Değerli Dostlar,
Aşağıda Tuncay Özkan'ın 20 Mart'ta satışa sunulacak olan yeni kitabı
"Zorbalığın Pençesinde-Silivri Günlüğü"nden bazı bölümler bilgilerinize sunulmuştur.
-----------------------------------------------------------------
Yasaklar Ankara'nın İnisayatifinde…
Zarfı kapalı mektup yasak.
Zarfı kapalı mektup almak yasak.
Üç kitap dışında kitap bulundurmak yasak. (Ben, Sözcü gazetesinde, bir fotoğrafımda üçten fazla kitap masamda görüldü için idari soruşturma geçirdim ve Ankara'dan "bu nedir böyle?" denildiği için ifade verdim.)
İzinsiz fotoğraf çektirmek yasak.
Müzik çalan tüm aletler yasak.
Bilgisayar yasak.
Dışarıdan kırtasiye malzemesi yasak.
Dışarıdan yiyecek, içecek, kuruyemiş yasak.
Koğuşta yemek yapmak yasak.
(Sayfa 116)
Bilgisayardaki savunmalar nasıl silindi?
Bilgisayar odasına girdik. Bilgisayarı açtım ve şok yaşadım. Bilgisayarda hiçbir şey yok. Ne benim ne de diğer tutukluların dosyası var. Hepsi yok olmuş.
Telaşla gardiyana, "yazılarım yok, dosya görünmüyor," dedim. "Tuncay Bey biz onları sildik," dedi. "Nasıl sildin, kopyasını aldın mı?" "Hayır!" "Neden sildin?" "Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürü teftişe gelecekmiş. Silinmesi emredildi. Bütün bilgisayarları sildik. Temizledik," dedi.
(…)
İki ay sonra gene silindi. Savunmam için yazdığım üç bin sayfa silinmişti.
(…)
Ben savunmamı ve kitaplarımın tamamını elle yazdım.
Sağ el bileğimi bir süre sonra ağrıdan kullanamaz oldum. Revire çıktım, bileklik verdiler. Bir süre yazamadım.
Adil Serdar Saçan'ın bilek güçlendiren bir egzersiz tarifini 15 gün uygulayıp bileklikle dolaşınca bileğim düzeldi. Yeniden yazmaya başladım. Adil'in egzersizi, ranzaya dayanan bileğin çalıştırılması ve ağırlıkla güçlendirilmesine dayanıyor. Bilek çalışıyor, sızısı daim kalıyor.
(Sayfa 125-126)
Klasik müzik tehlikesi nasıl ortadan kaldırıldı?
Koğuşun kapısı açıldı. Bir müdür yardımcısı, bir başefendi, iki gardiyan "misafirliğe geldik," dedi. Buyur ettik. Çay ikram ettik. Benden yana dertliler. "Tuncay Bey, mahkemede klasik müzik mi ne bir şey dinliyorum demişsiniz. Haberlerde söylemiş. Şimdi diğer koğuşlardaki tutuklular 'biz de müzik dinleyeceğiz, onlara var bize niye yok?' diyorlar. Siz o müziği nasıl dinliyorsunuz?
Öyle ya, idarenin merkezi ayarla verdiği 24 kanal televizyon ve el radyoları dışında müzik çaların bulundurulması yasak. Öyleyse nasıl oluyordu da ben o müziği dinleyebiliyordum. Anlattım: "Ben o müziği TRT2'de öğlenleri dinliyorum: 'Konser Salonlarından' programında (sonra onu da kaldırdılar yayından.) Bir de Ulusal Kanal, hafta sonları yayınlıyor. İkisi de Cumartesi ve Pazar günleri. Oradan dinliyorum."
Rahatladılar. "Oh" dediler. Gittiler.
(Sayfa 139)
Ergenekon'da sanıklar nasıl darbeci oluyorlar?
"Türkiye zor durumda kalırsa, şeriat mı dersin, darbe mi dersin?" Tutuklarken bu soruyu sordunuz mu insanlara? Soran yargıçlar var, "çok zorda kalırsan şeriatı mı demokrasiyi mi tercih edersin?" Arkadaş demiş ki "şeriat geleceğine darbe olsun." "O zaman darbecisin, yat içeride!" Ben de bağırdım; "Ne şeriat ne darbe tam bağımsız demokratik Türkiye!" Buradayım. Ölçü ne? Hukuk! Hangi hukuk? Nerede yazıyor?
(Sayfa 144)
Nazlıcan'ın neden okuluyla ilişkisi kesildi?
Nazlıcan'ın her çarşamba Silivri'ye ziyaretime gelişi, ilk iki yıl sorun olmamıştı. Okulun Türk müdürü durumu anlayışla karşılıyordu. Ama o, görevden ayrılmıştı. Yeni müdür, birden tutum değiştirmişti. Annesinin başvurusuna okul idaresi, "randevu vermeyerek" yanıt verince, durum kritikleşmişti. Çünkü yeni müdür, "Nazlıcan ya babana gidersin ya okula gelirsin. Babanla okul arasında tercih yap, yoksa devamsızlıktan tasdikname alacaksın," demişti, en son izin kâğıdını homurdanarak imzalarken. Ve Nazlıcan ile annesinin bütün çabalarına karşın, benim yüzümden Nazlıcan'ıma tasdikname verip devamsızlıktan okul ile ilişkisini kesmişlerdi.
Nazlıcan ilk kez o hafta bana gelmedi. Deliye döndüm. Annem, kardeşim, "üşüttü, grip" deseler de inanmadım. O hastayken de bana geliyordu. Bir sorun vardı.
(Sayfa 150)
Koğuş baskınında el konulan "sakıncalı zarlar"ın öyküsü neydi?
Emcet ağabey, hücre dolabının üst rafını tavla altlığı olarak kullanmış. Dolabın askılık odununu tavlanın orta ayrımı olarak kesmiş. Bunları kolay iş saymayın. Orta odun keser sapı kalınlığında. Bıçak olarak da sapı plastik, ucu dört santim (diğer kısmı kesik veriliyor idarece) olan, biraz bastırınca kırılan meyve bıçağını kullanarak yapmış bunu. Hem de beş günde. Tavlanın pulları yerine plastik su şişelerinin kapaklarını koymuş. Alt çizgiler keçeli kalemle boyama.
Tavlanın en zor kısmı ise zarlar. İki gün boyunca iki kalıptan fazla sabun harcayarak iki zar yapmış. Ama biri daha ilk atışta parçalandı. Oturdu bir günde yenisini yaptı.
Tavla, koğuşu bir sevindirdi ki anlatamam.
Turnuvalar başladı.
Baskında ele geçmesin diye her bir parça, oyundan sonra ayrı bir yere saklandı.
Emcet ağabey, iki ay sonra koğuştan başka bir koğuşa gitti. Tavlayı da bize bıraktı. Tavla bir süre sonra vazgeçilmez tutkumuz oldu.
Bu sevinç kısa sürdü. Bir ay sonra ilk aramada bulundu ve alındı.
(Sayfa 168)
Özkan'a gelen mektup nasıl sansürlendi?
Gardiyan koğuşun kapısını kıracak. Gürültüye koştum:
- "Tuncay Bey!"
- "Evet, buyurun."
- "Mektup var, ama size veremiyorum. Mektup okuma komisyonu sakıncalı gördü. Tutanağı ve mektubun sakıncasız bulunan yerlerini buyurun."
Aldım. Mektupta sakıncalı yerlerin üstü karalanmış.
(…)
Bu konuda da ifade verdim. Sayın Nurhan Karataş hakkında defalarca suç duyurusunda bulunuldu. Ama dava açılmadı. Sonunda Nurhan Hanım hakkında bir savcı "Anayasada iletişim özgürlüğü hakkı kuralını" yok sayarak, Nurhan Hanımın bana ulaşmayan mektubunu yasalara aykırı olarak okuyup, dava açtı. Yani Nurhan Hanım bir meçhule mektup yazdı. Savcı o meçhulden suç üretti.
(Sayfa 199)
Kapısının önünde dövülerek öldürülen devrimci genç kimdi?
Ama bir gece, inanılmaz insan çığlıklarıyla ranzadan fırladım. Kapımın önünde birisi boğazlanıyordu. Hırıltılar, feryatlar ve küfürler koridora bitişik olan yeni hücrem T-6'ya geliyordu. Yan hücrede Adil'in duvarına vurdum. İyiydi.
İçeriden acil durum butonuna bastım. Kapıya vurmaya başladım. Uzunca bir süre sonra, sesler kesilince, mazgal açıldı, bir gardiyan bağırdı:
- "Ne var? Ne istiyorsun bu saatte?"
- "Deminki gürültüler, feryatlar neydi?"
- "Sana ne be adam. Yat uyu. Allah Allah."
- "Adam öldü, ne oldu, ne? Kimdi o?"
(…)
Ertesi gün, gardiyanlardan bir sorun olduğunu anladık. Bizi seven biri, "solcu çocuklardan birini hastanelik etmiş ruh hastası birkaç gardiyan," dedi.
Hâlâ o ses, o lime lime edilen ses kulaklarımda. Bir gün sonra gazetelerden öğrendim o sesin sahibinin adını: Engin Ceber!
(Sayfa 86)
Domates ve marul nasıl suç unsuru oldu?
- "Yemek pişiriyor musunuz?"
- "Hayır, yemek pişirmek için ocak yok, bunu en iyi siz biliyorsunuz, 24 saat koğuş izleniyor, günde iki kez sayımda kontrol ediliyor."
- "Yemek pişirmeye kalkarsanız, hakkınızda disiplin cezası verileceğini bilin!"
- "İyi, bildik! Ama pişirmiyoruz, pişiremeyiz bunu da siz biliyorsunuz."
- "Ama "yemek pişiriyoruz" diye röportaj vermişsiniz, fotoğraf da var. Fotoğrafın altında "yemek pişirirken" yazıyor."
- "Röportajda yemek ısıttığımızı söylüyoruz, fotoğraf altında "pişirmek" genel anlamda kullanılmış. Yaptığımız ısıtmak, ısıtırken de domates, biber katmak! Onları da siz veriyorsunuz. Kantinden satın alıyoruz; domates, biber, marul o kadar."
- "Yemek pişirirseniz domates ve marulun amaç dışında kullanımından işlem yaparız."
- "Domates ve marulun amaç dışı kullanımı mı?"
- "Evet. Biz size onları pişirmek için vermiyoruz. Amaç dışı kullanamazsınız!"
(Sayfa 185)
Tuncay Özkan hangi konuda "oh olsun bana" dedi?
Silivri mezarlığında bir mektup aldım. PKK hükümlüsü bir "F Tipi" sakini bana diyordu ki:
"F Tipi" iyidir reklamında oynuyordun. Gördün mü tecrit için nasıl kullanılıyormuş cezaevi? O zaman iyidir, iyi diyordun. Oh olsun sana. Anla şimdi iyiyi kötüyü. Gene de sonra aymış olman güzel. "Faili meçhul" araştırmaların nedeniyle geçmiş olsunu hak ediyorsun. "Oh olsun," diyorum ama "geçmiş olsunu" da ekliyorum."
İnsan doğru söze ne der?
Haklısın!
Koğuş sistemi çok kötüydü. "F Tipi" uygulaması ondan kötü kullanıldı. Türkiye siyasi suçlularına zulmü tercih etti: Zalimliği benimsedi.
Ama yazdıkların doğru.
"Ohhh" olsun bana! Başıma gelenleri hak ettim ben!
Tuncay Özkan ve Balbay'ın arası neden açıktı?
Ahmet Tan Ankara temsilcisi olunca İzmir'den Mustafa Balbay büro şefi olarak getirildi. Genç ekip aramızdan birinin değil de Mustafa'nın gelişine tepki gösteriyorduk. Yalçın Doğan'ın görevden alınmasına da kızgındık.
Ankara bürosu çok çalışan, çok homurdanan, çok iç içe, çok dedikoducu, kendi içinde dengeleri hassas bir yerdi. Çok çok etkindi.
Örneğin, Milliyet parlamento bürosu şefi Derya Sazak'ı büroya almaya çalışan Yalçın Doğan büro içindeki oylamada Sazak'ı kabul ettirememiş, Derya Sazak Cumhuriyet'e geçememişti.
Mustafa Balbay, kısa sürede büro içinde uyum sağladı. Ama aramıza bir mesafe girmişti bir kez. Daha sonra pek çok olayda hep aynı safta ama mesafeli durduk. 8 yıl boyunca Balbay ile arkadaş bile olmadık. Ama aynı büronun çalışanıydık. Balbay ile 2000-2010 yılları arasında dört kez altı dakika süren telefon görüşmemiz olmuş. Santral beklemesi dâhil.
Ben 1993 yılının 1 Ağustos'undan geçerli olmak üzere Cumhuriyet'ten istifa ettim. Gerekçem Balbay'ın Ankara'ya temsilci olarak atanmasıydı.
Daha sonra Kanaltürk'ün yayın sürecinde Mustafa da bir kez olsun yayına katılmadı. Satış olunca da bana veryansın etti. En zorlu eleştirileri o dile getirdi.
Ergenekon'dan ilk alınıp bırakıldığında onunla dayanışma içindeydik. Yapılanların haksızlığını, hukuksuzluğunu dile getirdim. Serbest kalışını kutlamak için aradım. İbrahim Yıldız çıktı telefona "geçmiş olsun," dedim. Mustafa "yazı yetişmeyecek bak sonra," diyordu Yıldız'a. "Geçmiş olsun," dedim. "Sağol," dedi. Konuşma bitti.
Sonra kader bizi aldı getirdi. Ergenekon zulmünün zindanında yan yana değil baş başa koydu.
(…)
Bir gün oturduk gene konuşurken, Balbay; "ez cümle kardeş," dedi:
"Şükür kavuşturana!"
"Evet," dedim:
"Şükür buluşturana!"
Bundan sonra Allah ayırmasın bir daha. Mustafa Balbay gibi arkadaş zor bulunur hayatta.
(Sayfa 226-227)
Ha UFO'ya inanmışsın, ha ETÖ'ye!
Yok böyle bir şey! Dışarıda Amerika'daki 3 milyon insan nasıl Ufoya inanıyorsa ve uzaylılar tarafından kaçırıldığına inanıyorsa, dışarıda halkın 42'si de "evet kardeşim Ergenekon diye bir örgüt var," diyor. Bu kanıyı ben mi yarattım? Savcılık ve mahkeme birlikte yaratmadı mı bu kanıyı? ETÖ, ETÖ, ETÖ bu yayınları ben mi yaptım? 6 aylık bir dilim içinde Tuncay Özkan'la ilgili on bin sekiz yüz tane yayını yapan irade nedir, yaptıran irade nedir?
(Sayfa 234)
Tuncay Özkan'ın helikopterle cezaevinden kaçması nasıl önlendi?
Balbay ile beni; Cuma günü spora çıkarıyorlar. Hava güzel; "haydi dış sahaya," dediler. Çıktık, Mustafa eski maratoncu. Allah ona "koş Mustafa koş," demiş. Yağmur, kar, çamur, toz, güneş dinlemeden koşuyor.
Bir ara topa vurdu, top yükselirken havada vurulup düşen bir kuş gibi indi yere. Baktım, açık stadın üstü telle kaplı.
Metris'te aynı şey gelmişti başıma. Bizi çıkardıkları havalandırmanın, üstü telle kaplıydı.
- "Neden telle kaplı?"
- "Tuncay Özkan'ın helikopterle kaçırılacağı ihbarı var, onun için."
- "Ooo…" dedim; gerisini yuttum.
Silivri'de de gökyüzüne tel döşemişlerdi.
(Sayfa 241)
Özkan'ın mahkemede deliye dönüş öyküsü…
İki yıldır burada tutukluyum. Niçin tutuklu olduğumu öğrenmek istiyorum. Bu davayı böyle sürdüremezsiniz. İnsanları mezbahaya gelmiş danalar, koyunlar gibi algılayamazsınız. Arkamda ordum yok diye mi tutuyorsunuz beni burada? Niçin tutuyorsunuz beni burada? Hangi suçlamayla tutuyorsunuz beni burada? Bir yıldan beri size yanıt verecekler, tam bir yıl geçti. Yanıt verecekler, iddianamede delil gösterecekler. Hangi darbeyi yapmışım ben? Hangi Genelkurmay başkanı benden emir almış? Hangi general benden emir almış? Niçin beni burada yargılıyorsunuz? Bağırmayın demeyin bağırmak zorundayım artık. Benim suçum nedir? Nedir benim suçum? Tam iki yıldır burada her duruşmada soruyorum. Benim suçumu söyleyin. Yeter artık, yeter. Ya bana suçumu söyleyin delillerini gösterin ya da bu yargılamayı bitirin. Ben kurbanlık koyun değilim burada. Yeter artık.
(Sayfa 258)
Tuncay Özkan'ın Silivri'de yazdığı ilk şiiri…
Sarışın Özgürlüğüm
Benim sarışın özgürlüğüm
Demir parmaklıklardaki aşkım
Korkusuzluğumun haytası
Gece işkence yoldaşım, sorgu arkadaşım.
Yorgun düşüncelim benim
Soluğu yeşil-mavi harelim
Gözleri buğulum
Çapkın bakışlım, dik duruşlum
Yağmur var İstanbul'da aylardan sonra
Sen sakın ağlama
Kuşlar gibi özgürüm mahpusluğuma aldanma
Kokun yanımda sol tarafımda
Ben acıyorum ülkeme, çocuklara,
İşkenceci zalim, aldanmışlara
Sen acıyan, kanayan yarama
Aldırma, geçecek bir öpüşünle
Zamanı yenecek nefesin
Göreceksin
Sarışın özgürlüğüm benim
Acır bilirim ellerin, acır aklın,
Yüreğin
Durdur kanamasın sevdan
Bas terimin tuzunu
Yansın gözlerin
Bugün sen baktığında gökyüzüne
Başın dik, ben de gördüm
Gökyüzünü
Güneş saklanmıştı, kuşlar yoktu,
Ağlıyordu bulutlar
Şıp şıp damladı yüzüme
Olmaz olası ayrılıklar
Benim sarışın özgürlüğüm
Ayrılıklar da bizden
Ne kadar çok seversen
O kadar azalıyor
İşkencen…
(Sayfa 39)
Yemeğini üç gün boyunca bir lağım faresi ile paylaştı…
"Tanrım, bu ne?" dedim. Kocaman bir lağım faresi, bir yemek tepsisinin içinde, o inanılmaz şapırtıyla karnını doyuruyor.
Ranzada toplandım. Oturdum, sessizce. Demek kapıyı açmış yemek koymuşlardı. Onca gürültüye uyanmamıştım. Tepsiye baktım; makarna, patatesli ve etli bir yemek ve pilav ekmek vardı. Farenin boyu yirmi santimden büyüktü. Kuyruğu çıplak ve uzun. Ayaklarımı ve kulaklarımı kontrol ettim. Benden de bir parça almış mıydı? Ayakkabılarım ayağımda, çıkarmaya mecalim kalmadan sızmışım. Kulaklarım sağlam. Bana ilişmemiş. Nasıl da tiksinirim fareden. Oysa şimdi beş adım uzağımda bana konulan yemeği beni hiç umursamadan, şapırdata şapırdata yiyor. Ne yapmalıyım?
Ayakkabımı çıkarttım, elime aldım, o benim hareketlerimi önemsemiyor. İnsanlara alışkın olmalı. Seri kafa hareketleriyle yemeği tüketiyor. Bağırdım: "Hey! Artık yetmez mi?"
Hayret dönüp bakmadı bile.
Ayakkabıyı fırlattım, demir kapıda patladı. Gürültü büyük. Sesle beraber kendini tuvalet tarafına sakladı. Şapırtı kesildi. Kaçarken aceleci olmadı. Kendinden emin. Benimle kavgayı göze alıyor. Kalktım tuvalet tarafına baktım, yok. Demek ki delikten geldiği yere kanalizasyona dönmüş.
İki gün daha bana geceleri uğradı. Yemekleri onun için bir gazete kâğıdının üzerine koydum. Şapırtıyla yedi. Sonra kantinden gelen beş litrelik bir su şişesini tuvalete kapak yaptım. Yukarı çıkamadı. Zorunlu arkadaşlığımız bitti.
(Sayfa 26)
Cezaevi yönetimi Nazlıcan'ın elbisesindeki güvercinler neden tek tek söktü?
Ben kızımın 15. doğum gününü de, 18. doğum gününü de cezaevinde kutlamak zorunda kaldım. Benim 18 yaşına basan kızım, bir elbise dikmiş kendisine. Onunla geldi bana, "bunu ben diktim" diye. Elbisenin üzerinde lekeler var, böyle boynunda, nedir dedim o? Üstüne beyaz taşlar koymuş; beyaz güvercinler yerine cezaevine girerken, o beyaz güvercinleri tek tek sökmüşler. Reva gördüğünüz bu muamele, benim çocuğuma reva gördüğünüz bu muamele, beni sevenlere, bizi sevenlere, Mustafa Balbay'ın ailesine, bize, buradaki herkese gördüğünüz bu muamele umut ederim sizin çocuklarınız tarafından asla görülmez. Umut ederim bu acılar sizin yüreğinize uğramaz ve umut ederim siz hukuku uygulayarak, bu alçak dönemi sonlandırırsınız.
(Sayfa 316)
Aşağıda Tuncay Özkan'ın 20 Mart'ta satışa sunulacak olan yeni kitabı
"Zorbalığın Pençesinde-Silivri Günlüğü"nden bazı bölümler bilgilerinize sunulmuştur.
-----------------------------------------------------------------
Yasaklar Ankara'nın İnisayatifinde…
Zarfı kapalı mektup yasak.
Zarfı kapalı mektup almak yasak.
Üç kitap dışında kitap bulundurmak yasak. (Ben, Sözcü gazetesinde, bir fotoğrafımda üçten fazla kitap masamda görüldü için idari soruşturma geçirdim ve Ankara'dan "bu nedir böyle?" denildiği için ifade verdim.)
İzinsiz fotoğraf çektirmek yasak.
Müzik çalan tüm aletler yasak.
Bilgisayar yasak.
Dışarıdan kırtasiye malzemesi yasak.
Dışarıdan yiyecek, içecek, kuruyemiş yasak.
Koğuşta yemek yapmak yasak.
(Sayfa 116)
Bilgisayardaki savunmalar nasıl silindi?
Bilgisayar odasına girdik. Bilgisayarı açtım ve şok yaşadım. Bilgisayarda hiçbir şey yok. Ne benim ne de diğer tutukluların dosyası var. Hepsi yok olmuş.
Telaşla gardiyana, "yazılarım yok, dosya görünmüyor," dedim. "Tuncay Bey biz onları sildik," dedi. "Nasıl sildin, kopyasını aldın mı?" "Hayır!" "Neden sildin?" "Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürü teftişe gelecekmiş. Silinmesi emredildi. Bütün bilgisayarları sildik. Temizledik," dedi.
(…)
İki ay sonra gene silindi. Savunmam için yazdığım üç bin sayfa silinmişti.
(…)
Ben savunmamı ve kitaplarımın tamamını elle yazdım.
Sağ el bileğimi bir süre sonra ağrıdan kullanamaz oldum. Revire çıktım, bileklik verdiler. Bir süre yazamadım.
Adil Serdar Saçan'ın bilek güçlendiren bir egzersiz tarifini 15 gün uygulayıp bileklikle dolaşınca bileğim düzeldi. Yeniden yazmaya başladım. Adil'in egzersizi, ranzaya dayanan bileğin çalıştırılması ve ağırlıkla güçlendirilmesine dayanıyor. Bilek çalışıyor, sızısı daim kalıyor.
(Sayfa 125-126)
Klasik müzik tehlikesi nasıl ortadan kaldırıldı?
Koğuşun kapısı açıldı. Bir müdür yardımcısı, bir başefendi, iki gardiyan "misafirliğe geldik," dedi. Buyur ettik. Çay ikram ettik. Benden yana dertliler. "Tuncay Bey, mahkemede klasik müzik mi ne bir şey dinliyorum demişsiniz. Haberlerde söylemiş. Şimdi diğer koğuşlardaki tutuklular 'biz de müzik dinleyeceğiz, onlara var bize niye yok?' diyorlar. Siz o müziği nasıl dinliyorsunuz?
Öyle ya, idarenin merkezi ayarla verdiği 24 kanal televizyon ve el radyoları dışında müzik çaların bulundurulması yasak. Öyleyse nasıl oluyordu da ben o müziği dinleyebiliyordum. Anlattım: "Ben o müziği TRT2'de öğlenleri dinliyorum: 'Konser Salonlarından' programında (sonra onu da kaldırdılar yayından.) Bir de Ulusal Kanal, hafta sonları yayınlıyor. İkisi de Cumartesi ve Pazar günleri. Oradan dinliyorum."
Rahatladılar. "Oh" dediler. Gittiler.
(Sayfa 139)
Ergenekon'da sanıklar nasıl darbeci oluyorlar?
"Türkiye zor durumda kalırsa, şeriat mı dersin, darbe mi dersin?" Tutuklarken bu soruyu sordunuz mu insanlara? Soran yargıçlar var, "çok zorda kalırsan şeriatı mı demokrasiyi mi tercih edersin?" Arkadaş demiş ki "şeriat geleceğine darbe olsun." "O zaman darbecisin, yat içeride!" Ben de bağırdım; "Ne şeriat ne darbe tam bağımsız demokratik Türkiye!" Buradayım. Ölçü ne? Hukuk! Hangi hukuk? Nerede yazıyor?
(Sayfa 144)
Nazlıcan'ın neden okuluyla ilişkisi kesildi?
Nazlıcan'ın her çarşamba Silivri'ye ziyaretime gelişi, ilk iki yıl sorun olmamıştı. Okulun Türk müdürü durumu anlayışla karşılıyordu. Ama o, görevden ayrılmıştı. Yeni müdür, birden tutum değiştirmişti. Annesinin başvurusuna okul idaresi, "randevu vermeyerek" yanıt verince, durum kritikleşmişti. Çünkü yeni müdür, "Nazlıcan ya babana gidersin ya okula gelirsin. Babanla okul arasında tercih yap, yoksa devamsızlıktan tasdikname alacaksın," demişti, en son izin kâğıdını homurdanarak imzalarken. Ve Nazlıcan ile annesinin bütün çabalarına karşın, benim yüzümden Nazlıcan'ıma tasdikname verip devamsızlıktan okul ile ilişkisini kesmişlerdi.
Nazlıcan ilk kez o hafta bana gelmedi. Deliye döndüm. Annem, kardeşim, "üşüttü, grip" deseler de inanmadım. O hastayken de bana geliyordu. Bir sorun vardı.
(Sayfa 150)
Koğuş baskınında el konulan "sakıncalı zarlar"ın öyküsü neydi?
Emcet ağabey, hücre dolabının üst rafını tavla altlığı olarak kullanmış. Dolabın askılık odununu tavlanın orta ayrımı olarak kesmiş. Bunları kolay iş saymayın. Orta odun keser sapı kalınlığında. Bıçak olarak da sapı plastik, ucu dört santim (diğer kısmı kesik veriliyor idarece) olan, biraz bastırınca kırılan meyve bıçağını kullanarak yapmış bunu. Hem de beş günde. Tavlanın pulları yerine plastik su şişelerinin kapaklarını koymuş. Alt çizgiler keçeli kalemle boyama.
Tavlanın en zor kısmı ise zarlar. İki gün boyunca iki kalıptan fazla sabun harcayarak iki zar yapmış. Ama biri daha ilk atışta parçalandı. Oturdu bir günde yenisini yaptı.
Tavla, koğuşu bir sevindirdi ki anlatamam.
Turnuvalar başladı.
Baskında ele geçmesin diye her bir parça, oyundan sonra ayrı bir yere saklandı.
Emcet ağabey, iki ay sonra koğuştan başka bir koğuşa gitti. Tavlayı da bize bıraktı. Tavla bir süre sonra vazgeçilmez tutkumuz oldu.
Bu sevinç kısa sürdü. Bir ay sonra ilk aramada bulundu ve alındı.
(Sayfa 168)
Özkan'a gelen mektup nasıl sansürlendi?
Gardiyan koğuşun kapısını kıracak. Gürültüye koştum:
- "Tuncay Bey!"
- "Evet, buyurun."
- "Mektup var, ama size veremiyorum. Mektup okuma komisyonu sakıncalı gördü. Tutanağı ve mektubun sakıncasız bulunan yerlerini buyurun."
Aldım. Mektupta sakıncalı yerlerin üstü karalanmış.
(…)
Bu konuda da ifade verdim. Sayın Nurhan Karataş hakkında defalarca suç duyurusunda bulunuldu. Ama dava açılmadı. Sonunda Nurhan Hanım hakkında bir savcı "Anayasada iletişim özgürlüğü hakkı kuralını" yok sayarak, Nurhan Hanımın bana ulaşmayan mektubunu yasalara aykırı olarak okuyup, dava açtı. Yani Nurhan Hanım bir meçhule mektup yazdı. Savcı o meçhulden suç üretti.
(Sayfa 199)
Kapısının önünde dövülerek öldürülen devrimci genç kimdi?
Ama bir gece, inanılmaz insan çığlıklarıyla ranzadan fırladım. Kapımın önünde birisi boğazlanıyordu. Hırıltılar, feryatlar ve küfürler koridora bitişik olan yeni hücrem T-6'ya geliyordu. Yan hücrede Adil'in duvarına vurdum. İyiydi.
İçeriden acil durum butonuna bastım. Kapıya vurmaya başladım. Uzunca bir süre sonra, sesler kesilince, mazgal açıldı, bir gardiyan bağırdı:
- "Ne var? Ne istiyorsun bu saatte?"
- "Deminki gürültüler, feryatlar neydi?"
- "Sana ne be adam. Yat uyu. Allah Allah."
- "Adam öldü, ne oldu, ne? Kimdi o?"
(…)
Ertesi gün, gardiyanlardan bir sorun olduğunu anladık. Bizi seven biri, "solcu çocuklardan birini hastanelik etmiş ruh hastası birkaç gardiyan," dedi.
Hâlâ o ses, o lime lime edilen ses kulaklarımda. Bir gün sonra gazetelerden öğrendim o sesin sahibinin adını: Engin Ceber!
(Sayfa 86)
Domates ve marul nasıl suç unsuru oldu?
- "Yemek pişiriyor musunuz?"
- "Hayır, yemek pişirmek için ocak yok, bunu en iyi siz biliyorsunuz, 24 saat koğuş izleniyor, günde iki kez sayımda kontrol ediliyor."
- "Yemek pişirmeye kalkarsanız, hakkınızda disiplin cezası verileceğini bilin!"
- "İyi, bildik! Ama pişirmiyoruz, pişiremeyiz bunu da siz biliyorsunuz."
- "Ama "yemek pişiriyoruz" diye röportaj vermişsiniz, fotoğraf da var. Fotoğrafın altında "yemek pişirirken" yazıyor."
- "Röportajda yemek ısıttığımızı söylüyoruz, fotoğraf altında "pişirmek" genel anlamda kullanılmış. Yaptığımız ısıtmak, ısıtırken de domates, biber katmak! Onları da siz veriyorsunuz. Kantinden satın alıyoruz; domates, biber, marul o kadar."
- "Yemek pişirirseniz domates ve marulun amaç dışında kullanımından işlem yaparız."
- "Domates ve marulun amaç dışı kullanımı mı?"
- "Evet. Biz size onları pişirmek için vermiyoruz. Amaç dışı kullanamazsınız!"
(Sayfa 185)
Tuncay Özkan hangi konuda "oh olsun bana" dedi?
Silivri mezarlığında bir mektup aldım. PKK hükümlüsü bir "F Tipi" sakini bana diyordu ki:
"F Tipi" iyidir reklamında oynuyordun. Gördün mü tecrit için nasıl kullanılıyormuş cezaevi? O zaman iyidir, iyi diyordun. Oh olsun sana. Anla şimdi iyiyi kötüyü. Gene de sonra aymış olman güzel. "Faili meçhul" araştırmaların nedeniyle geçmiş olsunu hak ediyorsun. "Oh olsun," diyorum ama "geçmiş olsunu" da ekliyorum."
İnsan doğru söze ne der?
Haklısın!
Koğuş sistemi çok kötüydü. "F Tipi" uygulaması ondan kötü kullanıldı. Türkiye siyasi suçlularına zulmü tercih etti: Zalimliği benimsedi.
Ama yazdıkların doğru.
"Ohhh" olsun bana! Başıma gelenleri hak ettim ben!
Tuncay Özkan ve Balbay'ın arası neden açıktı?
Ahmet Tan Ankara temsilcisi olunca İzmir'den Mustafa Balbay büro şefi olarak getirildi. Genç ekip aramızdan birinin değil de Mustafa'nın gelişine tepki gösteriyorduk. Yalçın Doğan'ın görevden alınmasına da kızgındık.
Ankara bürosu çok çalışan, çok homurdanan, çok iç içe, çok dedikoducu, kendi içinde dengeleri hassas bir yerdi. Çok çok etkindi.
Örneğin, Milliyet parlamento bürosu şefi Derya Sazak'ı büroya almaya çalışan Yalçın Doğan büro içindeki oylamada Sazak'ı kabul ettirememiş, Derya Sazak Cumhuriyet'e geçememişti.
Mustafa Balbay, kısa sürede büro içinde uyum sağladı. Ama aramıza bir mesafe girmişti bir kez. Daha sonra pek çok olayda hep aynı safta ama mesafeli durduk. 8 yıl boyunca Balbay ile arkadaş bile olmadık. Ama aynı büronun çalışanıydık. Balbay ile 2000-2010 yılları arasında dört kez altı dakika süren telefon görüşmemiz olmuş. Santral beklemesi dâhil.
Ben 1993 yılının 1 Ağustos'undan geçerli olmak üzere Cumhuriyet'ten istifa ettim. Gerekçem Balbay'ın Ankara'ya temsilci olarak atanmasıydı.
Daha sonra Kanaltürk'ün yayın sürecinde Mustafa da bir kez olsun yayına katılmadı. Satış olunca da bana veryansın etti. En zorlu eleştirileri o dile getirdi.
Ergenekon'dan ilk alınıp bırakıldığında onunla dayanışma içindeydik. Yapılanların haksızlığını, hukuksuzluğunu dile getirdim. Serbest kalışını kutlamak için aradım. İbrahim Yıldız çıktı telefona "geçmiş olsun," dedim. Mustafa "yazı yetişmeyecek bak sonra," diyordu Yıldız'a. "Geçmiş olsun," dedim. "Sağol," dedi. Konuşma bitti.
Sonra kader bizi aldı getirdi. Ergenekon zulmünün zindanında yan yana değil baş başa koydu.
(…)
Bir gün oturduk gene konuşurken, Balbay; "ez cümle kardeş," dedi:
"Şükür kavuşturana!"
"Evet," dedim:
"Şükür buluşturana!"
Bundan sonra Allah ayırmasın bir daha. Mustafa Balbay gibi arkadaş zor bulunur hayatta.
(Sayfa 226-227)
Ha UFO'ya inanmışsın, ha ETÖ'ye!
Yok böyle bir şey! Dışarıda Amerika'daki 3 milyon insan nasıl Ufoya inanıyorsa ve uzaylılar tarafından kaçırıldığına inanıyorsa, dışarıda halkın 42'si de "evet kardeşim Ergenekon diye bir örgüt var," diyor. Bu kanıyı ben mi yarattım? Savcılık ve mahkeme birlikte yaratmadı mı bu kanıyı? ETÖ, ETÖ, ETÖ bu yayınları ben mi yaptım? 6 aylık bir dilim içinde Tuncay Özkan'la ilgili on bin sekiz yüz tane yayını yapan irade nedir, yaptıran irade nedir?
(Sayfa 234)
Tuncay Özkan'ın helikopterle cezaevinden kaçması nasıl önlendi?
Balbay ile beni; Cuma günü spora çıkarıyorlar. Hava güzel; "haydi dış sahaya," dediler. Çıktık, Mustafa eski maratoncu. Allah ona "koş Mustafa koş," demiş. Yağmur, kar, çamur, toz, güneş dinlemeden koşuyor.
Bir ara topa vurdu, top yükselirken havada vurulup düşen bir kuş gibi indi yere. Baktım, açık stadın üstü telle kaplı.
Metris'te aynı şey gelmişti başıma. Bizi çıkardıkları havalandırmanın, üstü telle kaplıydı.
- "Neden telle kaplı?"
- "Tuncay Özkan'ın helikopterle kaçırılacağı ihbarı var, onun için."
- "Ooo…" dedim; gerisini yuttum.
Silivri'de de gökyüzüne tel döşemişlerdi.
(Sayfa 241)
Özkan'ın mahkemede deliye dönüş öyküsü…
İki yıldır burada tutukluyum. Niçin tutuklu olduğumu öğrenmek istiyorum. Bu davayı böyle sürdüremezsiniz. İnsanları mezbahaya gelmiş danalar, koyunlar gibi algılayamazsınız. Arkamda ordum yok diye mi tutuyorsunuz beni burada? Niçin tutuyorsunuz beni burada? Hangi suçlamayla tutuyorsunuz beni burada? Bir yıldan beri size yanıt verecekler, tam bir yıl geçti. Yanıt verecekler, iddianamede delil gösterecekler. Hangi darbeyi yapmışım ben? Hangi Genelkurmay başkanı benden emir almış? Hangi general benden emir almış? Niçin beni burada yargılıyorsunuz? Bağırmayın demeyin bağırmak zorundayım artık. Benim suçum nedir? Nedir benim suçum? Tam iki yıldır burada her duruşmada soruyorum. Benim suçumu söyleyin. Yeter artık, yeter. Ya bana suçumu söyleyin delillerini gösterin ya da bu yargılamayı bitirin. Ben kurbanlık koyun değilim burada. Yeter artık.
(Sayfa 258)
Tuncay Özkan'ın Silivri'de yazdığı ilk şiiri…
Sarışın Özgürlüğüm
Benim sarışın özgürlüğüm
Demir parmaklıklardaki aşkım
Korkusuzluğumun haytası
Gece işkence yoldaşım, sorgu arkadaşım.
Yorgun düşüncelim benim
Soluğu yeşil-mavi harelim
Gözleri buğulum
Çapkın bakışlım, dik duruşlum
Yağmur var İstanbul'da aylardan sonra
Sen sakın ağlama
Kuşlar gibi özgürüm mahpusluğuma aldanma
Kokun yanımda sol tarafımda
Ben acıyorum ülkeme, çocuklara,
İşkenceci zalim, aldanmışlara
Sen acıyan, kanayan yarama
Aldırma, geçecek bir öpüşünle
Zamanı yenecek nefesin
Göreceksin
Sarışın özgürlüğüm benim
Acır bilirim ellerin, acır aklın,
Yüreğin
Durdur kanamasın sevdan
Bas terimin tuzunu
Yansın gözlerin
Bugün sen baktığında gökyüzüne
Başın dik, ben de gördüm
Gökyüzünü
Güneş saklanmıştı, kuşlar yoktu,
Ağlıyordu bulutlar
Şıp şıp damladı yüzüme
Olmaz olası ayrılıklar
Benim sarışın özgürlüğüm
Ayrılıklar da bizden
Ne kadar çok seversen
O kadar azalıyor
İşkencen…
(Sayfa 39)
Yemeğini üç gün boyunca bir lağım faresi ile paylaştı…
"Tanrım, bu ne?" dedim. Kocaman bir lağım faresi, bir yemek tepsisinin içinde, o inanılmaz şapırtıyla karnını doyuruyor.
Ranzada toplandım. Oturdum, sessizce. Demek kapıyı açmış yemek koymuşlardı. Onca gürültüye uyanmamıştım. Tepsiye baktım; makarna, patatesli ve etli bir yemek ve pilav ekmek vardı. Farenin boyu yirmi santimden büyüktü. Kuyruğu çıplak ve uzun. Ayaklarımı ve kulaklarımı kontrol ettim. Benden de bir parça almış mıydı? Ayakkabılarım ayağımda, çıkarmaya mecalim kalmadan sızmışım. Kulaklarım sağlam. Bana ilişmemiş. Nasıl da tiksinirim fareden. Oysa şimdi beş adım uzağımda bana konulan yemeği beni hiç umursamadan, şapırdata şapırdata yiyor. Ne yapmalıyım?
Ayakkabımı çıkarttım, elime aldım, o benim hareketlerimi önemsemiyor. İnsanlara alışkın olmalı. Seri kafa hareketleriyle yemeği tüketiyor. Bağırdım: "Hey! Artık yetmez mi?"
Hayret dönüp bakmadı bile.
Ayakkabıyı fırlattım, demir kapıda patladı. Gürültü büyük. Sesle beraber kendini tuvalet tarafına sakladı. Şapırtı kesildi. Kaçarken aceleci olmadı. Kendinden emin. Benimle kavgayı göze alıyor. Kalktım tuvalet tarafına baktım, yok. Demek ki delikten geldiği yere kanalizasyona dönmüş.
İki gün daha bana geceleri uğradı. Yemekleri onun için bir gazete kâğıdının üzerine koydum. Şapırtıyla yedi. Sonra kantinden gelen beş litrelik bir su şişesini tuvalete kapak yaptım. Yukarı çıkamadı. Zorunlu arkadaşlığımız bitti.
(Sayfa 26)
Cezaevi yönetimi Nazlıcan'ın elbisesindeki güvercinler neden tek tek söktü?
Ben kızımın 15. doğum gününü de, 18. doğum gününü de cezaevinde kutlamak zorunda kaldım. Benim 18 yaşına basan kızım, bir elbise dikmiş kendisine. Onunla geldi bana, "bunu ben diktim" diye. Elbisenin üzerinde lekeler var, böyle boynunda, nedir dedim o? Üstüne beyaz taşlar koymuş; beyaz güvercinler yerine cezaevine girerken, o beyaz güvercinleri tek tek sökmüşler. Reva gördüğünüz bu muamele, benim çocuğuma reva gördüğünüz bu muamele, beni sevenlere, bizi sevenlere, Mustafa Balbay'ın ailesine, bize, buradaki herkese gördüğünüz bu muamele umut ederim sizin çocuklarınız tarafından asla görülmez. Umut ederim bu acılar sizin yüreğinize uğramaz ve umut ederim siz hukuku uygulayarak, bu alçak dönemi sonlandırırsınız.
(Sayfa 316)
-- -~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~ Hoş geçinmek aklın yarısıdır. Hz.Ali oO-------------------------------------------------------------------Oo http://orajpoyraz.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder