Arslan Bulut: Erdoğan bu korkuyla nereye kadar gider?
14 Temmuz 2013
Taksim'de başlayıp bütün yurtta "hükümet istifa"sloganlarıyla süren eylemlerde dikkat çeken üç konu var: Birincisi, polis, müdahale etmezse hiçbir olay çıkmıyor! İkincisi, polis, kimseden izin almak zorunda olmayan göstericileri yıldırmak için aşırı ve hukuk dışı güç kullanıyor, hatta ölüme sebebiyet verebileceğini bile bile gaz bombası mermilerini, göstericilerin kafasına atıyor. Bu yüzden ölenler ve gözlerini kaybedenler var. Üçüncüsü, polisin himayesinde eli sopalı gruplar, her yerde göstericilere saldırıyor.
***
Bu olaylardan birinde Eskişehir'de bir gencimiz başına aldığı darbeler sonunda hayatını kaybetti. Eskişehir valisi, "kendi arkadaşları, polisi zor durumda bırakmak için öldürmüş olabilir"diye olayı çarpıtmaya, soruşturmayı yönlendirmeye çalıştı. Oysa katillerin, polisin desteklediği eli sopalı ekipte yer alanlar olduğunu herkes biliyor. Bunu vali de biliyor. Emniyet müdürlerine Ankara'dan verilen emirler arasında, göstericilerin yıldırılmasına yönelik ekipler oluşturulması yönünde bir talimat olduğu anlaşılıyor.
Bu gruplar içinde, satırlı veya palalı kişiler de yer alıyor ve açıkça korunuyorlar. Pala ile bir genç kıza vuran, bir adamı da ensesinden yaralayan kişi serbest bırakılmış ve yurt dışına kaçabilmesi için zaman verilmiştir!
Türkiye'nin her köşesinde böyle ekipler, yani çeteler oluşturuluyor da polis hiçbirini yakalamıyorsa, müdürlerinden aldıkları talimat gereğidir. Dolayısıyla, hukuk önünde bütün ölümlerden ve yaralamalardan doğrudan emniyet müdürleri, İçişleri Bakanı ve Başbakan sorumlu tutulacaktır. "Hangi hukuk önünde, hukuk mu kaldı?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet ama bu işin uluslar arası boyutu da var!
***
Başbakan, Mısır ve Türkiye'deki olayların birbirinden pek farkı olmadığını belirterek "Merkez, aynı merkez. O merkezi açıklamayacağım. Zaman gelince o da açıklanır. O bizim hafıza kartımızda"diyor!
Yani, gösterileri tıpkı Mısır'daki gibi hükümete karşı dış güçlerin bir darbe girişimi olarak görüyor. Bu sebeple, göstericilere karşı sert tedbirler alınması gerektiğini düşünüyor. Zaten polise talimat verdiğini kendisi de söyledi.
Erdoğan, son olarak, tencere tava çalmanın da gürültü kirliliği çerçevesinde suç olduğunu bu konuyla ilgili bakanına talimat verdiğini, emniyetin gerekli müdahaleyi yapmasını söylediğini bildirdi.
Tencere tava çalmaya bile "emniyet müdahale etsin" diyen bir zihniyet ile karşı karşıyayız…
Eli sopalı grupların gençleri kafa patlatıp öldürmelerine veya palalı saldırganlara karşı en küçük bir kınama bile yok ama destek var! Yine göstericilere karşı esnaf tepkisi olarak bir hareket de örgütleniyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı
Gürsel Tekin bunun arkasında AKP'nin bulunduğunu söyledi.
AKP, bu korkuyla nereye kadar gider?
***
Böyle bir ortamda İçişleri Bakanı Muammer Güler, CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar'ın Van Valiliği tarafından düzenlenen "Medresetüzzehra Sempozyumu"ile ilgili soru önergesini cevaplarken Medresetüzzehra'nın, 20. Yüzyılın başlarında bilimsel gayelere hizmet etmek maksadıyla hayata geçirilmek istenilen bir proje olduğunu söyledi. Güler, projenin sahibinin, Abdülhamit'in emriyle akıl hastanesine kapatıldığını söylemiyor. Çünkü o medrese, Kürdistan'ın temelini atacaktı! Gerçi şimdi ona gerek kalmadı, Kürdistan AKP eliyle kuruluyor…
Yine Dışişleri Bakanlığı'na dışarıdan her türlü atama yapmayı öngören yasa da Mursivari bir kadrolaşmanın hazırlığıdır.
Bu arada, Balyoz davasında temyiz incelemesi yapılırken Yargıtay Başkanı Ali Kalkan'ın Genelkurmay karargâhında Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ile görüşmesi mandardır! Görüşmede Balyoz davasının ele alındığı yazıldı, aksi yönde bir açıklama da yok. İnsanın aklına "beraber mi karar verecekler" sorusu gelmiyor mu?
Atatürkçü bilim adamı Prof.Dr.Alpaslan Işıklı, 73 yaşında geçirdiği kalp krizi sonrası yaşamını kaybetti. Avrupa'dan Hollanda Türk Gençlik Kuruluşları Federasyonu (HTGF) Genel Başkanı Oğuzhan Kılıç başsağlığı mesajı yayımladı ve Işıklı'nın Atatürkçülüğüne vurgu yaptı.
Kılıç mesajında şu görüşleri dile getiriyor; "Prof.Dr.Alpaslan Işıklı hocamızın vefatını tarifi imkansız büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayız. Alpaslan Işıklı hocamız, bilim insanlarımız içerisinde Kemalist devrim bilincini bilimsel nüanslarıyla ve kendisine has olgun üslubuyla topluma anlatan bir Türk aydınıydı. Hocamızın vefatı büyük bir kayıptır. Alpaslan hocamla Atatürkçü Düşünce Derneği genel merkezinde görevde olduğu çeşitli zamanlarda düşünce alışverişimiz olmuştur. Sohbet ve görüşmelerimizde Alpaslan hocamız, yüce Türk ulusunun üzerinde oynanan oyunlar konusunda daima yol gösterici uyarıları ve anlatımları olmuştur. Türkiye'nin kamu işleyişi yanı sıra, küresel politikalar, sendikal yaşam, Atatürkçülük/Kemalizm ve Laiklik gibi çok yönlü çalışmaları vardır."
Kılıç, Işıklı'nın Atatürkçü düşünceye kattığı canlılığa vurgu yaptı ve şu görüşlerini dile getirdi; "Alpaslan Işıklı, toplumcu bakış açısıyla olaylara akılcı yaklaşan, her şeyden önce ulusal çıkarlara vurgu yapan ve geçmişin şerefli uygarlık birikimini omuzlamış, bu değerlerin samimiyetle savunucusu ve farkında bir çizgiye sahipti. Alpaslan hocamız, çağımızın çelişkisi olan sol'daki çürümüşlüğe ve Türk ulusçuluğuna ve Kemalizme karşı tehdit olarak yaklaşan; Türk ve Atatürk'ün anayasadan silinmesini isteyen 2. cumhuriyetçi ve terör destekçisi sahte sol'a karşı verdiği bilimsel mücadele günümüzde ders verici netliğindeki değerini daha fazla korumaktadır. O her zaman sömürüye karşı çıkmış, bizi biz yapan ulusal değerlerimize, ulusal kurtuluşumuzun temeli olan Türkiye'nin anti-emperyalist mayasına vurgu yapmıştır. Alpaslan hocamız; hem düşünsel-bilimsel yaşamımıza, hem de Atatürkçülüğün eylemsel boyutta siyasal olarak yaşatılması için göz ardı edilmeyecek önemli çaba ortaya koymuştur. Yalnızca yüksek öğrenimli ve mülkiyeli/siyasalcı dostlar olarak değil; anı zamanda Atatürkçü düşünceye, Kemalist ideolojiye kattığı canlılık bakımında da Avrupa ve Hollanda Türk gençliğimiz ve Atatürkçü camia olarak Alpaslan Işıklı'yı şüphesiz unutturmayacağız. Camiamız çok değerli bir bilim insanını, Atatürkçü aydınını, Türk ulusçusunu ve kalpaksız Kuvayi Milliyeci'sini kaybetmiştir, büyük Türk ulusunun başı sağ olsun. Biz de onun gibi Büyük Atatürk'ün yolundan devam ederek, emek ve cumhuriyet demeye ve emperyalizme karşı Türk ulusunun var oluş mücadelesini sürdürmeye devam edeceğiz."
- Sistemle kavga mı ediyorlar, ona baş mı kaldırdılar? Hiç sanmıyorum; kavgasız, gürültüsüz, sistemin içinde başka yolların bulunduğunun farkına vardılar. Sanki (bir toplumsal içgüdü yarattılar) pek farkında olmadıkları bireysel üstünlüklerinin ürettiği toplumsal bir içgüdü oluştu. Benim çok sevdiğim dışsallıklardan (externalities) doğan bir ek değer gibi…
Akıl, yetenek, duygu ve insanlık olarak yaşadıkları toplumun (ve dünyanın) üzerinde olduklarını fark ediyorlardı. Efsanedeki Samson'un, saçları uzayınca gücünü keşfetmesi gibi bir şey.
- Siyasetçi, bürokrat, iş çevresi benzeri insanların yerleştirdikleri statüko ya da sistemden çok farklı özellikleri, üstünlükleri, yetenekleri vardı. Kullanma fırsatları olmamıştı; bu güçlerinin farkında olmadan, ufak tepkilerle uygulamaya başladılar.
- Bilgili, akıllı, dürüst, ahlaklı, samimi ve iyi niyetliydiler. Bunların hepsi birleşince statükonun ya da sistemin elinde olmayan dev bir güç doğuyordu. Fark buradaydı. Statükodan, yalanlardan sistemin olumsuzluklarından bunalmış büyük çoğunluğun gençlere sempati göstermesi ve destek vermesi çok doğaldı. Analar, babalar, köylüler, işçiler, aydınlar, "entelektüeller" de etkilendiler. En fazla da sanat çevreleri. Çünkü gençlerde zarafet, incelik, güzellik ortaya çıkıyordu.
- Kısaca topluma, sokaktaki insana insanlığı, yakınlaşmayı, sevgiyi, özgürleşmeyi anımsatmaları; yeni gençliğin gücü bundan kaynaklanıyordu; toplumda herkesin özlemini çektiği şeyleri parklara, meydanlara taşıdılar. Toplum "kendi içindeki güzellikleri" bu gençler sayesinde yaşamaya başladı. Bu ne büyük bir nimetti, güçtü?
- Analar, babalar ve herkes, gençlerden Türkiye'nin ve dünyanın nasıl mutlu yaşanabilir bir yer olabileceğini öğreniyordu; insanların yüzleri gülmeye başladı.
- Ve toplumdaki çirkinlikler daha açık görülebiliyordu artık; gençler anaları, babaları dahil toplumun gözünü açmışlardı. Kızlarına oğullarına "gece sokağa çıkma" diyen analar, babalar artık evlatları ile birlikte parklara gidip halay çekiyorlar, türkü söylüyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlardı. İşte gençler bunu başardılar. İnsanlara yaşama sevincini aşıladılar.
İyi, kötü ve çirkin
Bu mutluluk sevinci ve yeni yaşam felsefesinin karşısına çıkarılan şeyler, gençlerin haklılığının kanıtları oldular; zırhlı araçlar, biber gazları, öldürücü su topları, palalı saldırganlar, hatta namlusundan kurşun fırlayan silahlar, gençlerin mutluluk tablosunu ortadan kaldırmaya çalışan çirkinlikler olarak gözler önüne serildi.
Ülkede sağcısı, solcusu, Türk'ü, Kürt'ü, Ermenisi herkes buna karşı çıktı. Avrupa ve Amerika ayağa kalktı. Dünya, bizim gençlerin insani, demokratik, özgürlükçü, sanatsal çıkışına (ve felsefesine) büyük destek verdi.
Akıl, bilim, teknik, ahlak, insanlık, demokrasi alanlarında "biz de elimizdeki kartları masaya sürüyoruz" demek cesaretini gösteren gençler vardı artık.
Gençler kendi varlıklarını ve üstünlüklerini keşfediyorlardı. Ama esas zorluk şimdi başlıyor;
- Bu güçlerini "statüko içindeki etkin bir oyuncu olarak mı sürdürecekler"?
- Yoksa statükoyu değiştirmek için mi kullanacaklar?
Bugüne kadar verdikleri mesajlar ikinci olasılığa daha yakın olduklarını gösteriyor.
Recep Tayyip Erdoğan ile ABD'ye sığınmış emekli vaizin cemaati arasındaki kapışma her alana yayıldı. En son, iki taraf, Ankara Ticaret Odası'nda (ATO) birbirlerine el ense çektiler. Öyküyü, ATO üyelerinden dinleyelim:
"Mayıs'ta ATO Meclisi için her meslek grubunun oluşturduğu komitelerde seçimler yapıldı. ATO Meclisi, yönetim kurulunu ve TOBB'a göndereceği delegeleri seçti. Bu delegeler arasında TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da yer alıyordu.
ATO Yönetim Kurulu seçimlerine mevcut Başkan Salih Bezci ile MÜSİAD kökenli Mustafa Deryal katıldı. Melih Gökçek, cemaat ağırlıklı Bezci'nin listesinin kazanması için belediye ile iş yapan firmaları arayarak kulis yaptı ve seçimi bu destekle Bezci kazandı. Başbakan'a yakın aday Mustafa Deryal ise kaybetti. Yönetim kurulunda 8 kişi ile çoğunluğu cemaat ele geçirdi. ATO yönetiminde cemaatle birlikte hareket eden Gökçek, Türkçe Olimpiyatları'na da sponsor oldu. MÜSİAD kökenli Deryal'ın kaybetmesine neden olduğunun kulislerde dolaşması üzerine Gökçek bu sefer Gezi eylemleri sonrası Başbakan için mitingler düzenledi."
Milli Eğitim Bakanlığı, Emniyet ve yargıda cemaati alt eden Recep Tayyip Erdoğan, ATO'da kaybetmiş gözüküyor.
Bak, Kapı Çalıyor…
Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi'ne göre, TMMOB'ye bağlı odaların yetkilerinin kaldırılması, AKP'nin toplumdan öç alma harekâtı:
"AKP'nin çoğu kez 'çılgın' projeler olarak kamuoyuna tanıttığı, esas amacının ise kamuya ait doğal kaynakların ve kamusal mekânın sermaye sınıfına peşkeş çekilmesi olan 'projecilik' furyasına karşı çıkan TMMOB'nin yasayla tanımlı denetim yetkileri bu yasa değişikliği ile elinden alınmış oldu.
Haziran direnişi, AKP'nin halk düşmanı projelerinden biri olan Gezi Parkı Projesi'ne karşı verilen mücadele ile birlikte ortaya çıkmıştı. Taksim'i emekçilere kapatmayı amaçlayan bu projeye karşı emekçi halkımızın verdiği tepki yalnızca Gezi Parkı'nın savunulması ile sınırlı kalmamış 'Hükümet istifa' sloganı bu sürecin en önemli talebine dönüşmüştür.
Şunu çok iyi biliyoruz ki bu mücadele yalnızca yasa maddelerindeki değişikliklerle sınırlı değil, AKP'nin ülkemizde kurmaya çalıştığı tüm baskılara, tahakkümüne karşıdır."
Ne kadar debelenirse debelensin, AKP için ecel kapıyı çalıyor…
Direnme Hakkı
Prof.Dr.Mümtaz Soysal'ın "Anayasaya Giriş" kitabından bir bölüm:
"Özellikle 17.yüzyıl İngiliz düşünürü John Locke'tan beri tartışma konusu olan 'direnme hakkı', bir devlet içindeki üstün güce sahip olan halkın, kendi verdiği yetkiyi kötüye kullanan yasama ve yürütme organlarına karşı direnebilmesini, karşı koyabilmesini ve ayaklanmasını öngörür.
4 Temmuz 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 'yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama' haklarını güvenlik altına almak için kurulan yönetimlerin bu 'amaçları yıkıcı' duruma gelmeleriyle birlikte, halk açısından da böyle yönetimleri 'değiştirmek ya da devirmek' hakkının doğacağını açıklıyordu. Fransız İhtilali'nin 1789 'İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Bildirisi', 'zulme karşı direnme'yi insanın 'doğal ve zamanaşımına uğramaz' haklarından sayıyordu. 1793 Bildirisi ise daha kesindi: Yönetim, halkın haklarını çiğnediği zaman isyan etmek, halk için ve halkın her kesimi için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir."
Direneceğiz, kurtulacağız.
Dertli
PKK-Kongra Gel'in başındaki Remzi Kartal, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti'nin Abdullah Öcalan ile bir mutabakat metni imzaladığını, bu metni BDP'nin"barış süreci" denen şeyin sekteye uğraması halinde açıklayacağını söyledi. PKK'li Murat Karayılan da benzer sözler etti.
Halk direnişi sonrasında, sultanlık peşindekinin gelecek kurgusu çöktü. Başkanlık sevdası ve pazarlığın ana unsuru olan anayasa değişikliği yattı. PKK'ye verdiği sözleri tutamayacak, tutamayınca da PKK pazarlığı bozacak!
Pazarlık bozulunca da gizli görüşmeler faş edilecek…
Sonrasında yandı gülüm keten helva.
Başı çok dertte, çok…
Gerekçe Belli Oldu
Diyarbakır'da geçen ay yapılan "Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı"nda karar altına alınan "Kürdistan halkları kendi tercihleriyle statülerini (özerklik-federasyon-bağımsızlık gibi) belirleme hakkına sahip" yönündeki görüş, ülkenin bölünmez bütünlüğünü doğrudan ilgilendiriyordu.
CHP liderliği, özenle bu konuya girmekten kaçınmıştı. Gerekçesini öğrendik:
CHP liderliği, söz konusu konferansta alınan kararların "hükümeti" ilgilendirdiği, hükümetin herhangi bir tutum almadan CHP'nin görüş bildirmesinin yanlış olacağı kanısındaymış…
Dahası, "barış süreci" denen AKP-PKK pazarlığının da bir biçimde başarıya ulaşmasını ümit ediyormuş…
İşte!
Kask, nişan, ateş: Ethem Sarısülük…
Polis, tetik, kurşun: Abdullah Can Cömert…
Tekme, cop, sopa: Ali İsmail Korkmaz…
Öfke, hınç, katil: İşte biliyoruz, orada, tepede, ta kendisi!
Bugün dünyanın insanlık açısından en hain ve düşman; siyasi iktidar açısından en intikamcı ve iktidarı kötüye kullanıcı; hukuk açısından en utanç verici ve bir mahkeme kararı açısından en adaletsiz, kasıtlı, haksız, asla kabul edilemez ve isyan edilesi davalarından biri olan Balyoz davası Yargıtay'da görülmeye başlıyor.
Bunları, davanın özünü, delil denen kepazelikleri, savcının ipe sapa gelmez iddianamesi ve benzeri esas hakkındaki mütalaasını, mahkemenin yargılama süresince savcı ve polis iddialarının yazıcısı ve savunucusu gibi tutumu ile yargılanan 365 insanın masumluğunu ortaya seren her şeyi reddedişini.. Bildiğim, gördüğüm, okuduğum için sayıp döküyorum…
Davada ileri sürülen iddialardan bir veya birkaçı doğru olsa, dururum…
Sonuçta, darbe girişimi görsem derim ki: Eeee darbeye kalktınız, başaramadınız. Şimdi buna katlanacaksınız…
RTE-FG iktidarı, ortaklaşa bu siyasi sahtekârlığı tezgâhladı…
Nedenini sormayın, iktidarlarının meşruluğunu giderek yitireceği durumlarda, karşılarında bir de"muhalif ordu"görmek istemediler. Çünkü iktidar, iktidarda bulundukları sürece yaptıkları her şeyi meşru gören, hak ve hukukları olduğunu sanan, demokrasiyi sandığa indirgeyen, her şeyi yapabileceklerine inanan bir ekip…
Bu arkaik, diktatoryal iktidar, sadece orduyu değil, karşılarında güç odağı olarak gördüğü her şeyi darmadağın etmeye yeminli…
Medya…
İşadamları.. Sivil toplum örgütleri.. Sendikalar.. GEZİ PARKI...! En son örneği TMMOB...
Demokrasinin d'sinin yanlarından geçmediği bir iktidar var karşımızda…
Şimdi düşünün, RTE'nin "savcı" rolünü üstlendiğini resmen açıkladığı bir davanın iler tutar ne yanı kalır ki…
Hiçbir zaman unutmayalım: Balyoz (Tabii ki Ergenekon ve Odatv de) RTE/FG ortak iktidarının ürünüdür…
Balbay ve diğerlerinin canına kıymaya kalkışanlardan kimse, cemaati ayırmaya kalkmasın bu insanlık dışı olaydan. Minik sahtekârlıklar ve ayak oyunlarıyla, iktidarı FG'den ayırmasın…
Aramızdan birileri hiç hataya düşmesin.. Bunun da hesabını sorarlar..
Cambazı Bırak…
Elimde epey bir süredir "Cambazı Bırak, Balyoz'a Bak" kitabı var (Nergiz Yayınları). Gezi patlak verince yazamadım. Şimdi zamanı! Balyoz sanığı emekli Oramiral Özden Örnek'in "belgeseli". Balyoz davasını en iyi anlatan, her sözünü belgeleyen emek ve beyin ürünü kitaplar arasında özgün yerini aldı.
Özden Örnek diyor ki,"Kitap, 365 kişinin davasının kitabıdır. Bu kitap gerçekten TSK'ye indirilen Balyoz'un hikâyesidir. Bu kitap 'muhafazakâr demokrat' düşüncenin istediklerini yapabilmek için önündeki engellerden birini yok etme olayının arkasındaki entrikaların sadece bir özetidir…" Çok doğru!
Örnek, Balyoz davasının hazırlıklarının izini, taaa 1999 yılına kadar sürüyor. Bu benim için de yeni! O tarihte Gülen cemaatinin desteklediği Aksiyon dergisinde yayımlanan "Hain Eller İşbaşında" makalesinin ilk işaret olduğunu anlatıyor. Tabii aynı dergide o zamanlar, bavulcu Baransu'nun da çalıştığı notunu düşerek! Bu bölümde, mahkemenin hiçbir zaman çağırıp dinlemediği, Tekirdağ Cezaevi'nde tutuklu Orhan Aykut'un komployu açıklayan ifadesi de var.
Örnek, doğru bir saptamayla diyor ki, medya olmasaydı Balyoz davası bir darbe girişimi olarak millete yutturulamazdı! Evet, düzgün bir medya olsaydı, bunun hazırlanmış bir komplo/ tezgâh olduğu çok çabuk ortaya çıkardı! Tabii, Balyoz'un hazırlanması ve sürdürülmesi için, siyasetin Emniyet ve yargı üzerinde de tam kontrolü şarttı…
Örnek, buna da işaret ediyor ve Balyoz'un daha iddianame bile hazırlanmadan medyaya nasıl ve hangi başlıklarla (camiyi bombalayacaklardı gibi) servis edildiğinin öyküsünü anlatıyor…
Sonuç çıkartıyor Örnek: Sanıkların hiçbirinin böyle bir "darbe" fiilinden haberi yok…
Hiçbir tanığın sanıklar hakkında beyanı yok…
36 bilirkişi tüm sahtekârlığı ortaya koydu…
1957 tane sahtekârlık, çelişki vb. belgelendi…
Sanıkların tanık dinleme isteklerinin hiçbiri kabul edilmedi…
Sanıklar lehine çok önemli belgeler ise saklandı…
En kritik deliller kaybedildi.(sayfa 500)
"Eylem yok, örgüt yok, iştirak yok, hukuki delil yok, adil yargılama yok, darbeyi önlemek diye bir eylem de yok…" Ne var peki?
Sadece bir komplo!
Ve 365 insan suçsuz yere 20 yıla varan cezalar aldı..
Şimdi, Yargıtay'da adalet var mı yok mu göreceğiz, bekliyoruz…
Haftalar sonra ilk kez Gezi Parkı'na girip dolaştım önceki akşam…
Başından onca macera geçmemiş gibi, sakin ve sessizdi…
Eskiye göre daha bakımlı…
Her taraf çiçeklenmiş çimenlenmiş…
Gençler çimenlere serpilmiş…
Ne var ki ağır bir neşesizlik okunuyor yüzlerde…
Üzüntülü günlerin hüznü sis bulutu gibi çökmüş toprağa…
Banklardan birinin üzerinde bir kadın ağlıyordu…
Yanında sessiz ve suskun bir genç kız…
Birkaç turist savaş sonrası muharebe alanını gezer gibi, ağır ağır sağa sola bakarak dolaşıyor…
Bu mütevazı park için 50 gün boyunca amansız bir kavganın verildiğine gelecek nesillerin inanması pek zor olacak. O yüzden parkın uygun bir yerine bir plaket asmalı.. Üzerinde mesela şunlar yazmalı…
"Bu parka inşaat yapılması girişimlerine karşı binlerce yürekli genç 50 gün direndi. Biber gazı, sis bombası, tazyikli su, plastik mermiden yılmadı, itiraz hakkını demokratça ve kahramanca sonuna kadar kullandı. Bu park için 5 genç şehit oldu, 15 genç gözünü kaybetti, bir o kadar genç beyin travmasına uğradı, sakat kaldı. Hapse atıldılar, işkence gördüler. Ancak hiçbir zorbalık onları demokratik mücadeleden vaz geçiremedi. Her türlü şiddete yiğitçe ve mertçe direndiler. Tarihe geçtiler. Bu mütevazı park, o genç ve isimsiz kahramanların gelecek nesillere armağanıdır."
İstiklal Caddesi…
Ankara'da derdi olan Anıtkabir'e çıkıyor…
İstanbul'da derdi olan İstiklal Caddesi'ne ve Cumhuriyet Anıtı'na…
İstiklal sadece bir cadde midir? Taşıdığı isim bir tesadüf mü?
Tarih öyle olmadığını söylüyor.
Daha önce de anlatmıştık…
Sovyet edebiyatçısı Lev Nikulin, 1933 yılında Pera Caddesi'nin nasıl İstiklal Caddesi olduğunu anlatır. Ona göre bağımsızlık için büyük savaş İzmir'de cereyan etmiş, bağımsızlık için küçük savaş ise
İstiklal Caddesi'nde…
Yataklı Vagonlar (Vagons Lits) şirketinin Pera'daki ofisinin çalışanlarından Naci Bey, iş esnasında Türkçe konuştuğu için Belçikalı Müdürü Mösyö Jannoni tarafından cezalandırılır. Cezayı ödemeyi reddedince de işten atılır. Mösyö Jannoni'ye göre Pera'da uluslararası bir şirkette elbette Batı dili konuşulur. Aynı gün Vagons Lits şirketinin hem İstiklal Caddesi hem Galata şubeleri gençler tarafından basılır, her iki mekânın camı çerçevesi yere iner.
Gençler daha sonra Cumhuriyet gazetesine giderek basının"Miss Turkey"tartışmaları yerine bu konuları haberleştirmesini isterler.
Ertesi gün gazeteler baştan aşağı bu olayla dopdolu olarak yayımlanır.
Nikulin'e göre Pera Caddesi o zaman İstiklal Caddesi olur.
Artık İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Beyaz Ruslar "basit ve kaba"Türk diliyle barışmak zorunda kalır. Camekânlarının hatırına Türkçeyi anlamaya, Türkçe sorulan sorulara cevap vermeye başlarlar…
Birkaç gün içinde "yurtdışına çıkacak kadar çok para kazandığına" göre piyangodan büyük
ikramiye çıktı demek!
Akif Kökçe
Kütüp
Kütüphaneler ülkenin beyni ve hafızasıdır. Deneyimli kadrolarca özenle yönetilir. Bilgi ve kültüre saygılı bir ülkede şöyle bir haberi gazetelerde göremezsiniz:
"Milli Kütüphane Başkanlığı'nda önce başkan, yardımcısı ve daire başkanları, şimdi de 6 şube müdürü görevinden alındı…"
Gerekçe…
Yok…
Kültür Bakanı beyefendi öyle istemiş…
Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı Ali Fuat Kartal, "Yönetici kademesinde mesleki eğitim almış kişi kalmadı." diyor. Milli Kütüphane yönetimi bir süredir AKP çevrelerinin hedefindeydi. Sene başında ihale yolsuzluğu iddiasıyla kütüphaneye bir baskın da düzenlendi. Ancak iddialar kanıtlanamadı. Kütüphane yönetimini birileri uzun süredir ele geçirmek istiyordu…
Başardılar…
Yetkililer yurtdışına kaçan palalı saldırgandan "Sabri Ç." diye bahsediyor. Bu ara Gezi protestosuna katılan, gözaltına alınan, tutuklanan insanlar da adıyla, sanıyla, mesleğiyle"darbeci" ilan ediliyor…
* * *
3.Köprü'nün imar planları"köprü inşaatı yanlış yere yapıldığı için"iptal edildi, yüz binlerce ağaç boş yere kesilmiş oldu! Köprüye "Yavuz Sultan Selim"adının verilmesinin hikmeti de buymuş demek!
Akif Kökçe
Şenlik
Başbakan Bingöl'deki iftar konuşmasında "Eğer şiddet varsa şiddetin karşılığı şiddettir" diyor ve devam ediyor:
"Onun için de devlet üniversitelerinde artık güvenlik gücü olarak çok kısa zamanda onu da söylüyorum artık biz özel güvenlik değil, devletin kendi güvenlik güçlerini üniversitelerimize yerleştireceğiz."
Baki Karakol arkadaşımız bu mesajın tercümesini yapıyor…
"Demektir ki, üniversitelerde polis denetimi kurulacak…
İktidarın hoş karşılamadığı her türlü eylem ve faaliyet karşısında polisi bulacak…"
Üniversitede tehlike ışıkları yanıyor…
Daniska
Üçüncü Köprü'nün de bulunduğu Kuzey Marmara Otoyolu güzergâhında 250 bin ağaç kesildi. Ve bir yıl sonra güzergâhın yanlış olduğu ortaya çıktı. İmar planları iptal edildi. Ulaştırma Bakanı'na göre yol üzerinde kuş yuvaları ve göletler varmış da güzergâh bu yüzden değiştirilmiş. Hadi bunu yuttunuz diyelim…
Peki kesilen binlerce ağaç yerine nasıl konulacak? Tahrip olan doğal alanlar ne olacak? Soru çevre katillerine?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder