31 Temmuz 2016 Pazar

Metin AYDOĞAN: KENDİ ORDUSUNDAN KORKMAK

 


Metin AYDOĞAN: KENDİ ORDUSUNDAN KORKMAK

  1. Kararnameler
  2. Kendi Ordusundan Korkma
  3. Siyaset ve Ordu
  4. Balkan Savaşı
  5. Utanç Verici Yenilgi
  6. Yenilginin Nedenleri
  7. Yenilginin Götürdükleri
  8. Mustafa Kemal'in Ordusu
  9. Tehlikeli Süreç
  10. DİPNOTLAR

Orduya siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda darbeler alan bu büyük kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık ruhunu yitirmiş, disiplinsiz bir insan kalabalığı haline getirecektir. Yönetime gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını taşıyarak, orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır. Enver Paşa'nın ordunun komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü'nün NATO'ya teslim etmesinden (NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya en büyük zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.

Kararnameler

15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan tutuklandı ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor. Kararnamelerde dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.

Devlet Personel Yasası'nın değiştirilmesi, Jandarma'nın tümüyle İçişleri Bakanlığı'na bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanması ve zaman içinde kapatılması, Genel Kurmay'ın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması, imam hatip mezunlarının Harp Okulları'na girmesi, askeri yargının kaldırılması... gibi yaklaşımlar, çıkarılan ve çıkarılacağı söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.

Tartışılmadan ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına gelecektir. Söylenenler gerçekleşirse, Atatürk'ün kurduğu ordu bir başka orduya dönüşecektir. Bakanlıkların ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Kendi Ordusundan Korkma

Yöneticilerin kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir konudur. Osmanlı padişahları, özellikle 19.yüzyıl'da; ülkeyi savunacak orduyu tahtları için tehlike olarak görmüştür. Ya ortadan kaldırıp kendine bağlı yeni ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu zayıf bırakmışlardır.

2.Mahmut, Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan Eşkinci Ocağı'nı kurdu. Ancak, bu girişim, darbeyi önlemedi. Oğlu Abdülaziz, bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.

Yerine geçen yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla ilgili karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı. Ordunun güçlenmesini istemedi. Donanmayı Haliç'te çürümeye terk etti. Atamalarda yeterliliğe değil saraya bağlılığa önem verdi. Komutanların her hareketini izleyen hafiye birimleri oluşturdu, orduya büyük tatbikat yaptırmadı.

Ancak, o da darbeyi önleyemedi. İttihat ve Terakki Partisi'ne bağlı subaylar tarafından tahttan indirildi. Darbeleri ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme istemine yanıt veremeyen yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca zabıta önlemine karşın darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Darbe korkusuyla orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.

Siyaset ve Ordu

Darbe korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu'nu, içinde birbirine düşman kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi. Emir komuta ilişkisi bozuldu. Ortak duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar, birbirine kuşkuyla bakan güvenilmez karşıtlar haline geldi. İttihat ve Terakki Partisi'nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu. Bu örgütler birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı. Ordu, iki düşman ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.

Orduya siyaset bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem de belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan yenilgisine yol açtı. Osmanlı Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük birer eyalet olan ülkelere yenildi.

Balkan yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders alınması gereken çarpıcı bir örnektir. İncelenmesi ve bugüne yönelik sonuçlar çıkarılması gerekir.

Balkan Savaşı

Balkan devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir tutumla, 8 Ekim 1912'de, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaş açtığını duyurdu. Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar'daki Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı Devleti'ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.

Karadağ'dan on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa katıldı. Trablusgarp'da, topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.

Utanç Verici Yenilgi

Balkan devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı'nda (1912), Osmanlı Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı şaşırtmıştı. Yüzyıllar boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu'nu bir anda ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.

Asker sayısı az olmayan Osmanlı Ordusu, "sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş"; Rumeli'deki Türk birlikleri, "aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde"1 dağılıp gitmişti.

Türk askerlerinin savaşkanlığı bu değildi. Nitekim, genç kuşak subayların orduda etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti. Balkan Savaşı'nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere Galiçya'dan Yemen'e dek, on ayrı cephede büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.

Balkan Savaşları'na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975), Türkiye için "bir felaket" olarak nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk ordusuna değil "kokuşmuş Osmanlı anlayışına" ait olduğunu söyler ve şu yorumu yapar: "Balkan Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı. Oysa savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı sürdüren yöneticilerdi. Nitekim, yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı'nda, Türkler'in savaş gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti".2

Yenilginin Nedenleri

Balkan Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı. Dış karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri, özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti. Osmanlı toplumu, birbirlerinin varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu, belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.

Ayrılıklar yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan çelişkilerinden oluşmuyordu. Müslüman'la Müslüman, Türk'le Türk arasında da derinleşip yayılmıştı. Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu olacak ayrılıklara varmıştı. Mezarlık yanından geçenler, "okudukları fatiha'nın" politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, "ben duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum" diyebiliyordu.3

Devlet ve ordu yapısı içten çürümüştü. Gereksinimleri karşılanmayan ordu, uzun yıllar yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına alınmıştı. Tahtını korumayı tek siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak bir yana, güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.

Paşalık dahil her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu. Orduda, alaylı denilen okuma yazma bilmez 'subaylar', hatta paşalar vardı. Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden uzak tutuluyordu.

Özellikle 20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı. Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık belirleyici oluyordu. Atamalarında padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi altındaydılar. Örneğin "Sadrazam Reşit Paşa İngilizler'in, Ali Paşa Fransızlar'ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar'ın adamıydı".4 Enver Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği yönünde siyaset yapıyorlardı.

Balkan savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes'ın saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı örneklerdir: "Lüleburgaz savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu. Türk Ordusu'nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde kapanmış kalmıştı. Daily Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı olarak buldu. Başkomutan açlıktan ölüyordu. Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri, bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı. İşte, 175 bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu".5

Yenilginin Götürdükleri

Balkan Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri'ni perişan eden büyük yitiklerle sonuçlandı. Girit, Yunanistan'a bağlandı (1908). Osmanlı Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli'den tümüyle çekildi.6

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek'i kendisine bağladı (1908).7 Ege'de Onikiada elden çıktı.8 Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).

Makedonya ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan'a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç'e dek çekildi.9 Bulgar Ordusu İstanbul'un dibine, Çatalca'ya dek ilerledi.10

Mustafa Kemal'in Ordusu

Mustafa Kemal, Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan çıkardığı sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu. Ordu kurmak, eğitmek ve savaştırmak; O'nun en iyi bildiği işti. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak askeri tarihe geçen uygulamalar yapmıştı.

Cumhuriyet'in koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu. Ona kendisi karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı. Yarattığı ordunun; yapılanmasını, işleyişini ve karar süreçlerini belirledi. Belirleyip uygulamaya döktüğü kurallar bütünü, Türkiye'ye özgüydü ve mükemmeldi.

Mustafa Kemal'in kurduğu orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü'den geldi. Türk Ordusu'nu NATO'nun emrine verdi. O günden sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu Atatürk'ün ordusu olmaktan çıktı, NATO'ya bağlı bir ordu oldu.

Tehlikeli Süreç

Şimdi, orduyu çok tehlikeli bir süreç bekliyor. Darbe kalkışmasının yarattığı korku, karar vericileri; Atatürk'ün başarısı kanıtlanmış uygulamalara değil, tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı padişahlarının tutumuna yöneltiyor. Orduya din ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor. Jandarmayı İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor. Basına yapılan açıklamalarda, Genel Kurmay'ın Cumhurbaşkanlığı'na, Kuvvet Komutanlıkları'nın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanacağı, askeri okulların kapatılacağı, Harp Okulları'na imam hatip mezunlarının alınacağı söyleniyor. Bunlar, orduyu, bağlı olarak ülkeyi; Osmanlı'nın yıkılış dönemine götürecek uygulamalardır. Eğer gerçekleşirse, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı'nın gittiği yola girecek ve parçalanma tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.

DİPNOTLAR

1 "Tek Adam" Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170

2 "20.Yüzyıl Tarihi" Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313

3 "Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük" Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21

4 "Osmanlı Tarihi" Prof.Enver Ziya Karal; ak, Vural Savaş, "Militan Atatürkçülük" Bilgi Yay., 2001, sf.90

5 "Tek Adam" Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171

6 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992

7 "Jön Türkler ve Araplar" Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61

8 "Jön Türkler Modernizmi ve Alman Ruhu", Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57

9 "Tek Adam" Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168

10 a.g.e. sf.168

http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/07/kendi-ordusundan-korkmak.html?m=1#more


a45UyF587661-160731142923 Oraj Poyraz At Openmail oraj.poyraz@openmail.cc
2016/07/31  21:20 2  65  adaletvekalkinma@yahoogroups.com


 


Buyuk Turk ordusu! Dunyanin hicbir ordusunda yuregi seninkinden daha temiz ve daha saglam bir askere rastgelinmemistir.
1921.

K.Ataturk

Peygamberimiz caminin bahcesine girerek soyle dedi: Surasi muhakkak ki cami ne cenabete, ne aybasiliya helal degildir.

Muslim, Hayz 11; Ebu Davud, Taharet 104; Tirmizi, Taharet 101; Suneni Nesei, Hayz 18
****
Peygamber in hanimi anlatiyor: Peygamberimiz, bizden biri aybasili oldugu halde, onun kucagina basini koyar ve Kuran okurdu.
Bizden birimiz aybasili iken camiye gidip Peygamber e birseyler gotururduk.

Suneni Nesei, Hayz

DOGA YASALARI UZERINE DUSUNCELER -7-

Hepimiz kendimize ozgu bir simdi algisi icinde yasariz ve etrafimizdaki seylerin de bizimle ayni simdi icinde yasadigini zannedebiliriz. Newton fizigi de asagi yukari evrenin bu sekilde kabul edilmesiydi. Evrendeki butun olaylarin, surekli olarak gecmisten gelecege akan ve her sey tarafindan ortaklasa algilanan bir mutlak zaman icinde gerceklestigi dusunulmekteydi. Ozel ve genel gorelilik kuramlarinin gelistirilmesi ile bu yanilgimizdan vazgecmek zorunda kaldik.

Hicbir sekilde, cevremizdeki diger seylerle birlikte ayni simdi icinde yasamayiz. Gunes isiginda baktigimizda dahi, onun simdiki halini degil, yakla$ik olarak 8 dakika onceki halini seyrederiz. Yildizlara baktigimizda ise, aslinda gecmise bakmaktayiz demektir. Bazi yildizlarin ve galaksilerin isigi bize milyonlarca i$ik yili oteden ulasirlar ve biz onlari kendi simdimiz icinde algilariz.

Dr Hawking in, ozel ve genel gorelilik kuramini anlattigi bolum cok uzun. O yuzden kisa alintilarla devam edecegim. I$ik hakkinda yapilan calismalar fizik kuramlarinda devrimci degi$iklikler yapilmasini gerektirecek kadar onemli. Ta Aristotales zamanindan beri isigin eter adi verilen bir madde icinde hareket ettigine inaniliyordu.

1887 yilinda Michelson-Morley deneyi olarak bilinen bir deney yapildi. Gayet hassas cihazlarla isigin iki farkli acidaki hizi olculdu.Iki hiz da birbirinin ayniydi ve bu yuzden artik eter dusuncesinden vazgecilmesi gerekiyordu. Fakat bunu yapmak yerine bilimciler duruma farkli aciklamalar getirdiler.

Albert Einstein

1905 yilinda, henuz 26 yasinda olan Albert Einstein (1879-1955) Hareketli Cisimlerin Elektrodinamigi Uzerine isimli bir makale yayinladi. Varsayimina gore, i$ik hizi farkli konumlarda hareket eden tum gozlemciler icin ayni olmaliydi. Dahasi, zamanin da ayri bir boyut olarak kabul edilmesi gerektigi ortaya cikmaktaydi. Ayni olayi gozlemleyen iki gozlemci icin ortak bir simdi olamazdi. Bulunduklari yere gore, isigin kendilerine ulasma suresine bagli olarak zaman konusunda anlasamiyacaklardi. Bu durumun gundelik hayatimizda pek farkina varilmaz; zira mesafele ve hizlar cok dusuktur. Rahatlikla, cevremizdeki diger seyler ile ortak bir simdi algisi icinde yasayabiliriz. Fakat, mesafeler buyudugunde ve hizimiz arttiginda zamanin bizim icin akisinda da degi$iklikler yasanmaya baslanir. Kitaptan alintilara devam ediyorum.

I$ik hizi evrenin farkli yerlerindeki olaylari anlamamizda referans olarak kullanilir.

Bu durumu tuhaf kilan iki gozlemcinin farkli zaman olcumleri yapmalarina karsin ayni fiziksel sureci izliyor olmalaridir. Einstein bu zaman kaymasi icin yapay bir aciklama olusturma cabasina gitmedi. Urkutucu olsa bile mantikli bir sonuca vardi: Gecen zamanin olcumu, tipki alinan mesafenin olcumu gibi, olcum yapan gozlemciye baglidir. Bu etki, Einstein in 1905 teki makalesinde acikladigi kuramin temel taslarindan biriydi ve sonra ozel gorelilik kurami adini aldi. (...) Einstein in calismasi zamanin Newton un dusundugu gibi mutlak olamiyacagini gosterdi. Diger bir deyisle, her bir olaya butun gozlemcilerin kabul ettigi bir zaman atfetmek olanaksizdir. Tersine, her gozlemcinin kendi zaman olcumu vardir ve birbirine goreli olarak hareket eden iki gozlemcinin zaman olcumleri farkli olacaktir.

Bu calismalar sayesinde fizikciler anladilar ki, i$ik hizi her referans cercevesinde aynidir ve Maxwell in elektrik ve manyetizma kuramina gore zaman uc boyutlu uzaydan ayri olarak ele alinamaz. Zaman ve uzay birbirine gecmistir. Fizikciler uzay ve zamanin bu evliligine uzay-zaman adini verdi ve buna dorduncu boyut dediler.

Zamani da icine alan 4 boyutlu evren modelinde, bir cismin kutlesine bagli olarak uzay-zamanda bukulme meydana gelir ve i$ik da bundan etkilenir.

Einstein cok gecmeden, gorelilik ile cekimi uyumlu hale getirmek icin baska bir degi$ikligin daha gerekli oldugunu farketti. Newton un kutle cekim kuramina gore nesneler herhangi bir zamanda, aralarindaki uzakliga bagli olarak degisen kuvvetlerle birbirlerini cekerler. Ancak gorelilik kurami mutlak zaman kavramini ortadan kaldirdigi icin, kutleler arasi uzakligin ne zaman olculmesi gerektigini tanimlamanin hicbir yolu yoktu. Yani Newton un kutle cekim kurami ozel gorelilik kurami ile uyumlu degildi ve degistirilmesi gerekiyordu. Sonraki 11 yil boyunca Einstein yeni bir kutle cekim kurami gelistirdi ve buna da genel gorelilik adini verdi. Genel gorelilik kuramindaki kutle cekim kavrami Newton unkine hic benzemez. Tersine, uzay zamanin daha once dusunuldugu gibi duz olmadigini, kutle ve enerjisi tarafindan bukulup bozuldugunu one suren devrimci bir taslagi temel alir.

Ozel ve genel gorelilik kuramlarinin cikarimlari, kuresel konumlamalar ait hesaplamalarin hassaslikla yapilmasini gerektiren konularda onem tasir. Ornegin GPS (Global Positioning System) kuresel yer belirleme sistemi teknolojisinde genel gorelilik kurami hesaba katilmasaydi, konumlara ait hesaplamalarda kilometrelerce sapmalar olabilirdi !

Boylece hesaplamalara zaman faktoru de katilmis oluyor. Gercekligin simdi uzerinden algilanmasi bile yeterince zorken, bir de zamanin ayri bir boyut olarak algilanmasi ve bildigimiz uc boyutlu dunyanin uzerine dorduncu boyutun eklenmesi soz konusuydu. Kisa maddeler halinde, neler anlatiyordu ozel ve genel gorelilik kuramlari?

I$ik hizi, tum evrende sabit bir referans hizdir.

Mesafe ve hizdan bagimsiz mutlak bir zaman yoktur.

Cisimler hizlandikca ve i$ik hizina yaklastikca zaman onlar icin daha yavas akmaya baslar. (Kardesler paradoksu. Hayali bir kisi, i$ik hizina yakin bir hizda uzayda seyahat ederse, geri dondugunde ikiz kardesinin cok yaslandigi, belki de oldugu bir durumu bulacaktir.)

Duragan kutleye sahip cisimler asla i$ik hizina erisemezler. Cisim hizlandikca kutlesi artacagi icin daha fazla ivme kazanamaz. (CERN deki parcacik hizlandirma denemelerinde bu duruma rastlanmistir.)

Cisimler hizlandikca, hareket dogrultusunda boylari kisalmaya baslar.

Uzay-zaman mekani kutle cekim etkisi ile bukulebilir. Tipki bir carsafin uzerine birakilan bir cismin carsaf yuzeyini bukmesi gibi.

FOCS 1 isimli, Isvicre de bulunan atom saati. 2004 yilinda calismaya baslayan saat, 30 milyon yilda 1 saniyelik sapma gosterebilir.

Eistein in cikarimlari farkli zamanlarda defalarca test edildi. Cok hassas atom saatleri tasiyan ucaklar farkli yonlere dogru ucurulmus ve saatlerde akan zamanin yavasladigi tesbit edilmistir. I$ik hizina cok yaklasan notrino ve muon isimli parcaciklarin omurlerinin, Dunya da uretilen duragan parcaciklardan daha uzun oldugu gozlemlenmistir. (Kazandiklari hiz sebebi ile...)

Ozel ve genel gorelilik kuraminin cikarimlarinin gundelik hayatimizda pek yeri yoktur. I$ik hizi ile karsilastirildiginda, hareketlerimiz o kadar agirdir ki pratikte bir zaman farkliligi algilayamayiz. Her ne kadar yeni ve carpici fikirler getirmis olsa da Einstein in cikarimlari yine de kla$ik bir kuramdi. Neden ? Dr Hawking den alintiliyorum.

Maxwell in elektro-manyetizma kurami, Einstein in genel gorelilik kurami fizikte devrim yapmis olsalar da, Newton fizigi gibi kla$ik kuramlardir. Yani bu modellerde evrenin bir tek gecmisi vardir. Fakat, kla$ik evren modelleri atom ve atom alti duzeyinde karsilasilan gozlemlerle bagdasmaz. Atom ve atom alti parcaciklarin dunyasini anlayabilmek icin, bu kuramlarin yerine, her biri kendi yogunluguna veya kendi olasilik genligine sahip, olasi her gecmisi iceren bir evren modeli sunan kuantum kuramini kullanmaliyiz. Gunluk hayatla ilgili pratik hesaplamalar icin kla$ik kuramlari kullanmaya devam edebiliriz. Ancak atomlarin veya molekullerin davranislarini anlamak istiyorsak Maxwell in elektro-manyetizma kuraminin kuantum uyarlamasina ihtiyacimiz var. Eger evrenin ilk zamanlarini, yani butun madde ve enerjinin kucucuk bir hacme $ikismis oldugu zamanlari anlamak istiyorsak kuantum kuramlarina basvurmaliyiz. Bazi yasalar kla$ik olarak kalirken, digerleri kuantum yorumu ile ele alinirsa tutarli bir doga anlayisina sahip olamayiz. Bu nedenle, butun doga yasalarinin kuantum uyarlamalarini bulmaliyiz. Bu turden kuramlara kuantum alan kuramlari denir.

Fizikte kuvvet alanlari onemli bir konudur. Cesitli kuvvetler kendilerini kuvvet alani denilen ortam icinde aciga cikarirlar. Bilinen en iyi kuvvet alani manyetik kuvvettir. Bir miknatisin cekim alanindaki camin ustune demir tozu dokersek, kuvvet alanlarini rahatlikla gorebiliriz.

Newton ve Einstein fiziginin bazi cikarimlari makro kozmosa yoneliktir. Yani, Dunya miz veya Gunes imiz gibi gezegen ve yildizlarla, galaksilerle dolu bir evrene yonelik yorumlardir ve sagduyumuza uygundur. Evrenin sadece bir tane tarihi vardir. Hizin ve mesafenin etkisi ile, olaylari farkli zamanlarda algilayabiliriz ama yine de evrenin sadece bir tane gecmisi ve gelecegi olacaktir. Fizikciler buna zamanin oku derler ve bizim gundelik hayatlarimizda da son derece onemli bir kavramdir.

gecmis ------> simdi ------> gelecek

Zamanin oku ile temsil edilen bu akis diyagraminda, hepimiz bir simdi algisi icinde yasariz. Olaylarin akisi tek yonludur ve asla geriye cevrilemezler; yani tersinemezler . Vazoyu dusurup kirarsak, zamanin geriye akmasini ve kirik vazo parcalarinin birlesmesini bekleyemeyiz. Devinim icinde hepimizin biyolojik saati ilerler ve yaslaniriz. Kendimize ne kadar bakarsak bakalim, asla gencligimizdeki sagliga, dinclige geri donemeyiz; sonunda bir gun biyolojik yapimiz tamamen coker ve olum denilen duruma geceriz. Bundan sonra ise bedenimizin curume ve dagilma sureci baslar. Otesinde bir hayat olup olmadigi bilimsel olarak gozlenip olculemedigi icin, bu konu, bilimden cok dinin veya mistik felsefelerin ilgi alanina girer. Simdilik, bilindigi kadari ile olum, herhangi bir canli organizmanin hayati faaliyetlerinin, bir daha geri donmemek uzere kesin olarak sona ermesidir. Elbette, yuzlerce dini, felsefi veya mistik yorum yapilabilir.

Kla$ik fizik yorumlarina dayanarak tabloya biraz daha uzaktan bakarsak gorunen sudur, icinde bizlerin de oldugu sayisiz canli veya cansiz parcacik, surekli bir akis icindedirler ve bu akis tek yonludur .

Daha dogrusu, oyle zannediliyordu.

Artik kuantum kuramina sozu vermenin zamani geldi.

-devam edecek-

Levent ERTURK
LEVENTERTURK1961
https://leventerturk1961.wordpress.com/


Grup eposta komutlari ve adresleri :
Gruba mesaj gondermek icin : ozgur_gundem@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin : ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin : ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz : http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyraz.blogspot.com/







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder