat
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Kurmus oldugum gruba uye olun
Moderasyonsuz, sansursuz ve ozgur bir gruptur:
Ozgur_Gundem-subscribe@yahoogroups.com
Ayrilmak isterseniz de :
Ozgur_Gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup Sayfamız :
http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz.
http://orajpoyraz.blogspot.com/


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder