14 Ağustos 2019 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta dikkatimi çeken bazı haberler.... 2018/08/14 5

  1. CENK SARAÇOĞLU* : SURİYELİ KARŞITLIĞINI 'İÇERİDEN' ÇÖZMELİ
  2. MUSTAFA BALBAY : SALKIM BEYİN NANELERİ!
  3. EKİN AKYAZ : KANADA MADEN ŞİRKETLERİNİN KARANLIK SİCİLİ: HEM YAĞMALIYORLAR HEM ÖLDÜRÜYORLAR
  4. İSMAİL ÖREN* : KAZDAĞLARINDA ALTIN ARAMA OLAYI İLE İLGİLİ SİZLERE BİLGİ VERMEK İSTİYORUM.
  5. TAPU GÜVENCESİ KALKIYOR…
  6. NECDET BULUZ : DÜŞMANLIĞIN BÖYLESİ…
  7. AHMET ERCAN : ALTIN KONUSUNDA SOYGUNUN BOYUTU GÖRÜNENDEN ÇOK BÜYÜK
  8. FEHİM TAŞTEKİN : KÜRTLERİN ANKARA'YA ÖNERİSİ KİLİDİ AÇAR MI?




================================

CENK SARAÇOĞLU* : SURİYELİ KARŞITLIĞINI 'İÇERİDEN' ÇÖZMELİ

13.08.2019

Suriyeli karşıtlığının yarattığı çürümeden rahatsız olanlar bu karşıtlık içindeki kesimlere "gizli ırkçı" diye öfkelenerek onlarla köprüleri atmamalı tersine bu kesimlere kayıpların asıl sorumluları ısrarla hatırlatılmalı. Kayıpları yaratan koşullara karşı da ortak bir siyasal mücadele geliştirmenin yollarını bulmalı.

Her yerde ve her gün karşımıza çıkıyorlar; çoklar; nasıl tepki vereceğimizi bilemiyor nereden başlayacağımızı kestiremiyoruz. Bir toplu taşıma aracında bir hastane sırasında oturulan bir kafedeki/kahvehanedeki yan masada gündüz iş yerinde yazın yazlıkta kışın mahallede. Her yerdeler.

Suriyelilerden değil ülkenin bütün sorunlarının vebalini sığınmacılara yükleyen Suriyeli karşıtlarından bahsediyorum. Herhalde Türkiye'de hiçbir yabancı düşmanlığı biçimi kendisini bu kadar yaygın bu kadar "kemiksiz" bu kadar cüretkâr bir şekilde göstermemişti. Öyle ki Suriyeli karşıtlığının varlığı gündeme geldiğinde artık kimse diğer düşmanlık biçimlerinin inkârı için seferber edilen "bizde ırkçılık olmaz"; "etle tırnak gibiyiz aslında"; "tepki hepsine değil bir kısmına" gibi savunmalara geçme gereği de duymuyor. Suriyeli karşıtlığı önünde hiçbir "siyaseten doğruculuk" filtresi olmaksızın toplumun her hücresine sinsice değil gözümüzün önünde aleni bir şekilde yayılıyor. İşin en vahim ve aynı zamanda can alıcı boyutu ise bugün Türkiye'de eşitlik fikrine en duyarlı mevcut adaletsizliklere karşı net tavır alabilen ve şoven yönelimler karşısında birlikte hareket edip direnç gösterebilen kesimler arasında bu karşıtlığın kendisini çeşitli biçimleriyle ifade edebilmesi. Temmuz 2019'da Kadir Has Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma "Suriyelilerden memnuniyetsizliğin" kendisini en çok siyasal iktidarın baskıcı politikalarından rahatsız CHP ve HDP seçmenleri arasında gösterdiğini ortaya koyuyordu.

Suriyeli Karşıtlığına Nasıl Bakmamalı!

Bu durum Suriyeli karşıtlığının Türkiye'deki diğer yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık biçimlerinden nitelikçe farklı olduğunun ve farklı bir bağlama yerleştirilmesi gerektiğinin bir göstergesi olarak ele alınmalı. İşe öncelikle bu konudaki basmakalıp bazı indirgemelerden uzaklaşarak başlamak gerek: Örneğin Suriyeli karşıtlığını Türkiye toplumunun daha kuruluştan itibaren ince ince zihnine işlenmiş "ötekiye" yönelik bir ulusal hıncın tezahürü olarak değerlendirmekten kaçınmak gerekir. Bu aynı olgunun daha "şiddetli" tezahürlerini göreceğimiz pek çok ülkeden Türkiye'yi tamamen ayrıksı kılan bir özcülüğün tuzağına düşmek olur. Üstelik bahsedilen "ulusal hıncın" tarihsel mağduru olarak görülen kesimler örneğin Kürtler ve Aleviler içerisinde de seslendirilen Suriyeli karşıtlığının nedenlerini açıklamaz. Hem de bu konuda siyaseten ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir şey söyleyemez; iddasının aksine pratikte yabancı düşmanlığını sıradanlaştırır. Zira ortada her bulduğu fırsatta yüzeye çıkmaya meyilli bir ırkçı bilinçaltı varsa toplumun bütününü sarıp sarmalamışsa ve bu durum herhangi bir eşitlikçi toplum arayışının önüne set çekiyorsa o zaman herhangi bir siyasal girişimi mümkün kılmayan bir kısırdöngü içerisine girilmiş demektir. Bu kısırdöngünün içinden siyaset değil topluma ahlak ve vicdan vaaz eden karşılıksız bir moral üstünlük duygusu çıkar. Türkiye'deki Suriyeli karşıtlığı ise hem yaygınlığı hem de niteliği itibariyle salt etik ve vicdani çağrılar yaparak önüne geçilebilecek bir durum değildir.

Bir Siyasal Sorun Olarak Suriyeli Karşıtlığı

Böyle bir kısırdöngüden çıkarak meseleye "siyasal" bir çare aramaya halihazırda AKP politikalarından rahatsız geniş kesimlerin Suriyeli karşıtlığını "çözmeye" (her iki anlamıyla da çözmeye) çalışarak başlamak gerektiğini düşünüyorum. Yani Türkiye'de siyasal iktidara muhalif ve onun yerleştirmeye çalıştığı yeni toplum düzenine karşı direnç gösteren kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığı hem meselenin bütününü anlamanın hem de buna dair siyasal müdahalede bulunmanın başlangıç noktası olarak görülebilir.

Bu durum Suriyeli karşıtlığının Türkiye'ye dair esasında siyasal/ideolojik bir sorun olmasıyla ilgilidir. Bu siyasal bir sorundur; çünkü AKP iktidarının bir bütün olarak dış politikası ve özelde de Suriye politikasıyla yakından ilgilidir; ve aynı zamanda ideolojik bir sorundur çünkü bir bütün olarak toplumun genel meselelerinde özel olarak da Suriyeli mülteciler gündeminde devreye soktuğu söylemlerden sembollerden ve anlatılardan bağımsız değildir. Bir bütün olarak son 15 yılda inşa edilmeye çalışılan yeni toplumsal/siyasal düzenin bağrında ve ondan kaynaklı olarak ortaya çıkan böyle bir sorun ancak bütüncül bir siyasal mücadele içerisinde ve siyasal program etrafında çözüme kavuşturulabilir. Sorun; bu siyasal mücadelenin birlikte verileceği ve Suriyeli mülteciler meselesi dahil Türkiye'deki pek çok meseleyi kamucu bir perspektifle çözmeye yönelik bir siyasal programın öncelikli taşıyıcısı olacak kesimler arasında keskin bir Suriyeli karşıtlığının yaygınlaşmış olmasıdır. "Muhalif" kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığına odaklanmak bu yüzden öncelikli bir gündem olarak önümüzde duruyor.

Kayıplar ve Suriyeli Karşıtlığı

Bu kesimler arasındaki Suriyeli karşıtlığının tek bir biçimi olduğu söylenemez. Öte yandan AKP döneminde ortaya çıktığı ya da yoğunlaştığı düşünülen kayıpların alameti olarak Suriyelilerin varlığını görmek ortak bir eğilim olarak Suriyeli karşıtlığının bu kesimlerdeki bütün biçimlerinde göze çarpıyor. Uzun süredir zaten düşük ücretle çalışmakta olan bir tekstil işçisi ücretlerine beş yıldır zam yapılmıyor olmasının patronu karşısında eski pazarlık gücünü yitirmesinin yarattığı "ekonomik kaybın" sorumlularından biri olarak yanı başında çalışmakta olan Suriyeli işçiyi görüyor. Uzun zamandır yaşadığı şehrin ve mahallenin kamusal mekânlarında eskisi gibi güvende ve rahat bir şekilde var olamadığını bu alanların gittikçe daraldığını düşünen genç bir kadın yaşadığı "mekân/yer kaybının" tezahürlerinden birisi olarak aynı sokağa taşınan bir Suriyeli aileden bahsediyor. Siyasal iktidarın İslamcı "millet" anlayışı karşısında devletin artık kendisini temsil etmediğinden Türkiye toplumunu bir arada tutan bağların kopma noktasına geldiğinden yakınan bir emekli memur bunun en yakıcı göstergelerinden birisi olarak her gün alışveriş yaptığı sokaktaki Arapça tabelaların olduğu dükkânı örnek gösteriyor. Suriyeliler sadece bu "kayıpların" birer göstergesi olarak değil aynı zamanda siyasal iktidar ve onun destekçileriyle aynı listenin "kazananlar" listesinin altına yerleştiriliyor. Sosyal medyada hemen her gün bir başkasının devreye sokulduğu sığınmacılara sunulan "ayrıcalıklara" ilişkin söylentiler sayesinde "ne kadar kaybedildiği kaybedilenin nereye gittiği ya da yerini neyin aldığı" Suriyeli üzerinden anlamlandırılıyor.

ŞEHİR EFSANELERİ VE SURİYELİLER

Suriyeli sığınmacılara atfedilen ayrıcalıklar birer şehir efsanesi olsa da bu "efsanelerin" alıcısı ve taşıyıcısı olan kesimlerin yaşadıkları ekonomik mekânsal ve sembolik kayıplar şehrin bir gerçeği. Bugün Türkiye'deki Suriyeli karşıtlığının ortak bir zemini olarak ortaya çıkan "kaybetme" duygusu nesnel temellere dayanıyor. Kendisine "rakip" olarak aynı işyerindeki Suriyeliyi gören bir Türkiyeli işçi gerçekten de uzun zamandır ekonomik olarak kaybediyor; patronu karşısında hızla gücünü yitiriyor. Fakat bu durum yanı başında kendisinin yarı ücretine çalışan Suriyeli işçiden değil her krizi fırsata çevirmekte mahir patronlardan bunun için her olanağı sağlayan siyasal iktidardan ve alttan alta uzun zamandır yürümekte olan sürece karşı yeterince örgütlenemediği için kendisinden kaynaklanıyor. Mahallesini ve/veya şehrini eskisi gibi "kendisine ait bir yer" olarak göremediği için Suriyelileri suçlayan gencin şehirde kendi kimliğiyle yaşayabileceği kamusal alanlar gerçekten de uzun bir süredir daraltılıyor; ama bu durum mahalledeki Suriyeli aileden değil kentsel müşterek alanları ya ranta çeviren ya da toplumsal olarak çoraklaştıran sermaye/devlet ortaklığından kaynaklanıyor. Ve emekli memurun şikâyet ettiği gibi inanç ve kimlik farklılıklarını aşarak bizi "yurttaşlık" hak ve sorumluluğunda bir araya getirebilen evrensel değerler sembolik bağlar gerçekten de hızla tuz buz oluyor; ama bu durum dinci/milliyetçi hamaset ve düşmanlaştırmayı bir yönetim stratejisi hâline getiren ve bunu yeri geldiğinde Suriyeli mülteciler üzerinden yapmakta beis görmeyen siyasal iktidarın tahripkâr ideolojisinden kaynaklanıyor.

O halde Türkiye'deki Suriyeli karşıtlığı kaynakları Suriyeli sığınmacıların ülkeye gelmesinden çok önceki zamanlara dayanan "kaybetme" hissiyle iç içe geçmiş durumdadır ve bu hissin toplumsal hayatta gerçek ve nesnel temelleri vardır. Suriyeli karşıtlığını en hararetli şekilde benimseyen kesimler aynı zamanda Türkiye'deki toplumsal formasyonun siyasal ideolojik ve iktisadi çelişkilerini toplumsal yaşamlarında en yakıcı bir şekilde hissedenlerden oluşuyor. Suriyeli karşıtlığı karşısında ne yapılması gerektiğine dair arayışlar bu karşıtlığa zemin teşkil eden ve onu kemikleştiren "kayıp" hissiyatının Suriyeli karşıtlığında sabitlenmesinin önüne geçmenin yolları üzerinde kafa yormak durumundadır. O yüzden Suriyeli karşıtlığının yarattığı çürümeden rahatsız olanlar bu karşıtlık içindeki kesimlere "gizli ırkçı" diye öfkelenerek onlarla köprüleri atmamalı tersine bu kesimlere kayıpların asıl sorumlularını ısrarla hatırlatmalı ve kayıpları yaratan koşullar karşı ortak bir siyasal mücadele ekseni geliştirmenin yollarını bulmak durumundadır. Zira bu kayıp hissinin Suriyeli karşıtlığında sabitlenmesini önlemenin yolu kayıpların asıl sorumlusunun kimler olduğunu mücadele içinde görmek ve göstermektir. Bunun için henüz düzene yabancılaşmış kendi emekçilerinin "kayıplarıyla" siyasal bir bağ geliştiremeyip onları büyük ölçüde sağ popülizmin insafına bırakmış Avrupa solu kadar geç kalmış değiliz.

2019 Mart seçimleri sürecinde CHP'nin söz konusu kayıpların endişesini taşıyan kesimlere seslenerek onların siyasal iktidarın yönelimleri karşısındaki güçlü reflekslerini sandığa taşıyabildiğine ve bu sayede de ülkenin en önemli metropollerinin belediye başkanlıklarını kazanabildiğine tanık olduk. Bu durum yıllar sonra toplumun geniş kesimlerine sirayet etmiş "kaybetme" duygusunun yarattığı karamsarlığı dağıtabilmek açısından önemli. Öte yandan bu "kazanımı" Suriyeli karşıtlığıyla perçinlemeye ve popüleştirmeye yönelik eğilimler de seçimlerin hemen ardından ortaya çıkabildi. Böyle bir eğilimin baskın hale geldiği bir durum bahsettiğimiz kaybetme hissiyatını mülteci düşmanlığından arınmış bir siyasal hatta çekmeye yönelik arayışların baştan sakatlanmasına yol açabilir. Bu yüzden Suriyeli karşıtlığının bizzat "muhalefetin" kurumsal temsilcileri tarafından resmen sahiplenildiği her durum karşısında güçlü bir basınç oluşturmak öncelikli bir görevdir.

Kayıplara karşı birlikte kazanmaya yönelik bir mücadeleyle ağır sömürü koşullarında sermayenin insafına terk edilmiş bir dış politika kartına ve iç politika hamaset malzemesine dönüşmüş Suriyeli emekçileri de içermeye başladığı noktaya ulaştığımızda tüm dünyanın kara bir lekesi haline gelen göçmen düşmanlığına karşı bu topraklardan bir cevap üretmenin gururunu yaşayacağız.

*Doç. Dr. Ankara Üniversitesi

https://www.birgun.net/haber/suriyeli-karsitligini-iceriden-cozmeli-264887

================================

MUSTAFA BALBAY : SALKIM BEYİN NANELERİ!

ankcum@cumhuriyet.com.tr

14 Ağustos 2019 Çarşamba

"Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"nin bir sistem olmadığı taneleri salkımdan kopuk ucube bir yönetim arayışı olduğu daha birinci yılda ortaya çıktı.

Aslında birinci yıla da gerek yoktu yolun başında sistemsiz kurumsuz başkancı bir anlayışın benimsendiği görülüyordu.

Gelinen noktada Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'ın yaptığı açıklamalar makyaj düzeyinde de olsa bazı değişikliklerin olacağ+ını gösteriyor. Bayramlık ağzını açan Oktay'a göre şahlanışın başındayız. Dileriz baştaki "ş" harfi düşmez!

Oktay Cumhurbaşkanlığı garabet sisteminin birinci yılında çok kapsamlı bir çalışma yaptıklarını yapılması gerekenleri Erdoğan'ın önüne koyacaklarını söyledi.

Derine gitmeye gerek yok görünen sistemsizlikleri özetleyelim:

1- Meclis'le bakanlar koptu. Yani yasama ile yürütme arasında bağ kalmadı. Meclis genel kurul salonunda Bakanlar Kurulu bölümü kalktı. Zira ortada böyle bir kurul yok artık. Sadece birbirinden bağımsız Saray'a Bakanlar Kurulu var.

2- Bakanlarla bakanlık koptu. Atama bakanla bakanlık arasında bir hat yok. Müsteşarlık kaldırıldı yerine gelen bakan yardımcılığı bu işlevi üstlenemedi. Zira bakan yardımcılığı seçilemeyen vekilleri tatmin etmekten bir yere getirilemeyenlere koltuk bulmaya kadar gerçek işlevi dışında her işe yarıyor.

3- Bakanlarla bakanlar arasında bağ koptu. Pek çok konu birden fazla bakanlığı ilgilendirir. Örneğin turizm eğitimden tarıma kadar pek çok bakanlığın ortaklığını gerektirir. Bakanlar Kurulu kalktığı için diyalog ortamı da yok.

***

Yukarıdaki üç ana kopukluğun altında başka kopukluklar da var. Bir üzüm salkımını düşünün her tane birbirine bağlı olduğu için salkımdır. Her kurum bir tane ise arada bağın kopması salkım özelliğini de ortadan kaldırıyor.

Sistemin sistem olmadığını AKP'li milletvekilleri de görüyor yaşıyor. Milletvekilleri artık bakandan "ricacı" bile olamıyor.

Demokrasinin en kısa tarifi şudur:

Kurumlar ve kurallar rejimi!

Ortada ne kurum kaldı ne kural.

Bitirilen kurumların yerine yenisini de koyamadılar. Mevcut bakanların yanında bir de Saray'da başkanlıklar var. Kimin yetkisi kimin kurumunda belli değil.

Cumhurbaşkanı Hukuk Başdanışmanı sıfatı ile televizyona çıkan Mehmet Uçum hukuk dışında her şeye değindi. Öyle anlaşılıyor ki "Benim de bir uçumluk görüşlerim var" deyip sistemsizliği örtmek üzerine yola çıkmış.

"Yurtsever demokrasi" "radikal yeniden yapılanma" gibi Türkiye'de ve dünyada yeni kavramlar ortaya atan Uçum'a sormak gerekir:

-Erdoğan'ın attığı hangi adım olumlu sonuç verdi de yenisini öneriyorsunuz?

Uçum'a göre toprak bütünlüğü ile siyasi bütünlük birbirine bağlı. Siyasi bütünlük üzeri bir nebze örtülse de Erdoğan'ın tek yöneticiliğine endeksli. Şöyle ki:

Toprak bütünlüğü eşittir siyasal bütünlük siyasal bütünlük eşittir Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu sistem eşittir Erdoğan!

Buradan yurtsever demokrasi değil kendini sever demokrasi çıkar!

***

Bu sistemsizliğe yönelik eleştirilere hemen şu karşılık veriliyor:

Eskiye dönmek mi istiyorsunuz?

Bunca kural çiğnenip kurum çökertildikten sonra eskiye dönüş diye bir şey olmaz.

Biz sistem karaya değil raya otursun istiyoruz. Bu tartışmayı eski-yeni eksenine oturtmanın kimseye faydası olmaz.

Yeniden seçim yapmak da bu dağınıklığa çare değil. Bundan önce yeniden yapılanmanın bir saatin içindeki çarklar gibi dişlileri birbirine bağlamanın yolunu bulmak gerekir.

Bu dağınıklık akla Salkım Hanımın Taneleri romanını getiriyor. Bizdeki de...

Salkım Beyin Naneleri!

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1532644/Salkim_Beyin_Naneleri_.html#

================================

EKİN AKYAZ : KANADA MADEN ŞİRKETLERİNİN KARANLIK SİCİLİ: HEM YAĞMALIYORLAR HEM ÖLDÜRÜYORLAR

13.08.2019 22:55

Latin Amerika'da Kanadalı şirketlerin madencilik faaliyetlerindeki tek skandalı doğayı katletmeleri değil. Köyleri tahliye edip yerli halka saldırmak da marifetleri arasında. Doğa savunucuları ise planlı şekilde katlediliyor. Latin Amerika'da Maden Çatışmaları Gözlemleri raporuna göre 15 yılda kıtadaki 44 doğa savunucusu Kanadalı şirketlerin faaliyet alanlarında katledildi.

Dünyadaki petrol gaz ve madencilik sektörlerinin %50'den fazlasının merkezi Kanada. Latin Amerika'da uzun yıllardır maden şirketleri faaliyetin yüzde 42'si Kazdağlarındaki talanla yeniden gündeme gelen Kanadalı şirketlere ait. Latin Amerika zengin doğal kaynakları ile Kanadalı şirketlerin iştahını kabartırken bölge halkları yıllardır bu faaliyetlere güçlü bir biçimde karşı çıkıyor. Latin Amerika'da Maden Çatışmaları Gözlemleri grubunun 2016'da yayımladığı şiddet raporuna göre bugün bölgede bilinen 265 maden karşıtı mücadele bulunuyor. Şili Peru Meksika Brezilya Kolombiya ve Guatemala ise bu mücadeleler içinde çatışmaların en sık yaşandığı ve insanların en tehlikede olduğu ülkeler olarak göze çarpıyor.

YAŞANAN ŞİDDET OLAYLARI GİZLENİYOR

Rapora göre 8 Kanadalı şirketin Latin Amerika'daki faaliyetlerini kapsayan olaylarda 30'u "hedefli" olarak sınıflandırılabilecek şekilde 44 kişi öldü. Protestolar ve çatışmalar sırasında 363'ü ağır olmak üzere 403 kişi yaralandı. Hukuki şikâyetler tutuklamalar gözaltına alınanlar dâhil olmak üzere 709 dava açıldı. Ayrıca Toronto Menkul Kıymetler Borsasında işlem gören Kanadalı şirketlerin şirket performansına ilişkin zorunlu raporlarına şiddet raporlarını dahil etmediği ortaya çıktı.

MÜCADELENİN LİDERLERİ PLANLANARAK ÖLDÜRÜLDÜ

2000-2015 yılları arasında Kanadalı şirketlerin Latin Amerika'da yarattığı tahribatı belgeleyen raporda söz konusu 15 yıl boyunca yaşanan ölümlerin 12'si Guatemala 8'i ise Meksika'da yaşandı. 2009 yılında Meksika'da Kanadalı şirket Blackfire Exploration'ın Chiapas-Chicomuselo'da yürüttüğü madencilik faaliyetlerine karşı mücadelenin başında yer alan Mariano Abarca'nın 2009 yılında öldürülmesi ile başlayan dava hala devam ediyor.

TRUDEAU'NUN UMRUNDA DEĞİL

Rapora göre dört Birleşmiş Milletler kuruluşu Kanada'yı maden şirketlerinin yurtdışındaki faaliyetlerinden sorumlu tutmaya çağırdı. Amerika Birleşik Devletleri İnsan Hakları Komisyonu Kanada'daki maden şirketlerinin hesap verebilirliği konusunda üç duruşma yaptı ve Kanada'yı "çoklu insan hakları ihlallerini" önlemeye almaya davet etti. Haziran 2016'da Latin Amerika'dan 180 kuruluş Başbakan Trudeau'ya kurumsal ve devlet hesap verebilirliği için bir mekanizma kurması talebinde bulunan bir mektup gönderdi. Fakat bu süreçlerden herhangi bir sonuç alınamadı.

BUZDAĞININ GÖRÜNEN YÜZÜ

Söz konusu raporda belgelenen olayların buzdağının görünen kısmı olduğu vurgulanıyor. Rapora ölüm tehditleri mahsullerin kasıtlı yakılması ve mülklerin imha edilmesi zorla yer değiştirme suikast girişimleri çevre kirliliğinden kaynaklanan hastalıklar veya psikolojik travmaların dahil edilemediği vurgulanıyor. Bildirilen şiddet yalnızca Latin Amerika'daki ülkelerden geliyor ve dünyanın diğer bölgelerindeki Kanada madenlerini kapsamıyor.

GUATEMALA'DA TOPLU TECAVÜZ SKANDALI

Ropor'da bir başlık da cinsel şiddet için ayrılıyor ve şu ifadelere yer veriliyor: "Guatemala'da bir grup yerli 60'lı yıllardan beri bölgede faaliyet yürüten Hudbay Fenix Mine şirketini ihmal dolayısıyla dava ediyor. 2007 yılında arazisi şirkete ait olan bir köyden orada yaşamakta olan yerli halk tahliye ediliyor ve 11 kadın toplu tecavüze maruz kalıyor. "

EMPERYALİST KAPIŞMA SAHASI: AFRİKA

Altın platin kömür demir ve elmas madenlerine sahip Afrika kıtası ise yalnızca Kanadalı şirketlerin değil. ABD'li Fransız hatta Çinli şirketlerin kapışma sahası. Brezilya ve Avustralya da sıraya girmiş durumda. Bu nedenle Afrika'da 2014 yılında kıta tarihin büyük maden grevleri gerçekleştirildi. Bu grevler özellikle Güney Afrika'daki Altın ve Platin madenlerinden ve Batı Afrika'da Gine'deki Boksit madenlerinde gerçekleşti. ABD-Çin rekabetinin önemli cephelerinden biri olan Kongo da geniş ve kilit öneme sahip coğrafyasının yanı sıra trilyonlarca dolarlık ekonomik değerle ifade edilen maden rezervlerine sahip bir ülke. İngiliz Amerikan ve Alman şirketlerinin büyük yer tuttuğu kıtadaki talan tarihe damgasını vuran toplumsal çatışmalara da neden oldu. Afrika'nın darbeler ülkesi olarak anılmasının bu emperyalist kapışma ile yakından ilişkisi var. Üstelik Afrika'daki madencilik faaliyetlerine ilişkin raporlar da oldukça kısıtlı. Hazırlananlar da gerçekleri yansıtmıyor. Londra Maden Dayanışması konuya ilişkin şöyle diyor: "Bunlar büyük şirketler tarafından bölgede olan biteni rapor etmekle görevli maaşa bağlanmış kişiler. Maden şirketleri bölgede hem yargılayan hem de yargılanandır. Şirketler tarafından programlanan sosyal kalkınma projeleri gerçek sorunları görmeyen insanlara ısmarlanmış ve parayla satın alınmış hizmetler ve bu durum bölge halkı adına konuşmaya kadar varmaktadır. "

DÜNYANIN EN ZENGİN 10 MADEN ŞİRKETİ

1. Barrick Gold: Merkezi Kanada'da olan dünyanın en büyük altın madenciliği şirketidir. Şirketin Arjantin Avustralya Kanada Şili Dominik Cumhuriyeti Papua Yeni Gine Peru Suudi Arabistan Tanzanya ABD ve Zambiya'da madencilik faaliyetleri bulunuyor.

2. Newmont Mining: ABD'nin Colorado eyaletindeki Greenwood Village merkezli 1916'dan beri faaliyet yürütüyor. Latin Amerika'dan Güney Afrika'ya pek çok yerde faaliyeti var.

3. Anglo Gold Ashanti: Limited küresel bir altın madenciliği şirketi. 2004 yılında AngloGold ve Ashanti Goldfields Corporation'ın birleşmesiyle kuruldu.

4. Gold Colp: Yine Kanada merkezli bir altın şirketi.

5. Kinross Gold: 1993 yılında kurulan ve merkezi Toronto Ontario Kanada'da bulunan Kanada merkezli bir altın ve gümüş madenciliği şirketi.

6. NewCrest Mining: Avustralya merkezli olan şirketin faaliyetleri Endonezya'da yoğunlaşıyor.

7. Gold Fields: Merkezi Güney Afrika Cumhuriyeti'nin en büyük şehri Johannesburg'da bulunan şirket hem Johannesburg Borsası hem de New York Borsası'nda işlem görüyor.

8. Polyus Gold: Rusya merkezli olan şirketin madenleri Krasnoyarsk ve İrkutsk bölgelerinde bulunmakta. Ama genel olarak şirketin tüm faaliyetleri Sibirya'da gerçekleştirirken Kazakistan'da da projeleri bulunuyor.

9. Agnico Eagle: Kanada merkezli şirket Meksika ve Finlandiya'da faaliyetlerini yoğunlaştırıyor.

10. Sibanye Gold: Gold Fields şirketinden kopan şirketin merkezi Güney Afrika. Sibanye-Stillwater olarak yeniden düzenlenen şirkette ABD'nin payı büyük.

Raporun İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.

https://justice-project.org/the-canada-brand-violence-and-canadian-mining-companies-in-latin-america/

https://www.birgun.net/haber/kanada-maden-sirketlerinin-karanlik-sicili-hem-yagmaliyorlar-hem-olduruyorlar-264886

================================

İSMAİL ÖREN* : KAZDAĞLARINDA ALTIN ARAMA OLAYI İLE İLGİLİ SİZLERE BİLGİ VERMEK İSTİYORUM.

*CANAKKALE'DE YAŞAYAN KARA HARP OKULU 1976 MEZUNU BİR EMEKLİ SUBAY(Kişiyi bilmem tanımam...)

Değerli arkadaşlarım

Ülkemizin gündemini meşgul eden

Kazdağlarında altın arama olayı ile ilgili sizlere bilgi vermek istiyorum.2014 yılından beri bu olayı takip ediyorum

Bir derneğimiz var. Bu dernek bölgedeki bütün çevre olaylarına müdahil oluyor. Hukuki girişimlerde bulunuyor. Ben de bu dernek hafızasındaki bilgilerden bir özet sunacağım.

Öncelikle takip süreci yeni değil 2004 yılından beri devam ediyor. Yapılabilecek bütün İdari ve Hukuki girişimlerde bulunuldu. Zaten onun için 15 senelik bir mücadele süreci var. Çanakkale ve Balıkesir hudutları içinde Kaz dağları ekolojik sistem alanında 43 tane arama ruhsatı var. Gündeme gelen 312 nolu alan Balaban tepe bölgesindeki sahadır.

Meclise bir önerge verilerek bir Komisyon kurulup Kaz dağlarındaki ağaç katliamının araştırılması istendi. Eğer takip edebildiyseniz 17 veya 18 Temmuz 2019 günü AKP ve MHP oyları ile bu önerge ret edildi. Aslında İdari mahkemeden yürütmenin durdurulması kararı alınmıştı. Bu karara karşı firma üst mahkemeye itiraz etti. Ne hikmet ise Meclisteki araştırma önergesi ret edilince Üst Mahkeme de hemen

Yürütmeyi durdurma kararının yürütmesini durdurdu.

Artık idari ve hukuki olarak yapabilecek bir şey kalmayınca eylem yapılmasına karar verildi. Bu eylem kararı çok da destek gördü. Halen çalışma yapılan alana karayolu ile on km kadar mesafede Atikhisar barajı var. Çanakkale bu barajdan içme ve kullanma suyunu temin ediyor.

DSİ ile Çanakkale Belediyesinin yaptığı Protokole göre içme ve kullanma suyunun temizliğinden kullanılabilirliğinden Çanakkale belediyesi sorumlu. Belediye bu sorumluluk hakkını kullanarak bu eylemin destekçisi takipçisi ve tarafı oldu. Bölgedeki katliam ise mahkeme sürecine rağmen başlamıştı

Dört sene önce bölgede kendi çapımızda bir eylem yapıldı.

Bunun yanında civar köy ve ilçelerde bilinçlendirme çalışmaları yapıldı. Aslında hiç boş durulmadı. Zaten mahkeme süreci devam ediyordu. Ama 18 Temmuzdan sonra böyle bir eylem çağrısından başka çaremiz kalmadı. 26 Temmuz 2019 günü bölgeye çadırlar kuruldu.

"Vicdan ve Su Nöbeti" miz başladı. Bir komitemiz var. Her eylem ve hareket bu komitenin süzgecinden geçiyor. Kimse başına buyruk hareket etmiyor. Gerçekten çok başarılı bir eylem devam ediyor.

Eylemin on birinci gününde 15 bin civarında vatandaşımızı bölgeye getirebildik. Kırktan fazla milletvekili vardı. Sanatçılar geldi. Sırf eylem için Fransa'dan gelenler bile vardı. Şu anda 220 civarında çadır var. Gece gündüz bölgedeyiz. Gelen ziyaretçi ve misafirlerimize bilgiler veriliyor. Katliam alanı gezdiriliyor. Yeryüzü soframız var. İmkânlarımız nispetinde kimseyi aç susuz bırakmadan ağırlayabiliyoruz.

Buradaki hareket tarzımız ve hedefimiz Vatandaşlarımızın çevre bilinçlerini geliştirebilmek. Onları sağ sol O parti bu parti demeden bir sofra etrafında toplayabilmek.

Kimseyi ötekileştirmeden herkesin muhtaç olduğu çevre sağlığı etrafında birleştirebilmek. Onun için bölgeyi terk etmiyoruz. Yerinde göstererek anlatarak misafirlerimizi ağırlıyoruz.

Ümit ediyoruz ki bu eylem son haddine kadar desteklensin. Burada bir ruhsat bölgesini belki kaybederiz. Ama bölgede 17 tane daha sadece altın ve gümüş arama ruhsatlı alan var. Bari onları kurtaralım. Saldayı kurtaralım. Munzurları kurtaralım. Bir sürü ruhsat verilmiş alanları kurtaralım. Bu eylem sadece Kaz dağlarını kurtarma eylemi değil ülkemizi talancılardan kurtarma eylemidir.

Yeraltı zenginliklerinin çıkarılmasına elbette karşı değiliz. Ama bu 18 bölge altın ve gümüş ruhsatlı. Yani siyanür kullanılacak. Hem de Kazdağları gibi ekolojik ve mitolojik bir bölgede. Biliyoruz ki ruhsat alan firmalar her türlü girişimde bulunacaklar. Onlar süreci profesyonelce yürütüyorlar. Sabırlılar. Siyasetçiyi yanlarına almayı biliyorlar

Onlar varoluş karakterlerinin gereğini yapıyorlar

Onları yola getiremeyiz. Ama oyumuza muhtaç olan siyasetçileri yola getirebiliriz. Onun için herkesin desteğine ama sürekli desteklerine ihtiyacımız var.

Ağaç az mı kesildi çok mu? Orası Kaz dağı mı değil mi? Gibi polemikler bizi hiç ilgilendirmiyor

Şunu biliyoruz ki bu bölge Kazdağı değil Kazdağlarlarıdır. Tıpkı Toroslar gibi Istrancalar gibi. Kesilen ağaç ise 200 binin çok üzerindedir.

Bizler sizler gibi sağlıklı bir çevrede yaşamak istiyoruz.

Çanakkale'den sevgilerimizle desteklerinizi bekliyoruz.

İsmail Ören

================================

TAPU GÜVENCESİ KALKIYOR…

Tapu Güvencesi kalkıyor…

Torba yasa taslağı ile kentsel dönüşüm alanlarında imar hakları menkul değere dönüştürülerek imar borsasında şirketlerce alınıp satılabilecek. Mimarlar Odası Başkanı Muhcu Tapu yurttaş için güvence olmaktan çıktı diyor

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan 67 maddelik torba yasa taslağı imar hakları ve kentsel dönüşüm alanlarında önemli değişiklikler getiriyor. Yeni düzenlemeye göre 6306 sayılı yasa kapsamında afet riski altındaki alanlar kentsel dönüşüm alanları jeolojik açıdan sakıncalı bölgelerdeki gayrimenkuller sertifikalandırılarak menkul değere dönüştürülecek ve bu sertifikalar oluşturulacak imar borsasında alınıp satılabilecek. Yine imar planı kararlarıyla yurttaşların gayrimenkul hisselerindeki değer artışı menkule dönüştürülerek transfer edilebilecek. Torba yasa taslağındaki düzenlemeleri konuştuğumuz Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu düzenlemenin yurttaşların mağduriyetine yol açacağını söylüyor. Muhcu Tekelleşmiş gayrimenkul yatırım ortaklıkları ve inşaat şirketleri lehine zorla el koyma süreçleri kolaylaşırken vatandaşların tapu ile güvence altında olan barınma hakları ortadan kaldırılıyor dedi.

SERTİFİKA VERİLECEK

Düzenlemenin bir imar borsası oluşturulması ve bu borsanın piyasa kurallarına göre işletilmesi esasına dayandığını belirten Muhcu Kentsel dönüşüm uygulamalarında yapılan kamulaştırmalarda kamu idareleri vatandaşlara tapu niteliğinde olmayan sertifikalar vererek gayrimenkul haklarını menkule dönüştürecek. Yasa taslağında belirtilmemiş olsa da gayrimenkul hakları yerine verilen bu sertifikaların uluslararası piyasaya sürülmesi dahi söz konusu olabilecek. Vatandaşların haklarının riske atılması dava açma ve haklarını takip etme olanaklarının zayıflatılması söz konusu dedi.

TAPU GÜVENCESİ KALKTI

Yasa taslağına göre kamu idareleri bir alan için imar planı veya plan tadilatı yaptığında oluşan değer artışının yüzde 40ının kamuya aktarılması öngörülüyor. Bu payın ödenmesi için yurttaşların tapusu ipotek altına alınacak. Muhcu Vatandaşın mali durumunun bu payı karşılamaya uygun olmaması halinde vatandaşın mülkiyet haklarını yine bir sertifika haline getirip imar borsasına aktarabilecek. Kamu idaresi imar planı yaptığında bir alanı kamulaştırdığında bir binayı riskli yapı ilan edip yıktığında vatandaşların hakkını menkule dönüştürebilecek. Dolayısıyla tapu güvence olmaktan tamamıyla çıkıyor. Vatandaşın hakları imar borsasında risk altına giriyor dedi.

***

BAKANLIĞIN YETKİLERİ GÜÇLENDİRİLDİ

Torba yasa taslağının kentsel dönüşüm karar ve projelerini hızlandırmak ve merkezileştirmek amacıyla gündeme getirildiğini belirten Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu torba yasa taslağındaki pek çok düzenlemenin yerel yönetimlerin yetkilerini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı lehine gasp ettiğini belirtti. Muhcu taslaktaki diğer düzenlemeleri ise şöyle yorumladı:

>>Torba yasa taslağına giren Bakanlık tarafından yapılacak mekansal strateji planları ile yerel yönetimlerin planlama sürecinin dışına atılması taslakta güçlendirildi. Türkiyenin imza attığı AB kentsel şartı ve AB yerel yönetim şartı ile devlet tarafından güvence altına alınacağı taahhüt edilen yerinde yönetim ilkesine aykırı bir düzenleme getiriliyor.

>>Yerel yönetimler planlama sürecine bağlı olarak 30 gün içerisinde yapılara ruhsat ve iskan vermemesi halinde bu belgeler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlükleri trafından verilebilecek. Daha önce afet riski altındaki alanlar ile kentsel dönüşüm alanı kararlarıyla ruhsat ve iskan haklarına müdahale edilmişti. Bu taslakla bütün alanlarda Bakanlık yetki sahibi oldu. Muhalefet belediyelerinin merkezi hükümetin plan ve ruhsat kararlarını hukuka yerel koşullara aykırı görerek ruhsat vermemesinin önüne geçildi.

>>Plan yapma yetkileri Bakanlığa bağlandı. Bakanlık isterse yerel yönetimlerin yaptığı planları yok sayarak başka plan yapıp yürürlğe sokabilecek.

>>İmar planları yapıldığında oluşan değer artışının yüzde 40ının kamuya aktarılması öngörülüyor. Bu yüzde 40lık payın yüzde 70i Çevre ve Şehircilik Bakanlığına kalan yüzde 30u ise Büyükşehir Belediyesi kapsamındaysa ilçe ve büyükşehir belediyesi tarafından bölüşülecek. Ancak imar planı Bakanlık tarafından yapılmışsa bu değer artışının tamamı Bakanlığa kalacak. AKP yerel yönetimleri söz konusuysa yüzde 30luk pay yerel yönetimlere aktarılırken muhalefet partilerinin belediyesiyse Bakanlık isterse değer artışının tamamına el koyabilecek.

>>Yapı denetimi kuruluşları yerine kadrosu mimar ve mühendislerden oluşan bir sermaye kuruluşu olarak tariflenen teknik müşavirlik kuruluşları kurulacak. Bu kuruluşlar yıkım işleri proje denetimi ve yapı denetiminden sorumlu olacak; riskli yapı tespiti ve yıkım raporu hazırlanması işlerini üstlenecek. 2001de çıkarılan kanunla yapı denetimi özel kuruluşlara verilmişti. Geçmişte zaafa uğratılan kamu denetimi şimdi tamamen ortadan kaldırılıyor. Yapı denetimi hem özelleştiriliyor hem tekelleştiriliyor.

>>Mimar mühendis ve plancıların telif ve müelliflik hakları ortadan kaldırılıyor. Bina cepheleri mimarın onayı olmadan değiştirilebilecek. Cephede yerel malzemelerin kullanılmasına ya da Osmanlı Selçuklu taklidi yapı ve sokak siluetleri oluşturulmasına karar verilebilecek.

http://www.ensonhaberturkiye.com/t

https://resistancehonorable.blogspot.com/2017/02/tapu-guvencesi-kalkyor.html

================================

NECDET BULUZ : DÜŞMANLIĞIN BÖYLESİ…

2 Ağustos 2019

Yıllardır oynan oyuna yenileri eklenmeye başladı. Amerika'nın Suriye'nin kuzeyinde terör örgütlerine olan yardım ve desteği bütün hızı ile sürüyor. Türkiye sınırı boyunca kanallar kazan ve tırlar dolusu Amerikan silahları güçlenen YPG/PKK'lılar neredeyse Türkiye'ye meydan okumaya başladı.

Amerika İngiltere ve İsrail'in ortaklaşa yürüttüğü algı operasyonunda Türkiye'nin köşeye sıkıştırılması planları bulunuyor.

Olayların seyrine baktığımızda oynanan oyunun iç yüzünü bütün çıplaklığı ile görebilmekteyiz.

ABD Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna yönelik harekatını önlemek için yeniden DEAŞ silahına sarıldı. BM ve Pentagon "DEAŞ canlanıyor' temalı raporlar yayımladı. Batı basını PKK'yı DEAŞ ile mücadele eden bir güç olarak pazarlıyor. DEAŞ da 20 gündür Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgesine saldırılarını artırdı.

Son günlerde birbiri ardına yayınlanan rapor ve haberlerle 2 ay önce "bitti" denilen DEAŞ'ın yeniden güçlendiği öne sürülüyor. Küresel medya kuruluşlarının da geniş yer ayırdığı raporlarla "Türkiye'nin YPG/PKK'ya müdahalesinin DEAŞ'ın işini kolaylaştıracağı" mesajı veriliyor.

İlk rapor Temmuz ayı sonunda terör örgütü YPG/PKK ile skandal bir anlaşma imzalayan Birleşmiş Milletler'den geldi. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres tarafından duyurulan raporun ana teması "DEAŞ saldırıları geçici olarak durdu önümüzdeki dönemlerde artabilir" oldu. Terör örgütünün Suriye'deki gizli şebekesinin yayıldığı hücrelerin vilayet düzeyinde kurulduğu ve terör örgütünün Irak ve Suriye'de yeni koşullara uyum sağlayarak yeniden canlanması için gereken şartları oluşturmaya başladığı iddia edildi.

Guterres "DEAŞ Tehdidi" adlı raporunda 2017 yılından sonra aldığı ağır darbeler nedeniyle büyük kayıplar veren DEAŞ'ın saldırılarının son dönemlerde azalmasını geçici olarak nitelendirdi. Örgütün halen 300 milyon dolar civarında bir servete sahip olduğunu kaydeden Guterres örgütün bu parayı Irak ile Suriye'de terör eylemleri gerçekleştirmek için kullanabileceğini belirterek rgüt para transferi için resmi olmayan kurumların adını kullanabilir" uyarısında bulundu.

İngiliz The Guardian gazetesi de geniş kapsamlı rapora ilişkin detaylar paylaştı. Gazeteye göre raporda "DEAŞ saflarında savaşmaya giden ve sağ kalmış olabilecek 30 bin yabancı terörist olduğu" iddiası yer aldı. Raporda örtülü olarak Türkiye'ye suçlamalar yöneltildi: "DEAŞ üyeleri Türkiye'ye kaçabilir bazıları El-Kaide'ye katılabilir bazıları ortaya çıkabilecek başka örgütlere girebilir. "

6 Agustos'ta da ABD Savunma Bakanlığı'ndan (Pentagon) benzer bir rapor geldi. Pentagon Başmüfettişi tarafından Kongre için hazırlanan raporda Amerikan askerlerinin Suriye'den çekilmeye başlamasının ardından örgüt militanlarının ülkede yeniden gruplar oluşturmaya başladıkları iddia edildi. Raporda DEAŞ'ın Suriye'deki "başkenti" Rakka'yı kaybetmesine rağmen bu ülkede ve Irak'ta yerel güçlerin zayıflıklarından faydalandığı öne sürüldü.

Raporda Türkiye'nin talebi üzerine alınan "Suriye'den çekilme" kararı da eleştirildi. Raporda "ABD askerlerinin sayısının azaltılması Suriye'de ortak güçlerin DEAŞ'ın yeniden ortaya çıkmasına karşı daha fazla eğitim ve donanıma ihtiyaç duyduğu bir dönemde bu güçlere verilen desteği azaltmıştır" ifadeleri kullanıldı. Raporda örtülü bir tehdit de yer aldı. Raporda "ABD'nin asker sayısını azaltması SDG dahil olmak üzere bölgede ABD destekli güçlerin Washington'dan uzaklaşıp alternatif ortaklıklar ve kaynaklar arayabilir" denildi.

İsrail Jeru Salem Post gazetesi de DEAŞ'ın yeniden canlanabileceği yönünde bir haber yaptı. Suriye'de kötü durumdaki kamplarda kalan en az 45 bin kişi olduğu ve bunların yeniden DEAŞ'a katılabileceğini iddia etti. Haberde bu teröristlerin SDG/PKK'lılar tarafından kontrol altında tutulduğu vurgusu da dikkat çekti. İngiliz kamu yayın organı BBC de küresel algı operasyonuna dahil oldu. YPG/PKK kontrolündeki hapishanede tutulan İlyas Aydın adlı DEAŞ'lı bir teröristle yapılan röportajda Türkiye'ye suçlamalar yöneltildi. Terörist Aydın'ın da röportajda aynı tezi savunması dikkat çekti: "DEAŞ'ın Irak ve Suriye'de kayıtlı 120 bin askeri vardı. İşlerin kötü gittiğini görenler ya da anlaşmazlığa girenler kaçtı. Belki 10 bini gitti. 10 bini de öldü. Hadi diyelim yarısı öldü. 7 bini Rojava'da. Nerede olduğu belirsiz 20-30 binin üzerinde adam var. Yayıldılar; hastalık yayıldı.

Ardı ardına yayınlanan raporları desteklemek için DEAŞ da yeniden sahaya sürüldü. Suriyeli muhalifler İdlib Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgesine 3 bin civarında DEAŞ'lı terörist yollandığını iddia etti. Raporlara pararel olarak son 20 günde DEAŞ'ın saldırılarında da dikkat çekici bir artış yaşandı! Örgüt Suriye ve Irak'ta günde ortalama 5 bombalı-silahlı saldırıya imza attı. Terör örgütü PKK/YPG ise DEAŞ kamplarında bulunan 6 bin civarında teröristi Türkiye'ye karşı savaşa ikna etmeye çalışıyor. Örgütün ailelerini bırakma karşılığında ikna ettiği teröristleri sınır bölgelerine yolluyor.

Özetleyelim:

Türkiye yanı başında oynanmakta olan bu oyunları artık seyretmek istemiyor. Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerek Milli Savunma bakanı Akar gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu " Ne pahasına olursa olsun yanı başımızdaki terör örgütlerini dağıtmaya ve tehdit olmaktan çıkarmaya kararlıyız" mesajları veriyor.

Bu kararlığı destekliyor ve devam etmesini diliyoruz.

necdetbuluz@gmail.com

www.facebook.com/necdet.buluz

https://www.turkishnews.com/tr/content/2019/08/12/dusmanligin-boylesi-2/

================================

AHMET ERCAN : ALTIN KONUSUNDA SOYGUNUN BOYUTU GÖRÜNENDEN ÇOK BÜYÜK

İşletme izni üzerinden Çok Uluslu Şirket (ÇUİŞ) Borsa hissesi çıkarır. Bu hisseler yabancı ülkelerde satılır. Buradan olağanüstü ilk kazanç elde edilir. Bu kazanç 1'e 10 ile 1'e 50 dolayındadır...

12.08.2019 22:07

Prof. Dr. Ahmet Ercan'ın ilki dün yayımlanan yazısının devamı:

Borsa'ya Sürüm: İşletme izni üzerinden Çok Uluslu Şirket (ÇUİŞ) Borsa hissesi çıkarır. Bu hisseler yabancı ülkelerde satılır. Buradan olağanüstü ilk kazanç elde edilir. Bu kazanç 1'e 10 ile 1'e 50 dolayındadır.

Pay Satışı: ÇUİŞ işgüder güven duyulan bir kişiyi özellikle de varsa Türk kökenli bir yabancıyı yönetici-CEO olarak takımına katar. Bu kişi ÇUİŞ'in ülkede kimlerle hangi işletmecilerle iş birliği yapacağını belirler. Seçilen yerli işletmenin ülkeyi yöneten kimse ya da çekirdek takımla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi vardır. ÇUİŞ artık bu yöneticiyle tüm engelleri aşar. ÇUİŞ işletmenin yüzde 10 ile 20 gibi payını bu yerli işletmeye büyük bir paraya satar. Bu satıştan yeniden kazanır. Yerli işletme de bu parayı genelde bir kamu bankasından sağlar/sağlatılır.

Çevre Etki Değerlendirmesi ÇED Bildirgesi: ÇUİŞ'in yararına olacak biçimde ÇED'i düzenleyecek yerli kuruluşa ÇED bildirgesi CEO ya da yerli işletmecice ayarlanır. Bu konuda gerekliyse işin içinde olan siyasiler yasal düzenlemeler yaparak değişikliklere gidebilir.

Halkla İlişkiler: İşletmenin açılacağı yöreden; jeofizik jeoloji maden ile işletme mühendisleri işe alınır. İşletmenin başına da her denilene evet diyecek bir işletmeci müdür olarak atanır. Böylece tüm takım Türk izlenimi yaratılır. İşletme açılacak yerler dolayından köylerden muhtar aracılığıyla köylüler işçi olarak işe alınır. Bunlar eğitimden geçirilir. Küçük paraya çalışan bu yoksullar artık ÇUİŞ'in yerli güçleri savunucularıdır. Köye cami imama ev ile huzur hakkı çeşme yol okul yurt Kuran kursu yol gibi alt yapılar yaparak göz boyarlar İmam ile Muhtarı böylece yanlarına çekerler. Birkaç çocuğa öğrenimlik-burs verilir. Bütün bunları işletme müdürü ayarlar. Çevreci kalkışmaları önlemek için çevrecilerden satın alınabileceklere çıkar (iş para) sağlanarak edilgen-pasif duruma getirilir. Kimi bilimciler sözde danışman alınır onlar üniversitelerde kamuoyu yaratırlar. Kimi gazete ile gazeteciler satın alınır onlara "yabancı yatırımcılar çıkarına" yazılar yazdırılır konuşmalar yaptırılır. Kilit bürokrat toplum önderi belediye başkanları siyasiler gibi kişilere yurt dışı gezileri düzenlenir. Bu işletmenin ülke çıkarları için olacağı anlatılır. Artık onlar da işletmeyi savunur durumu geçerler.

İşletme: Varsa işletme alanında ormanlar köylüye kestirilir köylü hem para kazanır hem de yakacak satacak odun gerekirse köyler taşınır. Kazma vurulur işletme başlar. İlk üretim yapıldığında bu hemen borsaya bildirilir. Borsada hisseler birden artarak ÇUİŞ'in sanal kazancı 1'e 10 ile 1'e 100 oranında artar. İşletmede devletin payı göstermelik olacak kadar küçüktür(%4 gibi). Halk sanır ki ÇUİŞ'in yalnızca kazancı çıkan töz-madendir. Bu işin kapsamında hisse ile pay satışından gelen kaymaklı gelirden neredeyse hiçbir bilgisi yoktur. O yalnızca; ağaç siyanür kirlenme gibi konularıyla uğraşır. Gördüğü yalnızca buzdağının su üstünde görülenidir.

Pazarlama: İşletme en az 3 ile 4 yıl zarar göstererek devlete gelir vergisi vermez. Bazı işletmeler de önceden yapılan yasal düzenlemeyle KDV bağışıklığına girerek ödeme yapmazlar. Üretilen ürün ÇUİŞ'in edinimindedir. Bu ürünü (altın ya da ötekiler) yerli pazara uluslararası ederiyle satarlar. Böylece sömürülen ülke kendi malını para vererek yabancıdan satın almış olur. ÇUİŞ isterse ürünü dışarıya satar. Yeryüzünde altın ederi arttıkça işletmenin değeri de artar. Kazanç 1'e 500 1'e 1000'i bulmaya başlar. Eğer ülke içinde ulusalcı bilinçli satın alınamayan bir çevreci kalkışma başlarsa ÇUİŞ işletmeyi katlı katlı kazançla yönetimle göbek bağı olan yerli işletmeye satarak ülkeden çıkar. Çevreciler buna yerli işletmeye geçti diye genelde ses çıkarmazlar. Çevrecilerin çoğu susar. Bunun bir örneği Bergama Ovacık'ta Newmount Eurogold Kozapek işletmesine dönüşümü gösterilebilir. Ötekilerin adlarını tek tek saymaya gerek yok. Artvin Gümüşhane Çanakkale Bursa Kütahya Balıkesir Kırklareli Aydın Kastamonu Sinop Giresun Samsun Rize Hakkari Van Bitlis Muğla İzmir Manisa ile öteki illerde soygun tıpa tıp birdir. HES kızık-jeotermal içme/sulama suları taşocakları krom nikel manganez bor ile öteki kaynaklarda sorun hep benzerdir.

Ülke bizim arayan biz bulan biz çıkaran biz işçi biz ürün yabancının.

4 - Sorun: Özet olarak sorun; sanıldığı gibi siyanür ağaç kesimi kirlenme ile tarımın bitirilmesinden de öte ülke ile ülkenin kaynaklarının oytarılarak bitirilmesi satılması ÇUİŞ'lere pazarlanmasıdır. Çevreci direniş karşı duruşunu bu çizgiye oturtması gerekir.

Bu sorun yalnızca altın işletmeciliğinde değil tüm tözlerde-madenlerde taş ocaklarında mermerde kayayağı-petrol ile uçun-doğalgaz HES kızıklarda-geothermal zeytin alanlarında arkeolojik aramalarda böyledir.

Soygunun boyutu görünenden çok büyüktür. Ekrem İmamoğlu örgütlenmesinden sonra Kazdağları kalkışması ilk kez bu boyutta yapılan çok başarılı yurtsever bir duruştur. Türkiye soygununa biz dur demezsek kim der?

Çözüm Atatürkçü ulusalcı yönetim yapılanmasıdır.

*** 8-9 Yıl önce ULUSAL KANAL TV'de neredeyse bir yıl boyunca YERALTI KAYNAKLARI SOYGUNU diye bir program yapmıştım. Ankara yönetiminin yaptığı baskıyla programa son verilmişti. İsteyen Youtube'dan izleyebilir. Ya da Ulusal Kanal'dan videolarını alabilir.

Prof. Dr. Ahmet Ercan

Odatv.com

https://odatv.com/altin-konusunda-soygunun-boyutu-gorunenden-cok-buyuk-12081909.html

================================

FEHİM TAŞTEKİN : KÜRTLERİN ANKARA'YA ÖNERİSİ KİLİDİ AÇAR MI?

Temmuz 31 2019

Kürt tarafı beş kilometre derinliğinde güvenli bölge YPG'nin çekilmesi ve ağır silahların uzaklaştırılmasını içeren öneri sundu. "Afrin şartı" da Türk askeri değil milislerin çekilmesiyle sınırlandırıldı.

Temmuzun başında tam da İslam Devleti (İD) üzerine onlarca ülkeden uzmanların katılımıyla Amude'de bir konferans düzenlenirken Türkiye bir kez daha sınır hatlarına tanklar yığarak Fırat'ın doğusuna girme kararlılığını tekrarladı. Güvenlik bölgesine dair pazarlıklar sürerken Washington üzerinde baskıyı tırmandırma hamlesi olarak görüldüğü için artık sınırın altında da üstünde de tank paletleri yürek hoplatmıyor. Buna karşın tehditlerin sıradanlaştığı bu süreçte diplomasi alanı heyecan yaratan bir Kürt açılımına tanıklık ediyor. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey'nin 22 Temmuz'daki son Ankara turundan başka bir şey çıkmamış olabilir. Fakat Kürtlerin Jeffrey'nin arabuluculuk yaptığı dolaylı görüşmelerde Milli İstihbarat Teşkilatı'na (MİT) sundukları bir öneriyle Amerikalıların elini rahatlattığı ve manevra alanı açtığı anlaşılıyor.

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Kobani (Ferhat Abdi Şahin) Haseke'deki karargâhında bize verdiği mülakatta MİT temsilcileriyle temaslarına açıklık getirirken güvenli bölgeyle ilgili Türkiye'ye sundukları önerinin ayrıntılarını paylaştı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın aralıkta birkaç gün içinde Fırat'ın doğusuna gireceklerini açıklamasının ardından "Biz savaş istemiyoruz. Erdoğan ne istiyor?" diyerek Amerikalılar aracılığıyla görüşme talep ettiklerini anlatan Kobani çözüm olarak beş kilometre derinliğinde bir güvenli bölge planı sunduklarını ve Türk ordusunun buraya girişiyle ilgili birkaç koşul getirdiklerini söyledi. Kobani'nin verdiği bilgilere göre önerinin ana hatları şöyle:

Türkiye'nin istediği 30 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge olamaz. Ama beş kilometre olabilir.

Halk Savunma Birlikleri (YPG) beş kilometrelik alandan çekilir. Bu alana "yerel askeri meclis" olarak oluşturulan güçler yerleşir.

YPG beş kilometre içindeki ağır silahlarını çekebilir. Menzili Türkiye'ye ulaşan silahlar da çekilebilir. Hatta 20 kilometre menzilli silahlar da 20 kilometre uzağa indirilir.

Buna karşılık Türkiye saldırmayacağını taahhüt eder.

Bu alanda uluslararası gözlemciler yer alabilir.

Türkiye uluslararası gözlemcilerin parçası olamaz. Uluslararası gücün tarafsız olması gerekir.

Türkiye'nin uluslararası güçte yer alması ancak şu şartla mümkün olabilir: Afrin'den çıkartılan insanlar geri dönmeli; Afrin'e yerleştirilen siviller ve milis güçler çıkartılmalı; el konulan mal ve mülkler iade edilmeli; bu süreç Afrin Sivil Meclisi'nin kontrolünde yürümeli ve uluslararası güvence olmalı. Eğer bu konuda gelişme olursa Türk askeri de devriyelere katılabilir.

Türkiye'nin istediği şekilde (Fırat Kalkanı ile birlikte hareket eden) milis güçleri bölgeye giremez. Ancak bu bölgeden ayrılmış sivillerin geri dönüşünde bir engel yok.

Mazlum Kobani bu önerileri Jeffrey aracılığıyla sunduklarını MİT temsilcileriyle dolaylı görüşmeler yaptıklarını MİT ile doğrudan görüşmelerin sadece geçmişte Kobani sürecinde gerçekleştiğini ve MİT Başkanı Hakan Fidan'ın bu görüşmelerde yer almadığını belirtti.

Mazlum Kobani Türk askerinin Afrin'den çıkması yönünde bir ön şartın olup olmadığı sorusuna "Türk askerinin Afrin'den çıkması ile ilgili bir şart koşmadık. O daha sonraki bir meseledir. Muhatap ABD'dir. Şu ana kadar herhangi bir gelişme yok. Top artık Türkiye sahasındadır" yanıtını verdi.

Mazlum Kobani olası müdahalenin hedefi ve genişliği ile ilgili de "Türkiye'nin stratejisi gelip Girê Spî (Tel Abyad) ve Kobani'yi alıp durmaktır" öngörüsünde bulundu. Türkiye Mazlum Kobani'nin işaret ettiği Suruç ile Tel Abyad'ın karşısındaki Akçakale arasındaki 60 kilometrelik sınır boyunca iki mekanize iki zırhlı ve iki komando tugayı konuşlandırmış bulunuyor.

Mazlum Kobani bir mutabakatın çıkmaması ve müdahalenin başlaması halinde ne yapacaklarına dair de şunları söyledi: "Tutumumuzu belirlemiş hazırlıklarımızı da yapmışız; savaşacağız. Fırat'ın doğusu Afrin gibi olmayacak. Doğu Fırat ile Afrin birbirine benzemez. Biz Afrin sürecinde stratejik bir karar aldık. Bu savaşın yaygınlaşmasını istemedik. Savaşı Afrin ile sınırlı tutmak istedik. Bizim açımızdan Doğu Fırat'ta öyle olmayacak. Türk ordusu herhangi bir yere saldırırsa bu büyük bir savaşa dönüşecek. Mesela Girê Spî'ye (Tel Abyad) saldırırsa Derik'ten Menbic'e kadar bir savaş cephesi oluşur. Bu bizim kararımızdır. Herkese söylemişiz. Türkiye de biliyor Amerika ve Fransa da. Bize saldırı olursa 600 kilometrelik sınır savaş alanına dönüşür; Suriye'de ikinci iç savaş dönemi başlayacak demektir. "

Mazlum Kobani ABD'nin NATO müttefikiyle farklı bir uzlaşmaya varması ihtimaline karşın olası tutumları konusunda da "Mesele güvenip güvenmemek değil bu Amerika'nın sorunu. Biz tutumumuzu belirlemiş hazırlıklarımızı da yapmışız. (...) Biz SDG olarak bir anlaşmayı sabote eden taraf olmak istemiyoruz. Türkiye ile savaş istemiyoruz. Sadece kendimizi savunacağız" dedi.

Jeffrey Ankara'ya geldiğinde CENTCOM Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie ABD'nin özel temsilci yardımcısı William Roebuck ile birlikte Kobani'de Mazlum Kobani ile bir araya geldi. Bu McKenzie'nin göreve geldikten sonra ilk Suriye ziyaretiydi.

Jeffrey'nin temaslarından Türkiye'nin beklentilerini karşılayan bir formül çıkmazken SDG Basın Merkezi Mazlum Kobani'nin koalisyonla uyum içinde oldukları vurgusunu yaptığı şu açıklamasını geçti: "SDG ile uluslararası koalisyon ele alınan ve tartışılan başlıklar konusunda çoğunlukla hemfikirdir. "

Al-Monitor'a konuşan bir Kürt kaynak Kobani'deki toplantıya ilişkin "Türkiye'nin bu alana saldırmasına izin verilmeyeceği vaadinde bulunuldu. Bu sadece ABD değil bütün koalisyon güçlerinin ortak fikri. Fransızlar ise müdahaleyi önleyecek pratik tedbirler alınmasını da istiyor" dedi.

Türk ve Amerikan tarafları diyalogu sürdürmede karar kılarken birkaç gün sessiz kalan Erdoğan da 26 Temmuz'da "ABD ile Suriye sınırları boyunca güvenli bölge oluşturmaya yönelik görüşmeler ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın Fırat'ın doğusundaki terör koridorunu paramparça etmekte kararlıyız" diye çıkıştı.

Ankara'nın masaya koyduğu formül 30-35 kilometre derinliğinde güvenli bölge oluşturulması buranın TSK'nin kontrolüne bırakılması hava sahasının Türkiye'nin kontrolünde olması Fırat Kalkanı'nın yedeğindeki Suriye Ulusal Ordusu bileşenlerinin konuşlanması ve bölgeden Türkiye'ye sığınmış Suriyelilerin bu koridora yerleştirilmesini öngörüyor. Ayrıca Menbic'in Türkiye'ye bırakılması konusundaki ısrar da sürüyor. Fırat'ın doğusunda Kobani Tel Abyad Serekaniye Amude Kamışlı ve Derik gibi sınıra yakın ya da bitişik bütün yerleşimleri içine alan bu stratejideki temel motivasyon Kürtlerin liderliğinde şekillenen özerk yapılanmanın tamamen dağıtılması. Hedef bu olsa da Mazlum Kobani'nin işaret ettiği gibi Türkiye mevcut koşullarda Tel Abyad ve Kobani ile de yetinebilir.

Birçok yorumcu Türkiye'nin taviz koparıncaya kadar sınır hatlarında baskıları sürdüreceğini ama ABD'den yeşil ışık almadan tek taraflı olarak Suriye'ye girmeyeceğini öngörüyor. Tabii bu oldubitti ihtimalini ortadan kaldırmıyor. Mazlum Kobani sınırın her iki tarafındaki güç yığılmasına dikkat çekerek "Bir gerilim var. Bu durum provokasyona zemin sunuyor. Herhangi bir hata bir kıvılcım ateşe dönüşebilir" uyarısında bulundu.

Nitekim diplomatik temasların sürdüğü gün Kürtlerin kontrol ettiği Serekaniye'den Urfa'nın Ceylanpınar ilçesine bir roket atıldı. SDG Sözcüsü Kino Gabriel roketi atan şahsın yakalandığını ve olayın karışıklık çıkarmak amacıyla yapıldığını açıkladı.

Bu bölümlerde bulundu: Suriye çatışması türk-kürt çatışması

Al Monitor-Türkiye'nin Nabzı bölümünün yazarlarındandır. Farklı gazetelerde çalıştıktan sonra uzun süre Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ajans Kafkas'ın kurucu editörüydü. IMC TV'de dış politika programı 'SINIRSIZ'ın daimi yorumcusuydu. Türk dış politikası Kafkasya Orta Doğu ve Avrupa Birliği konularında uzmanlaşmıştır. "Suriye: Yıkıl Git Diren Kal" "Rojava: Kürtlerin Zamanı" ve "Karanlık Çöktüğünde: IŞİD" adlı kitapların yazarıdır. Twitter: @fehimtastekin

Read more: https://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2019/07/turkey-syria-united-states-kurds-have-offer-for-safe-zone.html#ixzz5wa3gR Ixg

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2019/07/turkey-syria-united-states-kurds-have-offer-for-safe-zone.html

================================



- - - - - - - - - - - - -
a45UyF587661
- - - - - - - - - - - - -
0
- - - - - - - - - - - - -
0
- - - - - - - - - - - - -
0
- - - - - - - - - - - - -
0
- - - - - - - - - - - - -
Grup eposta komutlari ve adresleri :
Gruba mesaj gondermek icin : ozgur_gundem@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin : ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin : ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz : http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyraz.blogspot.com/

 



-------------------------------------------------
This free account was provided by VFEmail.net - report spam to abuse@vfemail.net
 
ONLY AT VFEmail! - Use our Metadata Mitigator™ to keep your email out of the NSA's hands!
$24.95 ONETIME Lifetime accounts with Privacy Features!
No Bandwidth Quotas!   15GB disk space!
Commercial and Bulk Mail Options!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder