4 Şubat 2015 Çarşamba

Prof. Dr. Ali Demirsoy : FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ AYDININ GIDASIDIR; TUTUCUNUN DEĞİL…

Hocamız Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy'un "FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ AYDININ GIDASIDIR; TUTUCUNUN DEĞİL…" adlı yazısını sayfa izleyicileri ile paylaşıyoruz.

Prof. Dr. Ali Demirsoy : FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ AYDININ GIDASIDIR; TUTUCUNUN DEĞİL…

Joseph Stalin, 1920-1953 yılları arasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin en katı ve despot lideriydi. Gerçi İkinci Dünya Savaşında en çok eziyet çeken liderlerden biriydi; neredeyse 25 milyon vatandaşı bu savaşta yaşamını yitirdi. Ülkenin batı kesimi neredeyse yakıldı ve yıkıldı. Stalin, bütün olumsuzluklara karşın, Sovyetlerin alt yapısını yeniden oluşturan ve ayağa kaldıran lider olarak bilinir.

Savaştın bitiminde batıda Sovyetlere önemli yerler verildi. Kapitalizmin tam tersi olan komünizm, batı için potansiyel bir tehlikeydi ve bu nedenle komünizmi yıpratmak için her yol denenmeye başlanmıştı. Tehlikeyi etkisiz kılabilmek için başta Stalin olmak üzere, Sovyet yönetimi sert, kanlı ve tam bir diktatörlüğe dönüştü. Fikir adamlarına karşı hoşgörülü olmadı. Bu nedenle aydınlarca hiç sevilmedi.

Stalin döneminde halkın büyük bir kısmı mutluydu, yediği yanında, yemediği arkasında, eğitim bedelsiz, sağlık bedelsiz, konut sudan ucuz, iş garantisi var; spor ve sosyal faaliyetler ve onlara katılım hiçbir dönemde görülemeyecek kadar mükemmeldi.

Halka Stalin'in döneminden sonra da defalarca soruluyor: En mutlu dönem hangisiydi diye? Çoğu Stalin dönemi diyor. Pekâlâ, iyi de, Stalin döneminde ifade özgürlüğü yoktu, nasıl oluyor da bu dönemde mutlu oldunuz? Verilen yanıtlar toplandığında şu sonuç ortaya çıktı: İfade özgürlüğü aydınların ekmeğidir, bizim değil (Teoman Dural, Haber Türk TV, 25.01.2014, saat11.30).

Tutucu kesim için en büyük baskı alışılagelmiş davranışlarını değiştirmeye zorlamadır. Değişmeye karşı en büyük direnç bu nedenle bu kesimde görülür.

Avrupa'da yakın zamanda (geçen yüzyılda) inanılmaz katliamlar oldu; kimse sormadı. İnsan Hakları Mahkemesi kurulmaya kalkışılınca, gerçekleşmemesi için en büyük direniş tutuculardan geldi.

Tutucuların çok önemli bir mantığı oluşmuştur: Ben senin kutsal bildiğin şeylere dil uzatabilirim; ancak sen benim kutsal bildiğim şeylere dil uzatırsan seni öldürürüm. Nerede kaldı fikir özgürlüğü? İnandığını tartışmaya açmaya yanaşmıyorsun; bunu kendine hakaret olarak görüyorsun. Ancak başkasının inancına saygı göstermediğin gibi, onu ilkel, basit, küfür olarak görüyorsun. Böyle bir inançta olan bir aile, bir gelin aldığında, onu kendi inancına çevirmek için her şeyi yapıyor; başka bir inanca kızını vermemek için de gerekli tüm zorlukları çıkarıyor. Nerede kaldı inanca saygı?

Dildeki değişime, yeni gereksinimler karşısında yeni kelimeler ve sözcükler üretilmesine karşı gösterilen direnç de bu kesimden yani tutucu ve dindar kesimden gelir; çünkü değişime karşı direnç yaşamın her evresinde ve işlevinde kendini gösterir. Bu durumu Türkiye felsefe dünyasında önemli bir yer edinmiş olan Sayın Prof. Dr. Teoman Dural şöyle açıklamaktadır: Mantık yok; akıl son derece kısıtlı olursa böyle olur. (Teoman Dural, Haber TürkTV, 25.01.2014, saat 11.30). Öztürk'çe kelimeleri kullanan ve dilimize yeni kelimeler kazandırmaya çalışanların tümünün komünist ya da solcu olarak nitelendirilmesinin altında da bu illet yatar.

Fransa'da çizilen karikatürde, Hz. Muhammed kürdan gibi ince gösterildiği için yer yerinden oynadı. Neredeyse Pakistan'da hükümet devrilecekti. İyi de kilolu, şişman, obez gösterilseydi daha iyi mi olurdu? Gül geç, olgun davran. 

Özellikle Müslümanlar kısıtlandığı oranda köktenciliğe kayıyor; böylece batı uygarlığına eşdeğer bir kültürün evrimleşmesi önleniyor. Türk siyasetine damgasını vuran AKP'nin birden bire büyük bir güçle ortaya çıkmasının temelindeki, en azından söylem olarak, en etkili etmen, türban yasağıdır. Türban yasağı olmasaydı, bu partinin böyle büyük bir oyla seçilmesi hemen hemen olanaksızdı. Müslüman dünyasının çıkmazı burada başlıyor, bilime yanaşmıyor; okuyarak kendini geliştirmeye yanaşmıyor; yasa ya da silah zoru ile değişime zorlanınca da köktenciliğe kayıyor. Bu nedenle kendini geliştirme şansını bir türlü yakalayamıyor. Bu gidişle yakalaması da zor; geçmişte Türkiye Cumhuriyeti bir şans yakalamıştı onu da kullanamadı. Sosyal evrimleşmenin önündeki en büyük engel dinciler ve tutuculardır. Evrimleşemeyen canlıların tümü geçmişte yok oldu; eğer bu yorumun aksine; değişmeye direnen bir toplum ayakta kalırsa, bu bilim tarihinde bir ilk olacaktır. 

Yaklaşık 150 yıllık batı kökenli kapitalizm dünyayı ikiye bölmüştür. Bir tarafta bilimin itici gücüyle kısa zamanda zenginleşen bir kesim; öbür tarafta dünyadan haberi olmayan, geleceğini dine, duaya, mucizelere bağlamış, kendi üzerinde oynanan oyunlardan bile haberi olmayan, çoğunluk yöneticilerini bile doğrudan ya da dolaylı kapitalistlerin yönlendirmesiyle seçen fakir mi fakir; yöneticilerinin batı bankalarında milyarlarca doları olsa bile hem fikren hem de madden fakir bir kesim oluştu. Aslında kapitalist sistemin zenginliği de kendi toplumunun içinde adil ve yaklaşık değerlerde bölüşülmemiştir. Dünya gelirinin %50'sini yaklaşık 80 ailenin denetlediği bilinmektedir. Biriken sermaye dünyadaki fakir kesimin yöneticilerinin yaptığı gibi batı dünyasının bankalarına değil, bilimsel araştırmalara yatırılıyordu. Ancak bu ailelerin kırıntıları bile, bulundukları toplumun alt kesimini fakir dünyadan ayırt etmeye yetmiştir. Bu kesim, sanata, bilime, edebiyata büyük katkıları olan bir topluma dönüşmüştü.

Bu gelir ve refah farkı, fakir dünyadakilerin bir kısmını, özellikle dincive tutucuları hırçınlaştırmış ve şiddete yönlendirmiştir. Çünkü bu toplumlarda, din, yönlendirmek için en önemli güçtür ve akıl ile bağdaşmadığı için, bu fakir ve bilinçsiz kesimin yönlendirilmesine soyunanların kullanacağı mükemmel-etkili bir araç olmuştur. Böylece bir kesimin elinde araç olarak bilim; diğer kesimin elinde ise araç olarak hiçbir zaman tartışmaya açamadığı kutsal kitaplar yer almıştır. Birisi hedefini füzeyle noktası noktasına vuruyor; öbürü ise füzenin ucunun şeklini kutsal kitaplardaki ayetlerde arıyor; şeklini de minarelere benzeterek kendine pay çıkarmak için çırpınıyor.

Afrika'da kan durmuyor. Afrika coğrafyasında boydan boya kan akıyor. Çünkü kabile yaşamı sürüyor. Bu cümleyi okuyunca "iyi ki bizde kabile düzeni yok diye düşünerek" kısa süre de olsa ferahladığınızı düşünüyorum. Sevinmek için biraz erken davrandınız. Çünkü bu coğrafya, Müslüman dünyası, devlet düzenine geçse bile, içinde barındırdığı ağalık, aşiretçilik ve özellikle mezhepçilik nedeniyle, zaten dincilik ve tutuculuk, özellikle bağnazlık nedeniyle yitirmiş olduğu yorumlama zafiyetinden dolayı, yularını birkaç çıkarcının eline vermekten kurtulamamıştır. Bu nedenle demokrasi bu ülkelerde yerleşemez, yasal olarak yerleşmiş gibi görünse de, özü itibariyle hiçbir zaman demokratik davranamazlar. Böyle bir köktenciliğin ortak tarafı: İster farklı kabilelerde yaşayanlar olsun, ister farklı mezheplere mensup olsun, ister farklı dinlerde olsun; kendinin dışındakileri sapkın ve sapık olarak görmeleri; hatta açık açık dile getirmeseler bile bilinçaltında kendinden olmayanları insan olarak bile görmemeleridir. Bu nedenle, Afrika kabilelerinin, farklı dinlerin, farklı mezheplerin mensupları birbirlerini öldürmekten kaçınmazlar. Bunu her gün bu coğrafyada utanarak, acı ile görsek ve duysak da ne yazı ki ülkemizde bile son 50 yıl içinde kardeşin kardeşi yaktığına ve boğazladığına tanık olduk. Dinciliğin körüklendiği her ülkede bu katliamlar azalmayacak, gittikçe artacaktır.

İslam Kültürünün şahlandığı dönem olarak bilinen dönem, El-Cahiz,<http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bn-i_R%C3%BC%C5%9Fd> İbn-i Rüşd,<http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bn-i_Tufeyl> İbn-i Tufeyl ve<http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bn-i_Bacce> İbn-i Bacce,<http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bni_Sina> İbni Sina ve<http://tr.wikipedia.org/wiki/Farabi> Farabi'nin yaşadığı dönemdir. Çünkü bu kişiler Latince okuyabiliyorlardı ve Latince yazılmış kitapları okuyarak, bilimi, felsefeyi ve evrensel bilgiyi özümsediler; özümseme ile kalmayıp, İspanya-Endülüs üzerinden Avrupa'ya yayılmasına ve Avrupa'nın aydınlanmasına önemli zemin hazırladılar. 

Batı dünyası, yaşamında dinin baskılayıcı ve yönlendirici etkisini Yakın Çağ'ın başında ortadan kaldırdı ve bir anlamda insan aklını özgür bıraktı. Hem bilimsel hem de sosyal gelişmeler ve iyileştirmeler bu evreden sonra patlarcasına gelişti. İnsan fikrinin özgür bırakılmadığı hiçbir ortamda özgün fikir üretilemez, özgün fikir üretilemeyen herhangi bir ortamda da hiçbir sosyal ve bilimsel atılım ve gelişme olmaz.

Özgün fikrin üretilemediği ortamlarda biat kültürü gelişiyor. Çünkü fikir üretemeyen bir toplum, çarpık da olsa fikir üreten birilerinin ağzına bakmaya başlıyor ve biat kültürü yerleşiyor. Ağaya, şeyhe, tarikat liderine, sözüm ona demokrasiye geçilmiş ise parti başkanına, o günkü lidere, kadınsa evdeki kocaya biat kaçınılmaz olur. Biat bu nedenle dinin ve inancın birinci koşuludur.

Ancak insanın yatmasından, kalkmasına, yemesinden, içmesine, giyiminden, kuşamına, devlet idaresinden, kadın-erkek ilişkisine, hatta mal bölüşümüne, miras hukukuna, gelir-giderin paylaşımına kadar, yaşamın her evresinde karşılaştığımız durumlara müdahale eden ve Tanrısal yönlendirme söylemi altında toplumları baskıya alan dini öğretiyi masaya yatırıp koşullara göre yeniden yorumlamadan kaçınanlar çıkmazdan kurtulamadı; böyle giderse hiçbir zaman da kurtulamayacak.

Şu anda dünyada İngilizce konuşan "çağdaş uygarlık ya da medeniyet olarak adlandırılan" bir İngiliz-Amerika kültürü egemendir. Her gün de güçlenmektedir. Bu nedenle bu uygarlığı düşman bilen insanlar bile çocuklarına anaokulundan itibaren İngilizce öğretme peşine düşmüşlerdir. Sis dağılıyor, gelecek görünmeye başlıyor: Şu anda çeşitli dillere mensup uygarlıklar, korkarım ki kalıntı medeniyetler olma, erime, ortadan kalkma ve çağlarının sonuna gelmekte olan medeniyetler durumuna düşmektedirler. Eğer çözülme ve erime böyle sürerse, önümüzdeki yıllarda, uygarlıklar arası sürtüşme hiçbir zaman küresel ölçekte olmayacaktır; çünkü savunacağınız bir uygarlığınız kalmayacaktır.

Müslümanlığın ise birçoğumuz tepki gösterse bile "Orta Çağdaki bilgiyi, Ön Asya'dan Avrupa'ya taşımanın ötesinde" insanlığa kazandırdığı hiçbir şey yoktur.

Müslüman ülkelerin ve dini araç olarak kullanan yönetimlerin ne yapıp ne yapamayacağını anlamak için Türkiye'deki Adalet ve Kalkınma Partisinin seyrüsefer defterini incelemek yeterli olur. AKP tam bir demokrasi söylemi ile sahneye çıktı, vesayet güçlerine ateş püskürdü, üç Y'yi (yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar) ortadan kaldırmanın rehberleri olacağına yemin etti. Tüm dünya AKP'yi göklere çıkardı; çünkü kol kola girebileceği bir bileşim olasılığı çıkmıştı. Çünkü dini söylemlerle yola çıkmış bir Müslüman partisi demokrasinin evrensel olmaz ise olmazlarına sahip çıkıyordu. Avrupa rüzgârını ve Amerika tezgâhı arkaya alınarak o güne kadar vesayet gücü olarak bilinen silahlı kuvvetler yola getirildi. Varlığı ve yokluğu tartışılır hale geldi. Görünürde hem Türkiye için hem de batı için demokrasinin yolu açılmıştı. Belli ki Batı Dünyası Müslüman mantığını yeterince tanıyamamıştı. AKP'nin derdi Türkiye'ye demokrasi getirmek değildi. Onun derdi giyim kuşamı demokrasinin önemli bir öğesiymiş gibi sunarak onunla ilgili yasakları kaldırmak suretiyle, uzun süre kendine arka bahçe görevi yapmış olan türbanlı kesimin sırtını sıvayarak yola devam etmekti. Orduyu etkisiz hale getirerek, kendini koşulsuz yeni vesayet gücü haline getirmekti. Başkanlık sistemi için yapılan konuşmalar bunun devamı olacaktır. Batı bunu anladı; ancak iş işten geçmişti. Yolsuzluk, yasak, yoksulluklarla mücadele ise, raflar boş mu kalacaktı. Onlar rafa kaldırıldı.

Demokrasinin (hatta herhangi bir rejimin) olmaz ise olmazı olan hukuk ve adalet; halkın gerçeği öğrenmek için tek kaynağı olan basın özgürlüğü ise dünya sıralamasında ne yazık ki dün yamyam olarak bildiğimiz ülkelerin altına düşürüldü. Bütün bunlar bir ülkenin geleceği açısından büyük tehlike olabilir; ancak daha büyüğü, değişmeye bir türlü yanaşmayan bir kesimin olanı biteni anlamaya karşı göstermiş olduğu dirençtir.

Türkiye'de basın özgürlüğü kısıtlandı. Mahkemeler taraflı oldu, aydınların üzerinde baskı arttı diye batı dünyasında sürekli rapor hazırlanıyor; söyleniyor; yazılıyor ve çiziliyor. Ancak bütün bunlar halkın oyunu hemen hemen hiç etkilemiyor. Çünkü Türkiye'de gazete ve kitap okuyanların sayısı, nüfusu Türkiye'nin onda biri olan bir Avrupa ülkesinden daha az. Kaldı ki okunan gazete, dergi ve kitapların niteliğine bakılırsa, sırasıyla din, spor, aşk, siyasi dalaverelerin açıklanması ve magazin ile ilgili yayınların oranı neredeyse tüm yayınların %90'ını oluşturuyor. Bu nedenle basın özgürlüğü bu toplumu hemen hemen hiç ilgilendirmiyor.

Mahkeme ve adalet deyince, halkın önemli bir kısmı, boşanmaların, kira ihtilaflarının, miras anlaşmazlıklarının, yapılan darp ve sataşmaların halledildiği yerler olarak anlaşılıyor. Fikirlerin yargılanması, rejime ve çarpıklıklara yönelik yorumların yasal takiplere uğraması halkın gündeminde bulunmamaktadır. Bu nedenle batı dünyasında demokrasinin en büyük düşmanı olarak görülen fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, yasaların tarafsızlığı ve bağımsızlığı bu coğrafyanın insanına sivrisinek vızıltısı gibi geliyor.

Birileri kalkıp, bu duruma bakıp da "benim oyum ile çobanın oyu bir olmamalı" deyince, sistemin en zayıf noktasına dikkat çektiği için kızılca kıyamet kopuyor. Aslında bu söylemde bir hata olduğu için herkes ona karşı çıktı. Aslında çoban denmesi bir hataydı; ne de olsa çobanlık bir meslektir; insanın niteliği ile ilgili değildir. Açıkça bu söylemde ana hedef belliydi: Niteliği olmayan, dünyadan haberi olmayan, bilmeyen, yorum yeteneği olmayan, değişime direnç gösteren, yeniliklere kapısını kapamış, kendi düşüncesinin dışındakileri tehlike olarak gören ve onu bastırmaya çalışan bir kesimin oy kullanarak bir ülkenin geleceğini düzenlemesi ve doğruyu bulmasındaki yanlışlık dile getirilmişti. Değişmeye kapılarını kapatmış bir toplum, yeni koşullara göre değişebilen bir yönetimi belirlemesi olsa olsa şansla olabilir.

Bu coğrafyadaki toplumların, özellikle tutucu kesimlerin çok büyük bir eksikliği vardır: Okumama. DESAM (Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırma Merkezi) tarafından 2014 yılında yapılan bir çalışmada[1] Avrupa Birliği ülkelerinde okuma alışkanlığı oranı %21 olmasına karşın, Türkiye'de sadece%0,01 (yani on binde bir). Bu çalışmaya göre bu kesimin okuduğu kitapların içeriği de okunma oranına göre: Fıkra ve magazin, namaz hocası, dua ve aşk ile ilgili kitaplar. Dört kişilik bir ailenin cep telefonu gideri ayda 213 TL iken, 4 kişilik ailenin kitap gideri ayda değil yılda sadece 6,5 TL; bu kitapların çoğu da evdeki çocukların bir yerlere girebilmesi için alınan test-soru kitapları. UNESCO (Birleşmiş Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) tarafından 2014 yılında yapılan çalışmada Türkiye kitap okuma sıralamasında 84'üncü; ihtiyaç olarak gördüğü şeyleri sıraladığında ise kitaba ihtiyacı 235. sırada görülüyor. Demek ki halkımız için yaşamında kitaptan daha önemli 235 şey varmış. Yılda sadece 6,5 saat okuyor. Şimdi ben soruyorum? Mucize mi bekliyorsunuz? Sanatta, bilimde, sosyal ilişkilerde yaratıcı olan, üreten; demokrasinin gereklerini yerine getiren, doğru düşünen, doğru yorumlayan, haklara, yasalara saygılı; kendinin dışındaki değerlere saygılı, lider suntasından kurtulmuş, özgün düşünebilen, fikir ve basın özgürlüğünü olmaz ise olmazlar listesine alan, oyunu doğru kullanmayı namus bilen, talandan, yalandan, yalakalıktan, çalmadan, çırpmadan arınmış bir kesim mi bekliyorsunuz? Mucizeler devri ne yazık ki çoktan kapandı…

Sonuçta, fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, hukukta tarafsızlık ve bağımsızlık sloganı ile bir partiyi yıpratacaklarını, demokrasiyi bu sloganlarla getireceklerini düşünüyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bir topluluk ve yönetim tefessüh eden ahlaki kurallardan nemalanmaya başlamışsa, o topluluğun söylemlerle düzeltilmesini unutun.

Evrensel açıdan ya da küresel olarak baktığımızda bu gelişmelerin bir başka seçeneği olabilir miydi? Olabilirdi. Ancak kapitalizmin bilime verdiği çok büyük destek ve kapitalizmin kazanmak için her şeyi mubah gören tavrı nedeniyle bu şans yitirildi. Bu konuda çok yazıldı-çizildi; herkes kendi penceresinden baktı. Ancak böyle bir yazının sonunda bir analiz ve yorum yapmadan yazıya son verme, önemli bir eksiklik olur.

İnsanın ve kaynakların bu denli sömürülmesine karşı Avrupa'da gelişen fikir akımı, sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinde Komünist bir idare şeklinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Ön yargılarımızdan kurtulup da baktığımızda Komünizm, herkese iş, aş, sağlık, eğitim eşitliği sağlayan; doğal kaynakları olabildiğince koruyan; ırk ayırımını (ya da etnik ayırımı) ve dini ret eden; solidaritet adı altında dünyada alın teri ile çalışan herkesin dayanışma içinde olacağı (emeğe saygılı olunacak), her dil ve kültüre saygılı bir yönetim modeli olarak başlayacaktı. Böyle bir modelin kapitalizm için büyük bir tehlike olduğu aşikârdı. Çünkü sömürülecek kesimi ortadan kaldırıyordu. Zenginlik paylaşılacaktı. Belirli elde birikmiş olan zenginlik ortadan kalkınca, sanata, bilime ayrılacak pay da azalacaktı; bu da kapitalizmin yaratıcı ve üretici dinamiğini önleyecekti. Batı kapitalizmi elindeki gücü sonunu kadar kullanarak yerleşmekte olan komünizm üzerine yürüdü. Onu silahlanmaya zorladı; ekonomik gücünü zayıflattı. Bu hücumları en çok dünyanın sömürülen kesim olan, kural olarak dinciler, tutucular ve tutucu milliyetçiler aracılığıyla gerçekleştirdiler.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuramsal olarak beklenen komünist yönetimi hiçbir zaman hayata geçiremeden çöktü. Emekçilerin umudu bir başka bahara kaldı…

Şu anda insanı insan olarak gören, her düşünceye ve ırka hoşgörülü olabileceğini düşündüğümüz, bilime ve sanata saygılı, dogmalarından arınmış, laik dünya düzenini benimsemiş, elimizde kalan tek sarılabileceğimiz seçenek, bilinçli, seciyeli, uygar ve deneyimli insanların "Sosyal Demokrasi ya da duruma göre Sosyalizm" ile kuracağı yeni bir dünya düzeni olabilir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy, 30.01.2015

Değerli Kardeşim

Bu coğrafyanın tanımlanmış evrensel demokrasiye bilinen yollarla ulaşacağını düşünüyor olabilirsiniz. Bunun bu coğrafyada gerçekleşme şansını, onu önleyen düşünme tarzımızı tarihsel bir bakış açısıyla masaya yatırmaya ne dersiniz?

 

 


a45UyF587661-150203161939-06

 

Bir gercegi savunurken, ona once kendimiz inanmaliyiz sonrada baskalarini inandirmaya calismaliyiz.

Hz.Ali

EN AM SURESI - 38 AYET. Kitapta biz, hicbir seyi ek$ik birakmadik..
NUR SURESI - 46 AYET Andolsun ki, biz, bilmediklerinizi size acik secik bildiren ayetler indirdik
***
BAKARA - 159 - apacik ayetleri Kitap ta aciklamamizdan sonra onlari anlamazsiniz diyenler var ya,

Turk milleti bircok asirlar, (..) bir kelimesinin manasini bilmedigi halde Kur an i ezberlemekten beyni sulanmis hafizlara dondu.(..)

Mustafa Kemal ATATURK
(Mustafa Kemal in yazdigi Afet inan imzasiyla cikan Medeni Bilgiler kitabi 1931)


Grup eposta komutlari ve adresleri :
Gruba mesaj gondermek icin : ozgur_gundem@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin : ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin : ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz : http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyraz.blogspot.com/







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder