Abi belli ki bir uzman, belki bir emekli subay, belki de akademisyen. Bir tez çalışması gibi incelemiş. Tarihçesini falan anlatmış. Fakat çok önemli bir noktayı atlamış.
Ülkemizde konusunun uzmanı, her konuda insan vardır. Ekonomiden, sanayiiye , askerlikten, teknolojiye, eğitimden, istihbarata kadar her konuda fazla fazla insan vardır. Bunda bir sıkıntı yok.
Sıkıntı bu insanlara soru soran tek kişi dahi yoktur. Çünkü bu insanlardan faydalanması gereken devlet aygıtının bunları kullanmak yönünde bir iradesi yoktur.
Her şeyden önce bir mücadele iradesi olacak. Konunu bu yanı çok önemli. Devlet aygıtında görevli memurlarda bir irade olacak. Bu memurları bir mücadele hedefine yönetleten siyasi irade olacak, bu siyasi iradeyi üreten bir kamuoyu olacak.
Şimdi bizim ülkemize gelelim. Bizim halkımız arasında etnik ve sünni şeriatçı fay hatları vardır. Bu bir gerçek.
Bu fay hattının Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yansıdığını da biliyoruz. Bu hem açıkça bölücü olan partiler, hem de merkezde gözüken partiler üzerinden olmuştur. TBMM'de ortaya çıkan aritmetikler bölücü fay hattını merkezi devlet teşkilatına da taşımıştır. Bakanlıklar, bakanlık teşkilatları bölücü unsurların kadrolaşmasına açıktır ve buralarda da bölücü kadrolaşma olmuştur. İşte bu fay hattı halktan, meclise, meclisten siyasi iradeye ve oradan da ülke yüzeyine yayılmış devlet teşkilatına uzanmıştır.
Benzeri durum irticai guruplar, cemaatler için de geçerlidir. Halkta taban bulan cemaatler ve şeriatçı örgütler yerel ve merkezi yönetimde yer bulmuştur, siyasi iktidar içinde sonuç almaya yetecek miktarda kadrolaşma imkanı bulmuştur, hükumeti oluşturan bakanlar arasından pay kapmıştır, devlet aygıtının ülke sathına yayılan bütün teşkilatlarında kendi gücüyle orantılı güç ve imkan bulmuştur.
Bölücü olsun, şeriatçı olsun halkta az çok taban bulmuş bütün fikirler siyasi iradenin içinde de yer tuttuğundan, siyasi sistemi demokrasi dışında kalan usullerle yönlendirme imkanı olmadığı sürece devletin her iki taraftaki fikirler ve oluşumlarla mücadele imkanı yoktur.
Ayrıca, ülkemiz ekonomisi, siyaseti küresel oligarklar tarafından ele geçirilmiştir. Özgür demokratik düzen olarak karşımızda duran şey içi boş bir tiyatro temsili halindedir. Her seviyedeki bütün adaylar halkın etki edemediği süreçler sonunda belirlenmektedir. Siyasi bütün aktörler New York bağlantılı ve eşgüdümünde olmak zorundadır. Halkın çağdaş ve birlikten yana olan çoğunluğunun sistemi kendi görüşlerine göre etkileme imkanı kalmamıştır.
Çok lafın özü, ülkemizde bölücü ve şeriatçı fikir ve örgütlerle mücadele iradesi yoktur. Bu aykırılıklar zaman içinde gelişirken de hiçbir zaman yeteri kadar olmamıştır. Bu irade eksikliği halktan, siyasete, hükumete ve devlet aygıtına uzanan her seviyede geçerlidir.
Bazı dedikoduları duymuş olabilirsiniz. Bir PKK grubunun tam da imha edilmek üzereyken Ankara'dan gelen bir emirle çemberden kaçma fırsatı bulduğunu duymuş olabilirsiniz. Ya da güvenlik güçlerinin canla başla mücadele etmesini beklediğiniz zamanlarda anlaşılmaz bir ataleti içinde gelişmeleri sadece izlemesini şaşırarak izlersiniz. Bazen de çok meşhur bazı siyasi kişilerin bölücü ya da şeriatçı guruplarla güç birliği, ticari ortaklıklar içinde olmasını anlayamazsınız. Bunlar nadir olgular değildir.
Doğrusu bölücü kalkışmanın tırmanışa geçmesini, toplumun giderek cemaatler tarafından kuşatılmasını izlediğim bunca yıldan sonra, ben doğrusu seçmenlerin, basit ve normal insanların saflığını, iyin niyetini, idrak ve muhakeme yetersizliklerini izlemekten sıkıldım.
Nerede bu devlet, nerede bu millet, neden bu işler oluyor, neden devlet müsamaha ediyor, neden izliyor, neden hiç bir şey yapmıyor, neden yapıyormuş gibi yapıyor diye çığrışanlar için yazıyorum. Evet, bilin, anlayın ve kabul edin artık. Sivil toplumda neler varsa, bunların devlet içinde, merkez ve yerel yönetimlerde bazen haddini de aşan miktarda gücü ve payı vardır. Devletin neden yeteri kadar etkin mücadele etmediği sorusunun cevabı budur.
Ülkemiz gerçekte küresel oligarşinin kontrolü altında olduğu halde, normal gözüken günümüz demokratik düzen içinde kaldığı sürece bölücü ve şeriatçı örgütlerle mücadele için gereken irade asla olmayacaktır. Devlet kendi içindeki bölücü ve şeriatçı uzantıları sözde demokratik nizam içinde ayıklama imkan ve kabiliyetinde değildir. Devlet, demokratik seçimlerin sonuçlarına boyun eğdiği sürece yerel yönetimlerde bölücü ve şeriatçı ayıklama yapamayacaktır.
Kısacası, hem şeriatçı, bölücü olduğunu bildiğiniz kişi, kadro ve partilere oy verip, hem de devletin neden bunlarla yeteri kadar mücadele etmediğini söylemek sıkıcı, aptalca bir çelişkidir.
Peki gidişat nereye varır. Toplum içindeki fay hatları sıcak ve sert kırılmalarla kırılmaya devam eder. Giderek ağırlaşır. Sonunda herkesin herkese karıştığı bir kan banyosu, bir iç savaş ortamı yaşanır. Geçmişte yaşadığımız Ermeni-Türk kapışması yaşanması muhtemel olan için iyi bir modeldir. Böylesi sonuçları itibariyle hiçbir olumlu etki yaratmaz. Bölücülerin arzuları ya tamamen ya kısmen başarısız olur, şeriatçılarınki de öyle. Akan kan o derece çok ve uzun süreli olur ki, ülke siyasi göç verir, beyin göçü verir. Sel gider kum kalır. Geride sadece şiddetle beslenen bir kalabalık kalır. Günümüz Afganistan, Suriye, Irak, Pakistan'ı nasılsa aynen öyle.
Olası bir çözüm yolu var mıdır? Doğrusu günümüz siyasi sisteminin bir çözüm üretmesi imkansız mertebesindedir. Her şeyin dibe vurduğu o son anlarda siyaset üstü bir birleştirici yiğit ortaya çıkar ve tıpkı eski Yunan'daki tiranlar gibi olağanüstü dönemi, olağanüstü yöntemlerle idare ederek ülkeyi yeni bir düzene taşırsa belki bir çözüm çıkabilir.
Bize demokratik diye sunulan tiyatro temsilinden bir çözüm beklemediğimi vurgulamam lazım. Evet, ülkemizin ve bu topraklarda yaşayan bütün insanları geleceği karanlıktır. Bu topraklarda gelecek on yıllar bırakın demokrasiyi, cumhuriyetin korunmasını dahi imkansız kılacak, hatta ulusun en temel insan haklarının dahi ayaklar altına alındığı bir dönem olacak gibi görünmektedir.
Saygılar.
Oraj POYRAZ
L2fSIJNoA0xfSNxA
OSMAN ARARAT : Terörle Mücadelede İstihbaratın Yeri ve Önemi
Türkiye'de 30 yıldır devam eden terör sorunu hakkında bugüne kadar yüzlerce, belki de binlerce kitap, makale ve doküman yazılmıştır. Bu sorun hakkında bu kadar çok belgeye yer verilmesinin nedeni, hiç kuşkusuz terör ve şiddetin Türkiye'nin sinesine saplanmış bir hançer misali 30 yıldır devam ediyor olmasının yanı sıra, bu hançerin sapında bir çok devletin elinin bulunmasıdır.
Türkiye'deki PKK terörünün baş göstermesinin üzerinden bugün 30 yıl geçmiştir. Bu nedenle bu olayın tarihi olaylar kapsamına girdiğini değerlendirmekteyim. Tarihe mal olmuş her olay gibi, ülke gündeminin hâlihazırda birinci sırasını işgal etmekte olduğunu düşündüğüm bu ağır terör sorununun da hiç kuşkusuz gelecekte kapsamlı tarihi yazılacaktır.
30 yıldan beri devam eden, binlerce cana ve milyarlarca liraya mal olan terör sorunu bugün, geçen bunca yıl sonrasında bambaşka bir çehreye bürünmesine rağmen, Türkiye'nin canını acıtmaya, enerjisini tüketmeye ve hâlâ Türkiye'nin gündeminin ön sırasını işgal etmeye devam etmektedir.
Türkiye'deki terör sorununun günümüzde bambaşka bir çehreye bürünmesi, ister istemez 'Terörle Mücadelede İstihbaratın Yeri ve Önemi' başlıklı bu makalede ele alınan konu, düşünce ve önerilerin ortaya konulmasında, dün ne idi? bugün ne oldu? Sorularına cevap aranması ile birlikte, bugünkü siyasi iktidar tarafından sözde milli bir proje olarak sunulan, içeriğinin güvenlik güçleri tarafından dahi bilinmediği 'açılım ya da çözüm projesi'nin başlatıldığı tarihe kadar olan dönem esas alınmıştır. Zira bugün gelinen noktada Güney Doğu Anadolu Bölgesinde ne güvenlik, ne asayiş, ne kamu düzeni, ne harekât ve ne de istihbarat diye bir şey kalmamıştır. Bölge tamamen Bölücü Terör Örgütü (BTÖ)'nün insiyatifine terk edilmiş durumdadır.
II. Dünya Savaşından sonra İngiltere'nin hegemonyasının sona ermesinin ardından, onun halefi durumundaki ABD, uluslararası ölçekte 'hegemon güç' olarak dünya sahnesindeki yerini aldı. 'Hegemon' kavramı latincede 'lider' anlamına gelmektedir. 'Hegemonya' kavramı ise, siyaset bilimi literatüründe, 'bir şehir devletinin diğer şehir devletleri üzerindeki üstünlüğü' anlamında kullanıldı. Hegemonya kavramı geleneksel olarak otorite, liderlik ve tahakküm kavramlarının bir kombinasyonu olarak siyaset bilimi literatürüne girdi. Uluslararası ilişkilerde 'uluslararası hakimiyet' şeklinde algılanmaya başlandı ve bu üstünlüğe ve ayrıcalığa sahip olan devletler ise hegemonik güç olarak adlandırıldı.[1]
Hegemonik güçler, yeniden bir savaşa girmek zorunda kalmadan kendi çıkarları için dünyanın dört bir tarafında devşirme adamlar buldu. Tüm dikkat ve ideolojilerini, dünyanın en büyük enerji kaynağı olan petrolü elinde bulunduran Orta Doğu üzerine yoğunlaştırdı. Arzın merkezi konumundaki Orta Doğu referans noktası kabul edildi. Bunun için büyük yatırımlar yapıldı. Büyük paralar harcandı. Yatırım yapılan ülkelerden biri de Orta Doğu'ya yakınlığı ile bilinen Türkiye idi. Hegemonik gücün stratejistleri artık eskisi gibi savaşlarda fiziki cepheler açılmasını istemiyorlardı. İcat ettikleri yeni savaşın adı 'vekâlet savaşları' idi. Soğuk savaş döneminden itibaren sıcak çatışmaya girmek istemediler. Özellikle sıcak çatışma bölgelerinde bulunan, vekil olarak tayin ettikleri devletleri ve PKK gibi, PYD gibi, PJAK gibi, El-Kaide gibi, IŞİD gibi terörist grupları kullanarak, II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda dünyanın çeşitli bölgelerinde yoğun olarak uyguladıkları örtülü operasyonlarını, vekâlet savaşları ile sürdürmeye başladılar. Bir bakıma örtülü operasyonlar yerini açıktan yürütülen vekâlet savaşlarına bıraktı.
Diğer taraftan hegemonik gücün küresel lideri, bu yolda çok sağlam bir evlilik kurduğu İngiltere ile birlikte, hatta İngiltere gözetiminde dünya çapında 'Tek Devlet' ideolojisi çerçevesinde iktidar peşinde koşarken, oluşturduğu işbirlikçi ağıyla dünyayı kuşatmak için 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren elinden ne geliyorsa yaptı. Sözde demokrasi ve demokratikleşme maskesi altında petrol ve silaha dayalı 'ekonomik hegemonya' modelini öne çıkardı. En zor mağlup edilen insan organının beyin olduğunu bildiklerinden sadece psikolojik savaşın etkili bir silahı olan propaganda ile yetinmediler.[2] Onun yanında sistematik zihin yönlendirme yöntemlerini de eklediler ve geniş bir işbirlikçi kadro oluşturarak dünyayı çember içine aldılar.Tıpıkı balıkçı teknelerinin, ağlarını balık sürülerinin çevresine sererek sürüyü kuşatması gibi. [3]
1984-1999 Yılları Arası
II. Dünya Savaşından sonra hegemonik güçlerin etkisi, baskısı ve kuşatması altında kalan Türkiye, 1984 yılından itibaren simetrik (eşit güçte olan taraflar arasında sürdürülen klasik silahlı mücadele) olmayan 'asimetrik psikolojik' bir savaş ile karşı karşıya bırakılmıştır. Asimetrik psikolojik savaş, hedef unsur veya hasım güce yönelik olarak, onun irade ve gücünü eritmek, çürütmek, yıpratmak, çözmek, tahrip etmek ve plânlanan hedefler doğrultusunda arzu edilen seviyeye getirilmesini sağlamak maksadıyla, küçük, güçsüz, ve zayıf tarafı oluşturan ve psikolojik savaş istihbarat unsurları ile desteklenen, bu konuda eğitilmiş ve yetiştirilmiş -yetkinleştirilmiş- terörist gruplarla sürdürülen mücadeleye denir.
Asimetrik Psikolojik Savaşın etkili olabilmesi için, harekât öncesi, sırası ve sonrasında etkili bir istihbarat çalışması ile desteklenmesi şarttır. Bir başka ifade ile, asimetrik psikolojik savaşın başarısı bir bakıma ortaya konan istihbarat bilgi, beceri ve analizine dayanır. Uygulanacakpsikolojik harp istihbaratıteknikleri sayesinde hedef unsurun iç işlerine olabildiğince nüfuz edilir, içeriye ne kadar nüfuz edilirse o kadar başarılı olunur.
Asimetrik mücadeleyi, günümüzde bir bakıma 'terörizm' tanımlamasıyla birlikte, IV. Nesil Savaşlara örnek teşkil eden bir mücadele olarak da nitelendirmek mümkündür. Türkiye'de bunun bugünkü adı 'terör sorunudur' ve sürdürülen mücadelenin adı da 'terörizmle mücadele'dir.
Türkiye'de hegemonik güç destekli olarak sürdürülen terör ve şiddetin amacı, Atatürk Cumhuriyeti'nin temel felsefesini değiştirmek ve ulus devleti ortadan kaldırmaktır. Devletin üniter yapısını bozarak parçalamak ve bölmek ana hedeftir. Bunun için birinci öncelikli olarak psikolojik harp vasıta ve tekniklerinden istifade edilir. Önce ülkede derin bölünmeler, kutuplaşmalar yaratılır, Bununla birlikte toplum etnisite, inanç ve mezhepsel eksende ayrıştırılır.[4]
Bunu yaparken, istihbaratın önemli bir bölümünü teşkil eden psikolojik harp istihbaratından yararlanılır. Psikolojik harp istihbaratını, bir devletin diğer devlet üzerinde millî menfaatlerini gerçekleştirmek üzere uyguladığı ve psikolojik harpte kullanacağı her alandaki (siyasî, askerî, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vb.) zafiyetlerinin ve hassasiyetlerinin sistematik bir tarzda tespiti, tasnifi, yorumlanması ve istihbarat haline getirilmesi, şeklinde tanımlamak mümkündür.
Yukarda ana hatlarıyla çizilen bu karanlık tablonun temelinde, stratejik öngörüsüzlük, geleceği şekillendirememe ve iyi analiz edememe, yani staratejik akıl ve istihbarat üretememe, ya da eksik üretme ile birlikte, pro-aktif siyasi tedbirlerden yoksun olarak uygulamaya konulan ve hatalı olarak tespit edilen güvenlik politikaları yatmaktadır.
Jeopolitik açıdan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'nun merkezinde kritik coğrafyada bulunan Türkiye'nin güvenlik politikalarındaki yanlış tespit ve uygulamalar aslında bugüne özgü değildir. Bünyesinde barındırdığı enerji kaynakları ile hegemonik güçlerin daima cazibe merkezi durumunda olan Orta Doğu'da, Türkiye'nin izlediği politikalardaki arıza yıllar öncesine dayanmaktadır. Orta Doğu'da atılması gereken doğru adımların ters yönde atılmasına, birinci körfez savaşı sonrası çekiç güce 'evet' demekle başlandı. Sözde Irak'ın toprak bütünlüğünden yana olmamıza rağmen, Irak'ın üçe bölünmesinin temelleri daha o tarihlerde böylece atıldı. Ardından ikinci körfez savaşında Türkiye'nin beka ve güvenliği için elzem olan 1 Mart tezkeresine evet yerine, 'hayır' denilerek tarihi hataya düşüldü. Orta Doğu'da Türkiye'nin giydiği gömleğin düğmeleri en başta yanlış iliklendiğinden bunun acı sonuçları ne yazık ki bugünlere yansıdı.
Bugün de atılması gereken doğru adımların ters yönde atılmasına devam edilmektedir. Halihazırda izlenen Suriye politikası bunun en bariz örneğidir. Ne var ki, Türkiye'nin iç ve dış güvenliğinden Anayasal sorumluluk taşıyan siyasi iktidarların, o tarihlerden itibaren Orta Doğunun geleceğini değerlendirebilecek, analiz edebilecek, Orta Doğudaki şekillenmeyi görebilecek ne bir kadrosu, ne bir ufku, ne bir vizyonu, ne de sağlıklı bir stratejik istihbarat üretebilecek imkân ve kabilyeti vardı. Bugün de yoktur. Bu durum madalyonun bir tarafıdır. Bir de asıl bunun içeriye yansıması vardır ki, işte Türkiye 30 yıldır bununla uğraşmaktadır.
Soğuk savaşın henüz sona ermediği 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve soğuk savaş sonrasında da giderek tırmanış gösteren en tehlikeli somut terör tehdidi, Türkiye'nin birinci öncelikli meselesi olmaya bugün de devam etmektedir.
Başlangıçta önemsenmeyen, hafife alınan ve gerekli özen gösterilmeyen söz konusu tehdidin boyutlarının ülke güvenliğini ve bekasını tehlikeye düşüren potansiyel bir hale dönüşmesi neticesinde, TC Devleti ve o tarihlerde (1991-1993) iş başındaki hükümeti tarafından alınan yoğun güvenlik önlemleri sayesinde, 1994 yılından itibaren alan hakimiyeti güvenlik güçlerinin eline geçmiştir. Ancak bu tarihten itibaren terörle mücadelede etkili istihbarat faaliyet ve çalışmaları yapılmaya başlamıştır.
1994-2000 yılları arasında alan hakimiyetinin güvenlik güçlerinin eline geçmesiyle birlikte bölgedeki istihbarat faaliyetlerinin yoğun olarak sürdürülmesi sonucunda, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında icra edilen başarılı operasyonlar sayesinde BTÖ gerilemiş ve strateji değiştirmek zorunda kalmıştır. Anılan dönemde yıllardır bu mücadeleyi özveriyle yürüten güvenlikten sorumlu makamlar tarafından, terörle mücadelenin uzun soluklu bir mücadele olduğu, güvenlik güçleri tarafından terör ağacının sadece dallarının budanabileceği, asıl köklerinin kurutulması için devletin bu soruna topyekûn olarak yaklaşması gerektiği, bunun için birinci öncelikle kararlı bir siyasi iradenin varlığına ve terörle mücadele konusunda milli bir mutabakata ihtiyaç olduğu defalarca ifade edilmiştir. Güvenlik güçleri sözünü ettikleri ağacın dallarını budamışlar mıdır? Evet budamışlardır. BTÖ özellikle 1994-2000 yılları arasında ağır ve dehşetli yenilgiye uğratılmış, elebaşısı bulunduğu yeri terk etmek zorunda bırakılarak yakalanmış, örgüt rezil ve perişan bir hale düşürülmüştür.
1999- 2004 Yılları Arası
Söz konusu yıllar arasında, BTÖ başının 1999 yılında yakalanarak Türkiye'ye getirilmesinden sonra, yenilgiyi kabul etmek mecburiyetinde kalan örgüt siyasallaşma yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Bu tarihlerde alan hakimiyetinin güvenlik güçlerinde olması neticesinde ve yapılan başarılı istihbarat ve oprerasyonlar sayesinde sivil ve askeri uzmanlarca 2001 yılında terörle mücadeleye yönelik bölge ile ilgili yapılan durum değerlendirmelerinde şu hususların öne çıktığı görülmüştür.
-1990-1993 yıllarında iç güvenlik bölgesi genelinde yıllık bazda binlerle ifade edilen terör olayları sayısının, 2001 yılına gelindiğinde bunun yüzde biri seviyelerine indiği, bunun yanı sıra, terör eylemlerinde hayatını kaybeden vatandaş ve güvenlik güçlerince verilen zayiatın da aynı oranda düştüğü tespit edilmiştir.
-1984 yılından beri her türlü koşulda sabır, sebat ve büyük fedakârlıklarla sürdürülen PKK Terör Örgütüne karşı mücadelede 2001 yılına kadar toplam 5850 şehit verilmiş, 10 binin üzerindeki güvenlik gücü mensubu yaralanmış, bunların içerisinden bir kısmı da kollarını, bacaklarını, gözlerini vererek sakat kalmıştır. Yine bu mücadelede, 5400 vatandaş hayatını kaybetmiş, 6000 den fazla vatandaşımız da yaralanmıştır.
-1990-1993 yıllarında sadece Şırnak İli kırsalında barınan toplam terörist miktarı 2000-2500 seviyelerinde iken, bu sayıyı koruyamaz hale gelen örgütün, bölgedeki terörist miktarı 450-500 seviyelerine düşmüştür. Bu durumda, 2001 yılında terörün şiddet boyutunun önemli ölçüde kontrol altına alındığını söylemek mümkündür.
-Bölgede bölücü örgütten kaynaklanan terörün şiddet boyutundaki bariz azalmaya karşılık, örgütün siyasi bir güç haline gelme gayreti içine girdiği görülmüştür.
-Bununla birlikte, Doğu ve Güneydoğuda bölgenin sosyal ekonomik kalkınmasını sağlayarak, terörün istismarına neden olan eksikliklerin giderilmesine yönelik yeni devlet ve hükümet politikaları geliştirilmiş ve bu yönde yapılan hazırlıklar acil eylem plânlarına dönüştürülerek yürürlüğe sokulmuştur.
-Bu noktada, bölücü örgütün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden barış adı altında bazı istek ve talepleri olmuştur. Bunlardan bazıları:
-Kürt asıllı vatandaşlarımızın ayrı bir ulus olarak tanımlanması ve bunun Anayasaya dahil edilmesi,
-Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve bazı bölgelerde özerk yönetimler oluşturulması,
-Terörist başı dahil, halen cezaevlerinde bulunan 10 binin üzerindeki tutuklu ve hükümlünün serbest bırakılması ve bunların siyasi faaliyetlerine müsaade edilmesidir.
-Yukarda belirtilen şartların kabul edilmemesi durumunda ise silahlı eylemlere tekrar başlanacağı tehdidinde bulunulmuştur.
-BTÖ'nün bölgede yıllarca sürdürdüğü terörden en fazla bölge halkının olumsuz yönde etkilendiği bilinmektedir. Terörün neden olduğu ekonomik ve sosyal tahribatın, bu bölge için düşünülen her alandaki yatırım gayretlerini engellediği aşikârdır. Ayrıca bölücü örgüt bu dönemde, sözde demokrasi ve insan hakları zırhına bürünerek uluslararası platformlarda kendine yer edinme çabası içerisine girmiştir.
-1990'lı yıllarda sadece silahlı mücadele yöntemini benimseyen örgütün, 2000'li yıllara gelindiğinde stratejik değişikliğe gitmesinin arkasındki asıl gerçeğin, etnik milliyetçilik temeline dayalı, siyasi ayrılıkçı bir hareketin yaratılma ve geliştirilme gayretlerinden ibaret olduğu değerlendirilmiştir.
Sonuç olarak 2001 yılına gelindiğinde, bölücü örgüt hedefinin birinci safhasını teşkil eden, sosyal ve kültürel hakların elde edilmesi için halen mücadelesine azim ve kararlılıkla devam ettiği, örgütün bu safhadan itibaren siyasallaşma faaliyetlerine ağırlık verdiği, önümüzdeki dönemde özellikle 2002 seçimlerinden sonra Türkiye'de ortaya çıkacak yeni siyasi iradenin tavrı ve tarzına göre terör ve şiddeti artırabileceği, bu kapsamda terör ve şiddetin özellikle kırsal alandan ziyade şehirlere kaydırılabileceği değerlendirilmiştir. [5]
Ne var ki, yukarıdaki değerlendirmeye paralel olarak, 1999-2004 yılları arasındaki dönem, kişisel tabirimle 'rehavet dönemi' olarak terörle mücadele tarihinin sayfaları arasında yerini almıştır. Bahse konu dönemde, TC Devleti tüm kurumlarıyla 'terör sona erdi' yanılgısına kapılmıştır. Bir süre sonra bölücü terör ve şiddetle ilgili çıkacak yangını, siyasi iktidar dahil kimse öngörememiş ve hesaplayamamıştır. Zira, bölgede daha önceki yıllarda üstün gayret, çaba, emek verilerek tesis edilen ve bölge için elzem olan istihbarat ağı tasfiye edilmiştir. İnsan odaklı güvenilir bilgi ve haber kaynakları dağıtılarak adeta terör ve şiddete davetiye çıkarılmıştır. OHAL uygulamasına son verilerek bir kısım birlikler batı garnizonlarındaki eski kışlalarına gönderilmiştir.
2004-2009 Yılları Arası
BTÖ elebaşısının yakalanmasının ardından toparlanma maksadıyla eylemsizlik dönemine giren terör örgütü, 2004 yılından itibaren silahlı varlığını tekrar harekete geçirerek şiddet eylemlerine yönelmiştir. Bununla birlikte bu dönemde oluşturduğu Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) isimli bir yapılanma ile alternatif bir devlet kurmaya çalıştığını, silahlı varlığını farklı yapılar üzerinden şehirlere taşımayı hedeflediğini çok açık bir biçimde ortaya koymuştur. Terör örgütü, KCK sistemi ile kırsalın dışında şehirlerde silahlı faaliyet gösterebilecek imkân ve kabiliyete kavuşmak istemiştir.
Nitekim terör ve şiddet 2004 yılından itibaren kaldığı yerden olanca hızıyla tekrar geri dönmüştür. Bir süredir bölgede duran kan yeniden akmaya başlamıştır. Örgüt adeta karşı atağa geçmiş ve alana hakim olmaya başlamıştır.
Söz konusu bu dönemi iyi değerlendiren BTÖ 2005, 2006 ve 2007 yıllarında kırsalda ve şehirlerde terör ve şiddet eylemlerini artırmıştır. Buna karşılık olarak, 2008 yılının Şubat ayında K.Irak'ta gerçekleştirilen Güneş Harekâtı, güvenlik güçlerinin bölgede daha önce binlerce şehit verme uğruna tesis ettiği 'alan hakimiyetini' kurtarmak adına yaptığı -netice vermeyen- son çırpınışlardır.
2009 Sonrası
2009 yılına gelindiğinde ise, AKP Hükümetinin başlattığı açılım/çözüm süreci ile birlikte alan hakimiyeti tamamen BTÖ'nün eline geçmeye başlamıştır. Askerler tarafından hemen her gün PKK terör örgütü mensuplarının yerlerinin duyum ve diğer istihbarat vasıtalarıyla ile tespit edilmesine ve bu istihbaratın teyit edilmesine rağmen, İl Valileri tarafından operasyona izin verilmediği görülmüştür.[6]
Söz konusu bu dönemde yaşanan sadece somut iki olay TSK açısından kesin olarak istihbarat başarısızlığıdır. Bunlardan birincisi 2011 yılının son günlerinde meydana gelen Uludere olayıdır. Bu olayda TC Devleti ve Silahlı Kuvvetleri, hasım güç/güçler tarafından kurgulanan sahte bilgi ve haberlerle tuzağa düşürülmüş ve hasım taraf hedefine ulaşmıştır. Diğeri de 15 Ağustos 2014'te Diyarbakır'ın Lice İlçesine terörist heykeli dikilmesi olayıdır. Her iki olay da aslında sözde açılım/çözüm projesinin bir ürünüdür. Şayet güvenlik güçleri alana hakim olsalardı, asayiş ile igili bölgede meydana gelen ve bugün hâlâ devam eden yüzlerce olay gibi, bu iki önemli olayın da vuku bulamayacağını değerlendiriyorum.
Alınacak Tedbirler
Türkiye gibi kritik bir coğrafyada, psikolojik ve asimetrik psikolojik saldırıların odağında bulunan bir ülkenin, her şeyden önce bu saldırıları önleyecek ve kıracak çapta yeniden geliştirilmiş bir istihbarat yapılanmasına ihtiyacı vardır. İstihbarata atfedilen değer ve istihbaratın başarısı, bir devletin istihbarat teşkilâtlanması ve örgütlenmesinin ölçütüdür. Türkiye'de istihbarat teşkilâtlanması ya da örgütlenmesinin arzu edilen ölçüde yeni bir yapıya kavuşturulması ve seviyesinin yükseltilmesi milli bir görevdir. Ancak bu bile yeterli olmaz. Bununla birlikte söz konusu teşkilâtın bünyesine uygun, -asker, sivil- nitelikli istihbarat personelinin eğitilmesi ve yetiştirilmesi de şart ve gereklidir. Diğer yandan, istihbaratın başarılı olması, merkezi bir teşkilâtlanmayı gerekli kılar. Terörle mücadelede insiyatifin ele geçirilmesi, hasım tarafın mücadele azminin kırılması, bozulan güvenliğin ve kamu düzeninin yeniden inşası ancak geniş hacimli, bir merkezden idare edilen güçlü ve yeterli bir istihbarat ağının tesis edilmesi ile mümkündür.
Bir örnek olarak, ABD'de istihbaratı üreten 16 resmi istihbarat teşkilâtında 200.000'den fazla kişi bulunmaktadır.[7] ABD'de 1.250 hükümet kuruluşu ve 1.931 özel şirket, 10.000 kadar tesiste güvenlik odaklı programlar üzerinde çalışmaktadır. Bugün ABD'de 854.000 kişi çok gizli güvenlik kleransına sahip olup, bunların 265.000'i özel şirket çalışanlarıdır. Bu rakamlara ülkenin gizlilik dereceli araştırma ve teknoloji merkezleri ile diğer ülke içi ve dışında faaliyet gösteren ve örtülü gündemi olan güvenlik yapılanmaları eklendiğinde 4 milyon kişi bir rakama ulaşılır ki, bu da ABD'nin aslında tam bir güvenlik devleti olduğunu gösterir.[8]
Mevcut asimetrik tehdit göz önünde bulundurularak, yukarda örneği verilen gelişmiş istihbarat örgütlenmeleriyle, Türk istihbarat sistemi ve yapısı analitik olarak mukayese edilmeli ve çıkacak sonuca göre, kendi bünyesine uygun ve ihtiyacı ölçüsünde yeni bir milli istihbarat teşkilâtlanmasına gidilmelidir.
Terörle mücadelede istihbarat konusunda alınabilecek diğer tedbirler şöyle sıralanabilir:
-Taktik ve operatif seviyede yapılan cari istihbarat çalışmalarında, güvenlik güçlerine çeşitli kaynaklardan ulaşan yüzlerce bilgi arasından işe yarayacak haber bilgileri fark eden tecrübeli istihbarat analizcilerine ihtiyaç vardır. Bilgi kirliliği denizinde yüzen istihbaratçıların görevi, işe yarayacak temiz bilgiyi aramak bulmak, diğer haber ve bilgilerden ayırtederek kullanıcıların istifadesine hazır hale getirmektir. Bu nedenle taktik ve operatif seviyede, içinde bölücü örgüte yönelik çalışan istihbarat birimlerinin yer aldığı ayrı bir 'İstihbarat Analiz Merkezi' kurulmalı ve bu merkez için görevlendirilen personel uzun süre birarada çalışacak şekilde uzmanlaşmış istibarat analizcilerinden teşekkül ettirilmelidir. Zira iyi bir analizcinin yetişmesi uzun yıllar alabilir. Diğer yandan anılan merkez, tüm istihbarat elemanlarının tek bir merkezde müşterek çalışmasına imkân sağlar. Bu aynı zamanda istibarat çalışmaları için önem arzeden istihbaratın tek elden sevk ve idaresini mümkün kılar.
-Kurulacak istihbarat analiz merkezinin bir bölümü, doküman incelemeye tahsis edilmelidir. MİT, Emniyet, Jandarma ve bölgede görevli tüm güvenlik kuvvetlerinin eline geçen her çeşit doküman bu merkezde incelenerek değerlendirilmeli ve analizcilerin istifadesine sunulmalıdır.
-Taktik ve operatif seviyede yapılan istihbarat faaliyetlerinde, her ne kadar klâsik istihbarat elde etme usul ve yöntemleri bugün hâlâ geçerliliğini muhafazaya devam etsede, bunun yanında çağdaş istihbarat teknik ve metodlarına da ihtiyaç vardır. Günümüzde modern istihbarat teknik ve metodlarının başında insan istihbaratı (HUMINT) gelmektedir. BTÖ halk desteğine büyük önem verir. Anılandesteği kaybettiğinde mücadeleyi de kaybedeceğini bilir.Bu maksatla insan istihbaratı özellikle asimetrik tehdide karşı ön plânda tutulmalıdır. İnsan istihbaratı çok basit tanımıyla, kaynağı insan olan istihbarat faaliyetidir. İnsan istihbaratının tam yapılabilmesi için bölgenin kontrolunun güvenlik güçlerinde olması ve bölgenin demografik yapısı dikkate alınarak geniş bir haber ağı ve bununla ilgili haber toplama vasıtalarının oluşturulması zaruridir.
-Sorunun uluslararası boyutu da dikkate alınarak, Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı seviyesinde yapılan stratejik istihbarata ihtiyaç vardır. Stratejik istihbarat, bir ülkenin bekası ile yakından ilgilidir. Uluslar arası ilişkilerde büyük resmin ortaya konulmasını sağlar. Ayrıca, bir ülkenin dış politikasının oluşturulmasında önemli yer tutar. En önemlisi de geleceği şekillendirir. Türkiye gibi bir ülkenin, kendi ilgi sahasında çıkarı olan güç merkezlerinin bölge için geliştirdikleri plânın bir parçası olmaması için, zamanında ve doğru olarak yapılan stratejik istihbarat üretimine ihtiyacı vardır. Öbür taraftan modern istihbarat üretme metodlarından, görüntü isihbaratı (IMINT), açık kaynak istihbaratı (OSINT), sinyal istihbaratı (SIGINT), ölçüm ve iz istihbaratı (MASINT) gibi, diğer gelişmiş ileri teknoloji ürünü görüntü alma ve özellikle de dinleme sistem ve tekniklerinin kullanılması, stratejik seviyede yapılacak istihbarat değerlendirmelerine ve üretimine önemli katkıda bulunur.
-İcra edilen tüm istihbarat çalışmaları ve faaliyetlerinin yanı sıra, sorunun uluslar arası boyutu da dikkate alınarak istihbarat üretecek yeni özel istihbarat kuruluşları, şirketleri ve düşünce merkezlerinin tesisi ve işletilmesi düşünülmelidir.
-İstihbaratın temel fonksiyonlarından biri olan istihbarata karşı koyma (İKK), bir başka ifade ile 'karşı istihbarat' eksikliği, kendi milli gücümüz ve istihbarat çalışmalarımız hakkında yabancı istihbarat örgütleri ve gizli servislerinin iştahını kabartır. Hasım tarafın kendi topraklarımızda tabiri caizse cirit atmasına, bilgi edinmesine ve zararlı faaliyetlere maruz kalınmasına engel olacak tedbirler mutlaka alınmalı ve bu durum devlet ve hükümet politikası haline getirilmelidir.
-Terörle mücadelede özel kuvvetlerin görev fonksiyonu, mevcut asimetrik tehdit kapsamında giderek artmaktadır. Özel kuvvetlerin üstlendikleri en az harekât fonksiyonları kadar, istihbarat fonksiyonlarının da geliştirilerek güçlendirilmesi ve her ikisinin birden seviyesinin yükseltilmesi düşünülmeli ve değerlendirilmelidir.
-Bilgi bütünlüğünü sağlamak ve terörle mücadele eden tüm unsurlar arasında istihbarat paylaşımını en üst seviyeye çıkarmak amacıyla, farklı güvenlik ve istihbarat/harekât birimleri arasında sağlanacak sürekli işbirliği ve koordinasyon sonucu hazırlanacak düzenli raporlar, terörle mücadelede etkin rol oynayacaktır.
-Irak sınırının coğrafi karakterinin önemi nedeniyle, sınır ötesi istihbarat elde dilmesi için, teknik istihbarat alanındaki proje çalışmalarına kararlılıkla devam edilmelidir. Mevcut insansız hava araçlarının (İHA) yanı sıra, görüntü almaya ve dinlemeye yönelik olarak TÜRKSAT serisi uydulardan yararlanılması ve uzaydan gözlem ve keşif uydu ağıyla istihbarat temin edilmesi zorunlu bir istihbarat ihtiyacı olarak ortaya çıkmaktadır. ABD'nin ulusal güvenliğinden sorumlu Ulusal Güvenlik Konseyi (UGK)'ne göre, terörle mücadelede istihbarat en kritik vasıtadır. Terörle mücadelede istihbaratın belkemiğini ele geçirilen şüphelilerin sorgulanması ve uydu kabiliyetleri oluşturmaktadır.[9]
Sonuç
30 yıldır devam eden terörle mücadelede karşı karşıya kalınan asimetrik tehdidin bertarafına yönelik en önemli husus, istihbaratın temini, analizi, zamanında ve yerinde kullanılmasıdır. İstihbarat, terörle mücadelenin temel kilit taşıdır. İstihbarat aynı zamanda terörle mücadele gibi tıpkı akıl, muhakeme ve tecrübeye dayanır. İstihbarat aslında bir problemdir ve çoğu zaman yüzde yüz tam olmaz.. Bunun için elde edilen istihbaratın mutlaka analizi gerekir. Analiz, istihbarat probleminin çözümünü sağlar. İstihbarat analizi, seçilen muhtemel çözümleri ve hareket tarzlarını doğrulamaya, test etmeye, irdelemeye, sınamaya, bir başka deyişle gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tespit etmeye yönelik bir incelemedir. Devletin terörle mücadelede izleyeceği yol haritasının belirlenmesine ve bölücü örgüte karşı uygulanacak taktik ve stratejilerin tespit edilmesine yardımcı olur.
Taktik ve operatif seviyede uygulanan her türlü istihbarat çalışma ve faaliyetlerinin başarılı sonuçlar verebilmesi, bölgenin tamamının güvenlik güçleri vasıtasıyla devletin kontrolünde olmasına bağlıdır. Bu olmazsa bugün içine düşünülen içler acısı durum hâsıl olur.
Terörle mücadele azim ve kararlılığında olan bir devlet, bekasını idame ettirmek ve milli menfaatlerini gözetmek için karşı karşıya bulunduğu tehdit ve risklerin bertaraf edilmesini sağlayan, insiyatifi elinde bulundurarak kendi iradesini hasım tarafa kabul ettiren, caydırıcı nitelikteki bir istihbarat sistemine sahip olan devlettir.
Bir sonraki makalemde, 24-25 Aralık 2014 tarihlerinde merkezi Ankara'da bulunan 'Ulusal Strateji Merkezi' (USMER) tarafından düzenlenen, 'Türkiye'de Bölücü Teröre Çözüm' konulu sempozyuma değinecek ve bu konuyla ilgili kişisel görüş ve düşüncelerimi aktaracağım
Kopruleri atma.
Ayni nehri kac kez daha gecmek zorunda kalacagina sasiracaksin...
Anonim Nasihat
MAIDE - 69 Fakat inananlar, Yahudiler, Sabiiler ve Hiristiyanlardan Allah a ve ahiret gunune inanan, iyi isler yapana korku yoktur, onlar uzulmeyeceklerdir. Ayni hukum BAKARA - 62 de de gecmektedir.
***
AL - IMRAN - 85 ise Kim Islamiyetten baska bir din ararsa onunki kabul edilmeyecektir.
O ahirette de kaybedenlerdendir. denilmektedir.
EINSTEIN IN KOZMIK DINSEL DUYGUSU
Tum bu dinsel- tiplerde ortak olan Tanri kavrami insanmerkezci karakteridir.
(...) Ama tum bunlarda bulunan dinsel deneyime dair bir ucuncu asama vardir, saf haliyle cok seyrek olmakla birlikte: ona kozmik dinsel duygu adini verecegim.
Bu duyguyu, hic yasamamis birine, ozellikle buna karsilik gelecek Tanri ya iliskin hic insanmerkezci olmayan bir kavrama sahip olmayan birine izah etmek cok zordur.
Kozmik dinsel duyguyu insanlar birbirlerine nasil iletebilirler, hele ki Tanri ya iliskin bir tanim vermiyorsa, bir teoloji ogretisi vermiyorsa?
Bence, sanat ve bilimin en onemli islevi, onu almaya acik olanlar icin, bu duyguyu diriltmek ve canli tutmaktir.
Bu sekilde din ile bilimin iliskisine dair, bilindik olandan cok farkli bir kavrama ulasiyoruz.
Bir kisi konuyu tarihsel olarak ele alsa, bilim ve dinin uzlasmas karsitliklar olarak gormeye baslar.
(...) Ben iddia ediyorum ki kozmik dinsel duygu bilimsel arastirma icin en guclu ve muhtesem gududur.
(...) Bir insana boyle bir gucu kozmik dinsel duygu verebilir.
Bir cagdasim soylemisti, haksiz olmayarak, bizim materyalistik cagimizda ciddi bilimsel arastirmacilar tek en derin dinsel insanlardir.
How can cosmic religious feeling be communicated from one person to another, if it can give rise to no definite notion of a God and no theology?
In my view, it is the most important function of art and science to awaken this feeling and keep it alive in those who are receptive to it.
We thus arrive at a conception of the relation of science to religion very different from the usual one.
When one views the matter historically, one is inclined to look upon science and religion as irreconcilable antagonists.
(...)I maintain that the cosmic religious feeling is the strongest and noblest motive for scientific research.
(...)It is cosmic religious feeling that gives a man such strength.
A contemporary has said, not unjustly, that in this materialistic age of ours the serious scientific workers are the only profoundly religious people.
New York Times Magazine on November 9, 1930 pp 1-4.It has been reprinted in Ideas and Opinions, Crown Publishers, Inc.1954, pp 36 - 40.It also appears in Einstein s book The World as I See It, Philosophical Library, New York, 1949, pp.24 - 28.)
Grup eposta komutları ve adresleri :
Gruba mesaj göndermek için...........................: ozgur_gundem@yahoogroupscom
Gruba üye olmak için : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroupscom
Gruptan ayrılmak için....................................: ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroupscom
Grup kurucusuna yazmak için : ozgur_gundem-owner@yahoogroupscom
Grup Sayfamız..............................................: http://groupsyahoocom/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyrazblogspotcom/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder