Benim zaman içerisinde guruplarda yayınlamış olduğum epostalardan bir demet bulacaksınız
21 Mayıs 2013 Salı
15-Rifat Serdaroğlu: AĞLAYAN / GÜLEN
Rifat Serdaroğlu: AĞLAYAN / GÜLEN
21 Mayıs 2013
"Gökten ne yağar ki, yer kabul etmez" deyişindeki gök kelimesi Tanrıyı, yer kelimesi ise yaratılanı yani insanı anlatır. Allah ne verirse, insanoğlu onu kabul etmek zorundadır, anlamında kullanılır.
Sesini özlediği Eşbaşkanına kavuşmaya giderken havaalanında düzenlediği basın toplantısında bir gazetecinin "Fethullah Gülen'i ziyaret edecek misiniz" sorusuna Türkiyeli Eşbaşkan yukarıdaki yanıtı verdi!
Erdoğan bu sözüyle nasıl bir pot kırdığının, nasıl bir günah işlediğinin Gülen'i hâşâ Tanrı, kendisini de onun kul'u yerine koyduğunun farkında bile değildi!
Biraz sonra Leyla'sına kavuşacak Mecnun gibi tatlı bir telaş içindeydi.
Kalbi pır-pır atıyordu.
"Evlatlarım" dediği Suriyeli kaçkınlar, kamyon-kamyon bombaları patlatmışlar 51 insan ölmüş, yüzlerce insan sakat kalmış, onun umurunda mıydı?
Hem Eşbaşkanına kavuşacak, basın günlerce"Amerika Seferinden ve zaferinden"bahsedecek, hem de 19 Mayıs törenlerine katılıp Atatürk'ün huzuruna çıkmaktan kurtulacaktı.
Hazır oraya gitmişken, CIA'nin zorunlu konuğu Gülen'le de görüşülmesi şarttı. Gülen'e bağlı Emniyet istihbaratçıları ve bazı Adalet mensupları kendi başlarına buyruk hareket ediyorlar, onun adamlarına selam bile vermiyorlar, adeta başka bir devletin elemanları gibi davranıyorlardı.
Pensilvanya'ya kendisi gitse, bir sürü laf olacaktı. Üstelik ikisi de sinirlenince kendilerini tutamıyorlardı. Bir seferinde Gülen, kendisine kafa tutan yardımcısı Nurettin Veren'e "Şömine Demiri" ile saldırmıştı. Kendisinin sinirleri ise yay gibiydi. En ufak bir olayda küfür-hakaret gırla gidiyordu.
Bu yüzden, Cindoruk'un"Ağlayan Kaşar" dediği Bülent Abisini, Gülen'e göndermeye karar verdi.
İkisi, yani Gülen ve Ağlayan iyi anlaşırlardı. Gülen kızıp Ağlayan'ı fırçalasa bile, o cevap veremeyeceği için herhangi bir vukuat çıkmazdı.
Özel uçağındaki yatak odasında uyumaya çalışırken bir yandan da düşünüyordu;
Çok mesafe almıştı. Hedefine yani Anadolu Federe İslam Devletine az kalmıştı. Amerika'nın önderliğinde, BDPKK ile anlaştığı yeni Anayasa'yı Türkiyeli Milletine bir kabul ettirdi mi, gerisi kolaydı. Türkiyeliler, o ne derse kabul ediyorlardı nasılsa. Demokrasi benim için amaç değil, araçtır dediğinde bile kimse, "Hop arkadaş, sen ne diyorsun, kafayı mı yedin" dememişti!
Tek sıkıntısı Ankara'nın her yerinden görünen "Anıttepe" idi. Kafasını nereye çevirse Atatürk'ü görüyor ve sinir sistemi alt-üst oluyordu. Bütün tedbirleri almasına rağmen 19 Mayıs'ta yine yüz binlerce insan, çoluk-çocuk, yaşlı-genç Atatürk'e koşmuştu. Ne yapsa Atatürk sevgisini kıramıyordu.
Bu sevgi, Türk Milletini uyandırırsa ne yapacaktı?
"Aman be korkma yat uyu. O zamanda "değiştim, gömleğimi yine çıkardım, Atatürkçü oldum" derim diye düşündü ve uyumaya başladı…
KININI KESEN KILIÇ
Anayasa Mahkemesinin"Hukukçu" olmayan başkanı Haşim Kılıç, Kırkpınar pehlivanı gibi, başkanı olduğu mahkemenin altından girdi, üstünden çıktı. Önce bir boyunduruk, sonra paça-kasnak ile mahkemesinin sırtını yere yapıştırdı!
Kendisinin de içinde bulunduğu Anayasa Mahkemesinin geçmişte aldığı kararları eleştirirken öyle çirkin imalarda bulundu ki, Türk Milleti neredeyse Haşim Bey'in akıl sağlığından şüphe eder hale geldi.
Niçin böyle yapar, Yüksek Mahkemenin Başkanı nasıl böyle bir polemiğin içine balıklama dalar, kendi makamının onurunu düşünmüyorsa, mahkemenin saygınlığını da mı düşünmez derken, olayı çözdüm.
Haşim Kılıç seneye yaş haddinden zorunlu olarak emekli olacak. Koltuk, altından gidecek. Ona acilen bir koltuk gerek. Hukukçu olmadan Anayasa Mahkemesi Başkanı olan kişi, niçin Cumhurbaşkanı-TBMM Başkanı-Başbakan olmasın diye düşündüm.
Türkiye, Haşim Beyden iyisini mi bulacak?
Özal'dan el almış, hem Abdullah Gül'ün hem de Tayyip Erdoğan'ın kankası, gençliğinde şeriatçı derginin Ankara Temsilciliği yapmış bir yiğidi analar bir daha ne zaman doğurur ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder