26 Haziran 2016 Pazar

Sadık Usta yazdı: Yüzyıllardır söylenen o yalan beyinlere nasıl enjekte edildi

 


Sadık Usta yazdı: Yüzyıllardır söylenen o yalan beyinlere nasıl enjekte edildi.

Gerçek Böyle mi?
İNSANLIK TARİHİNİN % 98'İNDE ŞİDDET YOK
DAYANIŞMA MI SAVAŞ MI?

İnsanlık tarihinin ana kısmında savaş ve şiddet istisnai bir durumdu, toplulukların katıldıkları kapsamlı savaşlarsa hemen hemen hiç görülmezdi.

26.06.2016 04:57

Savaş tarihini konu edinmiş bir serginin öğrettikleri... Yüzyıllardır tekrar edilerek baskın siyasal öğretilerin olmazsa olmaz ilkesi haline getirilen ve bugün her okulda genç beyinlere enjekte edilen "insanoğlunun hep bencil, savaşçı, bireyci, çıkarcı ve şiddet eğilimi gösterdiği" öğretisi, bilimsel bulgularla çürütülmektedir.

Geçen ayın sonuna kadar Almanya'da (Halle) insanlık tarihinin en tartışmalı konularından biri olan savaşın tarihçesi üzerine muhteşem bir sergi vardı. Arkeolojik bulgular ve bilimsel verilerden hareketle hazırlanmış olan sergi, ilginç olduğu kadar da öğreticiydi.

Serginin adı, "Ekilebilen araziyle birlikte savaş da geldi"; ancak bunu "özel mülkiyetle birlikte savaş da geldi" diye çevirmek gerekir.

Öteden beri savaş tarihinin, insanlık tarihi kadar eski olduğu ileri sürülür. Hatta günümüzde birçok Batılı araştırmacı ve sözüm ona sosyal bilimci de bu anlayışı esas alarak, ekonomik, siyasi ve toplumsal davranış modelleri oluşturmaktadır (Kapitalist merkezlerdeki birçok üniversitenin iktisat bölümlerinin yanı sıra sosyal bilimleri de bu ilkeye dayanan çarpık ve sözde insanoğlunun doğal durumundan hareketle geliştirilmiş bireyci modelleri genç beyinlere şırınga edip durmaktadırlar). Onlara bakılırsa insanoğlu, varoluşuyla, yani doğası itibariyle bencil, çıkarcı, benmerkezci ve saldırgandır.

Bu teze karşı çıkanlarsa, hayalcilikle, ütopik olmakla, safdillikle ve aşırı iyimserlikle suçlanır...

Gerçek Böyle mi?

3. yüzyılda yaşamış Plautus'un "Sıpalar" adlı komedyasında ünlü bir deyim vardır: "Lupusest homo homini", Türkçesi, "İnsan insan için bir kurttur".

Sonradan büyük filozof Thomas Hobbes biraz farklı olmakla birlikte bu deyimi (homo hominilupus), 16. yüzyılın devlet ve toplumsal yapısını temellendirmek için kullanmıştı. Ondan bu yana da söz konusu deyim ağızlara pelesenk oldu.

Hobbes, Felsefenin Temel Öğretileri adlı eserinin "Yurttaşlar Üzerine" olan bölümünde şunları yazıyordu:

"Gerçekten de şu cümlelerin her ikisi de birer hakikattir: 'İnsan, insan için bir tanrıdır'; ve 'insan, insan için bir kurttur'. Birincisi insanları birbiriyle kıyaslarken, ikincisini ise devletleri birbiriyle kıyaslarken doğrudur. Birincisinde insan, adalete, sevgiye, barışa ve tanrıya yaklaşmaktadır; ikincisinde ise iyiler bile kötüye dönüşmekte, kendisini korumak için savaş yöntemlerine başvurmakta, şiddete, hileye, yağmaya ve vahşi hayvanlara yaklaşmaktadır."

Ne yazık ki Hobbes'un söz konusu paragrafı sürekli çarpıtılmıştır. Sanki o, "insana güvenilmemesi gerektiğini" telkin etmiş gibi yüzyıllardır kapitalist sömürünün, yağmanın, ahlaki bozulmanın, bencilliğin ve çıkar savaşlarının bir zorunluluk olduğunun gerekçesi yapılmıştır.

Ama işin bir yönü de şudur ki İngiliz filozof Hobbes, söz konusu cümleden (ilkeden) hareketle 16. yüzyıl devletlerinin despotik devletler olması gerektiğini insanlık tarihi açısından zorunlu görmüştü. Hobbes'un hem insan düşüncesinin kökeni hem de devletlerin gelişmesine dair öğretisi o gün açısından ilericiydi ve insanlık tarihi açısından da gelişmeyi ifade ediyordu.

Ama konumuz bu değil...

Konumuz, insanlık tarihinin hakikaten savaşlarla mı ilerlediği ya da belirlendiğidir?

Gerçek şudur ki;

-Birincisi insanlık tarihi, uygarlık tarihiyle özdeşleştirilemez. On binlerce seneyi kapsayan insanlık tarihinin sadece kısa bir süreci, belki de % 3-5'lik bir bölümü savaşlara tanıklık etmektedir. Dolayısıyla şiddetle birlikte gelen savaşçılık, vicdansızlık, merhametsizlik, yağmacılık, bireycilik ve çıkarcılık son 5-6 bin yıllık tarihimizin bir özelliğidir. Ki bu, ana özellik de değildir.

-İkincisi ise; eğer insan, bir şekilde insan olabilmişse bunun nedeni onun benmerkezci, bireyci, çıkarcı ve savaşçı olmasından değil, fakat toplumcu, dayanışmacı, ortaklaşacı ve barışçıl olmasındandır.

İNSANLIK TARİHİNİN % 98'İNDE ŞİDDET YOK

Nitekim arkeolog Harald Meller de bu sergiden hareketle katıldığı bir televizyon programında yüzyılların önyargısına esaslı bir darbe indirerek bilimsel bulguların, insanlık tarihinin % 98'inin şiddet içermeyen barışçıl olduğunu kanıtladığını belirtmektedir.

İnsanlık tarihinin ana kısmında savaş ve şiddet istisnai bir durumdu, toplulukların katıldıkları kapsamlı savaşlarsa hemen hemen hiç görülmezdi. Hem insanlık tarihinde hem de Türk halkının tarihinde dayanışmaya, diğerkamlığa ilişkin o kadar çok bulgu var ki... Ama bu da bir başka yazının konudur...

Dolayısıyla savaş ve şiddet olgusu, özel mülkiyetin, ailenin ve devletin ortaya çıktığı tunç çağının bir eseridir. Demirin bulunması, savaş ve şiddeti muazzam derecede artırmıştır.

Hobbes'tan çarpıtılarak tekrar edilip duran "insan insanın kurdudur" görüşünün tam karşısında ise 18. yüzyılın ünlü Aydınlanmacı filozofu J. J. Rousseau'nun çarpıtılarak ilke haline getirilen "insan uygarlaşmadan önce hep barışçıydı" görüşü yer alır. Her iki görüş de çarpıtılarak insanlık tarihine ilişkin hurafeler yaratılmıştır.

DAYANIŞMA MI SAVAŞ MI?

17. yüzyılda ortaya atılan "insan insanın kurdudur" öğretisinin gereği olarak insanoğlu varoluşundan itibaren bencil olarak tanımlanmış ve buradan hareketle de karamsar bir toplum modeli inşa edilmiştir. Sonradan bu teori, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yerini, Darwin'in evrim teorisini çarpıtmak suretiyle "sadece güçlü olanın ayakta kalabileceği" anlayışına bırakmıştır. Nitekim Nietzsche ise, deyim yerindeyse bütün bunların üzerine tüy diken "efendi insan" modeliyle, saldırgan ve sömürgeci Avrupa kapitalizminin paradigmasını oluşturmuştur.

Bu çizgi sonradan Nazilerin "üstün ırk" teorisiyle insanlığı felakete sürüklemiştir.

Karamsar bir bakış açısının ürünü olan bu teorilerin karşısındaysa, tarihsel gerçekliği ifade eden, canlıların ortaya çıkış sürecinden itibaren, gelişmenin karşılıklı yardımlaşmayla, dayanışmayla sağlandığı; dayanışma ve yardımlaşmaya dayanan türlerin ayakta kalabildiği, tek başına (bireyci) hareket edenlerinse doğal olarak yok olduğu; ve insan topluluklarının, emek, dayanışma ve zekayla kalıcı toplumlar inşa ettiğine ve yerleşim yerleri kurduğuna dair muhteşem araştırmalar yer almaktadır.

Bu araştırmalara ilişkin ayrıntılara girmek yazının çerçevesini dağıtır, ancak bütün bu bulguları ve bilimsel verileri, Karşılıklı Dayanışma adlı eserinde toplayarak günümüz insanına büyük bir hizmette bulunmuş olan büyük bir Rus bilim adamından kısaca bahsetmek yerinde olur.

Her ne kadar Pyotr Kropotkin, tarihsel açıdan devletin rolünü ve toplumsal kurumların olumlu ve geliştirici işlevini göremese de söz konusu eserle insanlığa ve bilime büyük bir hizmette bulunmuştur. Kropotkin bu eserinde, dayanışmanın, elbirliğinin, diğerkamlığın ve karşılıklı yardımlaşmanın nasıl hayvanlar aleminin ve insanlık tarihinin esas belirleyici özelliği olduğunu gözler önüne sermektedir.

Haliyle yüzyıllardır sürekli tekrar edilerek baskın siyasal öğretilerin olmazsa olmaz ilkesi haline getirilen ve bugün her okulda genç beyinlere enjekte edilen "insanoğlunun hep bencil, savaşçı, bireyci, çıkarcı ve şiddet eğilimi gösterdiği" öğretisi, Halle'deki sergideki bulgularla da çürütülmektedir.

Yozlaşmanın, sınıfların, iktidar erkinin, sömürünün, ailenin ve bireyci sahiplenmenin nasıl ortaya çıkarak insanoğlu üzerinde uygarlaştırıcı ama aynı zamanda mahvedici etkide bulunduğu sorunu ise bir başka yazının ana konusudur...

Sadık Usta

Odatv.com

 
a45UyF587661-160626142600 Oraj Poyraz At Neomailbox.net cimcime@neomailbox.ch
2016/06/26  16:00 1  39  1923atamizindeyiz@googlegroups.com


 


Ask kopru kurmaktir. Insanlar kopru kuracaklari yerde, duvar ordukleri icin yalniz kalirlar.
. . . . . .
Saglam bir tahmin olmadan, hicbir buyuk bulus yapilmamistir.
. . . . . .
Dunyaya nasil gorundugumu bilmiyorum ; ama ben kendimi, henuz kesfedilmemis gerceklerle dolu bir okyanusun kiyisinda oynayan, duzgun bir cakil tasi ya da guzel bir deniz kabugu buldugu...nda sevinen bir cocuk gibi goruyorum.
. . . . . .
Biz dusuncelerimiz degiliz, biz dusuncelerimizin dusuncesiyiz.
. . . . . .
Eger diger insanlardan benim icin bir seyler yapmalarini bekleseydim hicbir sey yapamazdim.
. . . . . .
Ben, benden oncekilerin omuzlarina tirmandigim icin onlardan biraz daha ilerisini gorebildim.
. . . . . .
Yildizlarin hareketlerini hesaplayabilirim ancak insanlarin deliliklerini degil.
. . . . . .
Eger daha ileriyi gorduysem, devlerin omuzlarinda durdugum icin olmustur.
. . . . . .
Insanlar sayilar gibidir, o insanin degeri ise o sayinin icinde bulundugu sayi ile olculur..

Isaac Newton | Dusunceler

Tanim: Resulullah (sav) ve Hz.Ebu Bekr (ra) zamaninda bir avuc hurma ve un mukabilinde birkac gun boyu devam eden mut a nikahi yapardik.
Bu hal, Hz.Omer (ra) in Amr Ibnu Hureys hadisesi vesilesiyle mut ayi yasaklamasina kadar devam etti.

Muslim, Nikah 16, (1405)
Hadis No : 5635

DOGA YASALARI UZERINE DUSUNCELER -4-

Evren hakkinda anlasilmasi en zor sey, anlasilabilir olmasidir. (Albert Einstein)

Yukardaki ironik cumleyi kurarken sanirim Einstein hakliydi. Doga bir yandan sasirtici bir sadelikle kendini sergilerken, diger yandan elimizi attigimiz her noktada yine ayni derecede sasirtici bir matematik barindirmakta. Sularin icinde olusan burgaclardan, bir gezegenin yildiz etrafinda yorungeye oturmasina, bir tasin yamactan yuvarlanmasina, iki atomun birbirleri ile elektron alisverisinde bulunmalarina kadar her yerde dunyanin en ustun beyinlerini zorlayan yasalar hakim. Uzun yillar boyunca insanlar, ortaya bir mantik butunlugune bagli yasalar zinciri koyamadan, seylerin hareketini ancak kopuk kopuk anlayabildiler.

Galileo, Iki buyuk dunya sistemi uzerine dusunceler calismasinda evrenin merkezi nerde? diye sormus ve Simplicio ile Salviati yi konusturarak Aristotales in evren anlayisina ciddi elestiriler getirmisti. Evrenin merkezinin Dunya olup olmadigi sorusu cok ciddi bir soruydu ve kisa sure icinde Galileo nun basini belaya sokacakti. Kendisinden once pek cok dusunur bazi dinsel ve gizemli sebeplerle, evrenin merkezine Dunya yi yerlestirmislerdi. Ayrica Pisagor gelenegine bagli kalan Yunan doga bilimcileri ve ardillari gezegenlerin yorungelerinin tam bir daire biciminde oldugunu savunuyorlardi. Cunku onlarin inancina gore, daire evrendeki en mukemmel geometrik sekildi. Fakat Galileo nun basit bir teleskop ile yaptigi gozlemler bu fikirlerle uyusmuyordu. Galileo Jupiter in 4 tane uydusu oldugunu farketti: Europa, Ganymede, Io ve Callisto. (Bu uydulara Galileo uydulari da denir. Gunumuzde ise Jupiter in 63 uydusu oldugu bilinmektedir.) Bu dort uydu, Jupiter in cevresinde donuyorlardi ve bu durum Galileo nun kafasini karistirmisti. Demek ki, evrendeki gok cisimlerinin illa Dunya cevresinde donmesi gerektigi gibi bir sart olamazdi. Bu durumda, Dunya nin evrenin merkezinde oldugunu ne hakla savunabilirdik? Eserinin bir yerinde sunlari yazdi:
Jupiter in iki uydusunun New Horizons gozlem araci tarafindan cekilen resimleri. Alttaki Io, ustteki Ganymede. Digerleri gorus acisi icinde degiller.

Sunu da eklemeliyim ki, ne Aristotales ne de bir baskasi evrenin merkezinin de facto (gercekten) Dunya oldugunu kanitlayamaz. Eger evrene bir merkez araniyorsa, oraya Gunes in oturtulmasi daha yerinde olur, sirasi geldiginde bunu herkes anlayacak.

Artik Gunes imizin evrenin merkezinde olmadigini, galaksimiz Samanyolu nun dis halkalarindan birinde mutevazi bir sistem oldugunu biliyoruz. Ama elbette Galileo nun bunu bilmesine imkan yoktu. Elindeki imkanlar gayet sinirliydi; buna ragmen dusunceleri kendi cagi icin devrimci ve cok aykiriydi.

Buyuk usta Newton a kadar; gezegenler, isigin hareketi, kutlelerin birbirlerini nasil cektikleri gibi konular, tabiri caiz ise bulanik suda balik avlamak gibi bir karmasa icinde yurudu. Isin icine bolca dinsel inanclar karisiyor ve her doga tartismasinin ardindan teolojik kavgalar patlak veriyordu. Din ile bilimin alanlari netlikle ayrilmamisti ve pek cok insan bilimsel kuramlarin dinsel inanclari tehdit etmeye baslamasindan rahatsizlik duyuyordu. Daha sonra gelistirilecek olan belirsizlik gibi yeni kuramlar ve ozellikle Charles Darwin in evrim teorisi din ve bilim kavgasini doruga tirmandiracakti. Kavga gunumuzde de surmektedir.

Sir Isaac Newton, tam anlami ile fizikte bir donum noktasi oldu. Kendince saplantilari olan, kavgaci, gecinmesi zor bir insandi ve genelde cok yalnizdi. Gencliginde sevmis oldugu bir kadina kavusamamis ve omru boyunca bekar yasamisti. Newton u anlatmak icin bir insanin kendi omrunu harcamasi gerekir. Okul yillarinda hala Aristotalesci gorusler hakimken Newton cebir, geometri, trigonometri dersleri almis, Latince ve Antik Yunanca ogrenmisti. Galileo ve Kepler in calismalarini da okumustu. Neticede, yillar suren bir egitimin ardindan bir ciftlik evine kapandi ve burda kutle cekimi uzerinde dusunmeye basladi. Kafasina bir elma dusunce yercekimi kanununu buldugu seklindeki inanis sadece hos ve gercek disi bir oykuden ibarettir. Gercekte ise, en verimli calismalarini bir kova suyun hareketlerini inceleyerek, merkezkac kuvvetin vakum icindeki etkisini dusunerek yapmistir. Bunun disinda bir prizma ile isigin tayflarini incelemis ve bazi eklemeler yaptigi bir teleskop ile evrensel cekim yasalarini gelistirmistir. Calismalari saymakla bitmez, iyisi mi kendiniz bir yerlerden bulup okuyun derim. En buyuk eseri Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doga felsefesinin matematik ilkeleri) kitabinda hareket ve kutle cekim kanunlarini 3 yasa ile matematiksel ve geometrik olarak anlatilmistir.

Birinci yasa: Tum cisimler bir kuvvet etkisi tarafindan durumunu degistirmeye zorlanmadikca duzgun dogrusal hareketini veya duraganligini korur. (Eylemsizlik yasasi)
Ikinci yasa: Bir cismin momentumundaki degisim, cisim uzerine uygulanan itme ile orantilidir ve itmenin uygulandigi duz dogru boyunca meydana gelir. Bir cisim uzerindeki net kuvvet cismin kutlesi ile ivmesinin carpimina esittir. (F=m.a) (Momentum bir cismin kutlesi ve hizinin carpimidir.)
Ucuncu yasa: Her kuvvete karsilik, her zaman esit ve ters bir tepki kuvveti vardir: veya iki cismin birbirine uyguladigi kuvvetler her zaman esit ve zit yonelimlidirler.

Newton sadece bazi cikarimlarda bulunmuyor, bir bilim metodolojisi de gelistiriyordu. Kitabinin girisinde bilimin amacini ve yontemlerini kisaca soyle ozetlemisti: Olgulardan doganin kuvvetlerini kesfetmek, sonra da bu kuvvetler yardimiyla diger olaylari aciklamak. Once olgular gozlemlenmeli, bu gozlemler sonucu doganin yasalari kesfedilmeli ve olusturulan kuram olaylari aciklayabilmelidir.
Gelistirilen kuramlar mutlaka gozlem ve deneyler ile pekistirilmeli ve matematiksel olarak modellenebilmeliydi.

Bu yasalardan hareketle Newton daha bir dizi formul gelistirdi. Hepimiz bunlari okul yillarimizdan az cok hatirlayabiliriz. Newton un i$ik hakkindaki calismalarina daha sonra, kuantum bahsinde deginecegim. Simdi artik bilimcilerin elinde, net, formule edilmis ve her zaman sinayabilecekleri yasalar vardi ve bilimsel bir yasanin hangi kriterlere uymasi gerektigi epey sekillenmisti. S.Hawking ve L.Mlodinow un kitabindan devam ediyorum.

Sir Isaac Newton un (1643-1727) uc hareket yasasi Dunya nin, Ay in ve gezegenlerin yorungelerini ve gel-git gibi fenomenleri aciklayan cekim yasasi modern bilim tarihinde yaygin bir kabul gormustur. Olusturdugu denklemler ve onlardan yola cikarak gelistirdigimiz matematiksel cerceve gunumuzde hala ogretilmektedir. Bina cizen bir mimar, araba tasarlayan bir muhendis veya bir roketin Mars a nasil gidecegini hesaplayan bir fizikci tarafindan Newton fizigi (cesitli eklemeler ve revizyonlar ile) kullanilmaktadir.

Doga, bazi yasalar tarafindan yonetiliyor ise, sormamiz gereken uc soru var:

Yasalarin kaynagi nedir?
Yasalarda istisnalar var midir, ornegin mucizeler gibi?
Sadece bir dizi olasi yasa mi vardir?

Bu onemli sorular bilim insanlari, filozoflar ve din bilimciler tarafindan farkli bicimlerde dile getirilmistir. Ilk soruya yaygin olarak verilen yanit -Kepler, Galileo, Descartes ve Newton un yaniti- yasalarin Tanri nin isi oldugudur.

Dr Hawking dogru soyluyor.Descartes, Newton gibi isimler Tanri yi inkar etmediler. Fakat, onlarin Tanri derken anladigi sey ile, gelenekci ve kati bir Hristiyan in, ornegin kadinlari cadilikla suclayan bir engizisyon yargicinin anladigi Tanri arasinda daglar kadar fark vardi. Zaten Dr Hawking bu inceligin farkinda. Filozoflar ve doga bilimciler Tanri ile doga arasinda oyle paralellikler kurmuslardi ki, bir sure sonra Tanri dan mi, yoksa dogadan mi bahsettiklerini anlamak nerdeyse imkansiz hale geliyordu. Diger yandan, dindarlarin tanrisi farkliydi. Bu tanri, yasamin her anina mudahale eden, insanlari cezalandiran ve korkutan, dahasi O nun adina bazi insanlarin diger insanlara ceza tatbik ettikleri askin bir tanriydi.

Felsefeciler Tanri yi inkar etmemislerdir fakat onlarin tarif ettigi Tanri yi doga yasalarinin bir baska ifadesi olarak gorebilmek de mumkundur. Eger Tanri ya farkli ozellikler atfedilmezse -Eski Ahit in tanrisi olmak gibi- Tanri yi ilk sorunun, yani yasalarin kaynaginin yaniti olarak gormek, bir gizemin yerine bir baskasini koymak demektir.

Guzel bir saptama. Tanri kelimesi bazen sorulardan kacis icin mukemmel bir siginak haline gelebilir. Bir seyi anlamiyorsak, isin icinden cikamiyorsak, kisaca Tanri nin hikmeti deyip bir aciklama yaptigimizi dusunebiliriz. Bu olguyu, ABD li bir yazar olan Edward Abbey (1927-1989) su sekilde ifade etmisti: Insanlarin dusunemeyecek kadar yorgun olduklari zaman cikardigi iniltiye Tanri denir. Benzer sekilde Karl Marx da (1818-1883) dunyayi yari felsefi yari teolojik cikarimlarla anlamaya calismanin gerekmedigini, asil onemli olanin dunyayi degistirmek oldugunu dile getirmis ve Tanri inancinin, evreni yorumlamaktan aciz insanlarin afyonu oldugunu soylemisti: Dini istirap, bir ve ayni zamanda, hem gercek istirabin ifadesi hem de gercek istiraba karsi bir protestodur. Din, ezilen yaratigin ic cekisi, kalpsiz bir dunyanin kalbi, ruhsuz kosullarin ruhudur. Din, halklarin afyonudur.

Oyle gorunmekte ki bazi kisiler felsefe ve dinin binlerce yillik teolojik yorumlarindan bunalmislar, tum bu yorumlarin dunyadaki haksizliklari degistirmek icin bir ise yaramadigini anlamislar ve sonunda isyan bayragini cekmislerdi. Hawking e geri donuyorum.

Ilk sorunun yanitina Tanri dersek, isin asil zor yani ikinci soruyla ortaya cikar: Yasalarda mucizeler, istisnalar var midir? Bu sorunun yaniti hakkindaki gorusler kesin bir sekilde ayrilmistir. Eski Yunan in en etkili iki yazari Platon ve Aristotales yasalarda asla istisna olmayacagini savunur. Ancak Kitab-i Mukaddes in bakis acisina gore, Tanri, yasalari yaratmakla kalmaz, ona yakarildiginda istisnalar da yaratabilir: olumcul hastaliklari iyilestirmek, kurakliga son vermek, kroketi olimpik spor olarak kabul etmek gibi.

Hawking in yazdiklarindaki alayciligi sezmemek mumkun degil. Sanki, Dr Hawking kroket sporunun olimpik bir spor olarak kabul edilmemesine biraz karsi. Gencliginde, henuz hastalik semptomlari ortaya cikmamisken kendisi de kroket oynamisti. Devam ediyorum.

Descartes in goruslerinin tersine, neredeyse tum Hristiyan dusunurler Tanri nin mucize yaratmak icin yasalari askiya almaya muktedir olmasi gerektigini savunmuslardir. Newton bile bu turden mucizelere inanirdi. Bir gezegenin cekim gucunun diger gezegenin yorungesi uzerinde bozulma yaratmasindan oturu gezegenlerin yorungelerinin kararsiz oldugunu, bu kararsizligin zamanla buyuyerek gezegenlerin ya Gunes e dusmelerine ya da Gunes sisteminden kopup gitmelerine yol acacagini dusunuyordu. Tanri nin yorungeleri surekli ayarladigina ya da sistemin durmamasi icin goksel saati kurduguna inaniyordu.

Anlasilan Newton ilahi sistemin bir kaosa suruklenmesinden epey korkmus ve Tanri nin bazen ise al atarak ufak tefek ayarlamalar yapmasi gerektigine inanmis. Bugun ise, hem Gunes imizin hem de Dunya mizin geleceginin pek de ic acici olmadigi one surulmekte. Orta buyuklukte bir yildiz olan Gunes in merkezindeki cekirdek fuzyonu sona erdiginde, Gunes icin bir olum-kalim savasi baslayacaktir. Hidrojenin tamami helyuma donusecek, cekirdek buzusecek, yakla$ik 7,3 milyar yil sonra Gunes kirmizi bir dev haline gelecek ve capi 150 kat artacaktir. Parlakligi ise simdikinin 5000 misline ulasacak ve etrafindaki gezegenleri yutmaya baslayacaktir. Ona en yakin gezegen olan Merkur un kurtulmak icin hicbir sansi yoktur. Venus ve Dunya ise once atmosferlerini kaybedecek, ayrica Dunya uzerindeki okyanuslar tamamen kuruyacaktir. Bunun ardindan ise once Venus sonra Dunya, Gunes in cekim alanina kapilacaklar ve onun tarafindan yutulup kaybolacaklardir. Astronomlar, Dunya nin bir kurtulma sansi olup olmadigi uzerinde ciddi olarak dusunmektedirler ama goruldugu kadari ile sevgili Dunya mizin bu gelecekten kacisi yoktur. Gerci o zamana kadar daha epey vaktimiz var, dolayisi ile Dunya uzerindeki senligimize devam edebiliriz.

-devam edecek-

Levent ERTURK
LEVENTERTURK1961
https://leventerturk1961.wordpress.com/


Grup eposta komutlari ve adresleri :
Gruba mesaj gondermek icin : ozgur_gundem@yahoogroups.com
Gruba uye olmak icin : ozgur_gundem-subscribe@yahoogroups.com
Gruptan ayrilmak icin : ozgur_gundem-unsubscribe@yahoogroups.com
Grup kurucusuna yazmak icin : ozgur_gundem-owner@yahoogroups.com
Grup Sayfamiz : http://groups.yahoo.com/group/Ozgur_Gundem/
Arzu ederseniz bloguma da goz atabilirsiniz : http://orajpoyraz.blogspot.com/







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder