Devrimci Yol davası düşer mi?
Zaman aşımı
Devletin Devrimci Yol’a açtığı dava zaman aşımından düşmek üzereymiş. Dava konusu eylemler 30 yıl önce yapıldığı için, hukuksal olarak böyle bir olanak çıkmış.
Geçenlerde BirGün’de “Doğru mu, Gerçek mi?” diye bir başlık okudum. Önce bu başlığın bir hata olduğunu düşündüm. Metnin içinde bir cümle olsaydı, daha kesin bir kanaatla “bu bir hata” der ve sormadan geçerdim. Ama cümle metnin başlığıydı ve yanlışlıkla yazılmış olamazdı. Yazarına “Neden böyle bir başlık kullandın?” diye sordum.
“Çünkü doğru sayılan her şey gerçek olmayabilir ve gerçek her zaman doğru olmayabilir.” dedi. “Gerçek” adı üstünde gerçektir, “doğru” ise gerçeğe yapılan bir yorumdur ve herkese göre değişir.”
Kundera, Rus tanklarının gölgesinde ülkesinin olağanüstü değişimini mide bulantısıyla izler. Muhalifler birer birer hapse atılırken, kitleler “ama bakın her şey daha iyiye gidiyor” demekte ve buna inandıkça daha mutlu olmaktadırlar. Hapse atılan herkesin mutlaka bir suçu olmalıdır. Aksine inanmak “hain”lerle bir tutulmaktır. O halde en iyisi “gerçek”leri boşverip, yeni ve ışıltılı “doğru”lara dört elle sarılmaktar. Kafka’nın ülkesinin insanları göz göre göre Kafkaesk bir şatonun köleleri haline geliverir.
Kundera, çocukluğundan beri gururla taşıdığı sosyalist parti rozetlerini atar. Bir zamanlar inandığı “sosyalizm doğrusu” ile yaşadığı gerçeklerin alakası yoktur. “Sosyalistim” demekle sosyalist olunmayacağını, sosyalizmi bir bayrak, rozet ve slogan parodisine indirgemenin ve buna inanmamın “gerçek” sosyalizme ihanet olacağını idrak eder.
Bir zamanlar Nazım Hikmet’in “Vatan Haini” şiirinde yazdığı mantıkla; “Sosyalizm, Rus despotizmine boyun bükmekse, ben sosyalist değilim” der.
Milan Kundera bir tasavvuf tekkesi gibidir. Metinleri basit bir aşk kitabı gibi de okunabilir. Oysa basit aşk yoktur ve bazen bakışların, bazen sözlerin ve bazen de suskunlukların ardında ilk anda görünenden tamamen farklı resimler vardır.
Kundera’yı “sosyalizm düşmanı, CIA ajanı” filan diye yaftalayan onlarca kişi tanıdım. Bu sığ teşhisin tam tersi olarak; Sovyetler yıkılırken “eyvah sosyalizm yalanmış” diye kaçışan fare sürüsüne katılmamı engelleyen en önemli kişidir Kundera. Eğer onu tanımasaydım, yıkılan şeyin sahiden de sosyalizm olduğunu düşünebilirdim. (Tıpkı, şu anda Türkiye’de inşa edilen şeyin “demokrasi” olduğuna inanabileceğim gibi) Ama Kundera ile anladım ki, yıkılan “eşitlik” ve “kardeşlik” idealleri üzerine kurulan bir suç imparatorluğundan başka bir şey değil.
Devrimci Yol’un üzerimde Milan Kundera gibi bir etkisi oldu. Eğer bu hareketi hiç tanımamış olsaydım, muhtemelen “devrim” kelimesi hakkında da o bildik, sığ ve genellikle gerçeğinden tamamen farklı inanışları “doğru” kabul edecektim.
Devrimci Yol, sömürü, Kürtler, kadınlar gibi pek çok konuda “gerçekler”i söyleyen bir avuç dürüst kadın ve erkekten oluşan bir çeteydi ilk başta. Bu çete her şeyin eğri olduğu bir yerde “doğru”yu arıyordu. Arıyordu, söylemiyordu. Söylediği zaten göz önünde olan “gerçek”lerdi. Bu “gerçek”lerin “doğru” olduğunu görmek için, herkesin kendi içinde bir “yol”a girmesi gerekliydi. Aksi halde bize belletilen “yalan”ları, “doğru” olarak görecektik. Belki mutlu, belki mesut ama kesinlikle bir köle veya bir hain olarak yaşayacaktık.
Sevgili Adnan’ın kaleminden Oğuzhan Müftüoğlu’nun hayatını, kendini “yalan”larla mücadeleye adamış bir “delikanlı”nın ve yoldaşlarının hikayesi gibi okudum.
Devrimci Yol’a dava açan devlet, yalanlar üzerine inşa edilmedi mi? Şu anda o devleti yıkıp kendi devletini kurmak için mücedele edenler daha da beter yalancılar değil mi?
Bu yalanlara inanmak tıpkı Rus tanklarını sevmek gibi bir avanaklık veya hainlik sayılmaz mı? İnanmamız buyurulan “doğru”lar her zaman “gerçek” midir?
Devletin Devrimci Yol’a açtığı dava zaman aşımından düşebilir.
Devrimci Yol’un devlete ve o koltuğa sahip olmak için kuzu postuna bürünmeye hazır muadil çakal sürüsüne açtığı davanın ise zaman aşımı yok.
Devletin Devrimci Yol’a açtığı dava zaman aşımından düşmek üzereymiş. Dava konusu eylemler 30 yıl önce yapıldığı için, hukuksal olarak böyle bir olanak çıkmış.
Geçenlerde BirGün’de “Doğru mu, Gerçek mi?” diye bir başlık okudum. Önce bu başlığın bir hata olduğunu düşündüm. Metnin içinde bir cümle olsaydı, daha kesin bir kanaatla “bu bir hata” der ve sormadan geçerdim. Ama cümle metnin başlığıydı ve yanlışlıkla yazılmış olamazdı. Yazarına “Neden böyle bir başlık kullandın?” diye sordum.
“Çünkü doğru sayılan her şey gerçek olmayabilir ve gerçek her zaman doğru olmayabilir.” dedi. “Gerçek” adı üstünde gerçektir, “doğru” ise gerçeğe yapılan bir yorumdur ve herkese göre değişir.”
Bu aralar Milan Kundera’yı tekrar okuyorum. Ülkesini işgal eden Rus ordusunu sevmenin ve bunun gerçekten de büyük idealler için yapıldığına inanmamın, ne kadar kazançlı bir durum olduğunu anlatır Kundera kitaplarında. Genç bir sosyalisttir, devrime ve sosyalizme bütün kalbiyle inanmaktadır. Onun kalbinde “doğru” olan sosyalist bir dünyanın kurulmasıdır. |
Hayatın gerçekleri, ilk bakışta bu “doğru” ile çelişmez. Sovyet güçleri, ülkelerine gelip; eşit ve kardeş bir ülkenin bir an önce oluşmasına destek vermişlerdir. Prag sokaklarında dolaşan tanklar, muzaffer bir sosyalizmin kurulmasına yardımcı olan çiçek arabaları gibidir. |
Ama kalp bazen gözden daha iyi bir görme aracı olabiliyor. Genç Milan Kundera (ve kitaplarında yarattığı kahramanların) kısa zamanda anlar ki, bu gelenler çiçek arabası filan değil, savaş tankıdır. Tankları yöneten güç sosyalizm değil, Rus Devleti’dir. Kimse ülkesine yardıma gelmemiştir, bu bir işgaldir ve gün işgalcilerle işbirliği yapan sahtekarların günüdür. |
Kundera, Rus tanklarının gölgesinde ülkesinin olağanüstü değişimini mide bulantısıyla izler. Muhalifler birer birer hapse atılırken, kitleler “ama bakın her şey daha iyiye gidiyor” demekte ve buna inandıkça daha mutlu olmaktadırlar. Hapse atılan herkesin mutlaka bir suçu olmalıdır. Aksine inanmak “hain”lerle bir tutulmaktır. O halde en iyisi “gerçek”leri boşverip, yeni ve ışıltılı “doğru”lara dört elle sarılmaktar. Kafka’nın ülkesinin insanları göz göre göre Kafkaesk bir şatonun köleleri haline geliverir.
Kundera, çocukluğundan beri gururla taşıdığı sosyalist parti rozetlerini atar. Bir zamanlar inandığı “sosyalizm doğrusu” ile yaşadığı gerçeklerin alakası yoktur. “Sosyalistim” demekle sosyalist olunmayacağını, sosyalizmi bir bayrak, rozet ve slogan parodisine indirgemenin ve buna inanmamın “gerçek” sosyalizme ihanet olacağını idrak eder.
Bir zamanlar Nazım Hikmet’in “Vatan Haini” şiirinde yazdığı mantıkla; “Sosyalizm, Rus despotizmine boyun bükmekse, ben sosyalist değilim” der.
Milan Kundera bir tasavvuf tekkesi gibidir. Metinleri basit bir aşk kitabı gibi de okunabilir. Oysa basit aşk yoktur ve bazen bakışların, bazen sözlerin ve bazen de suskunlukların ardında ilk anda görünenden tamamen farklı resimler vardır.
Kundera’yı “sosyalizm düşmanı, CIA ajanı” filan diye yaftalayan onlarca kişi tanıdım. Bu sığ teşhisin tam tersi olarak; Sovyetler yıkılırken “eyvah sosyalizm yalanmış” diye kaçışan fare sürüsüne katılmamı engelleyen en önemli kişidir Kundera. Eğer onu tanımasaydım, yıkılan şeyin sahiden de sosyalizm olduğunu düşünebilirdim. (Tıpkı, şu anda Türkiye’de inşa edilen şeyin “demokrasi” olduğuna inanabileceğim gibi) Ama Kundera ile anladım ki, yıkılan “eşitlik” ve “kardeşlik” idealleri üzerine kurulan bir suç imparatorluğundan başka bir şey değil.
Devrimci Yol’un üzerimde Milan Kundera gibi bir etkisi oldu. Eğer bu hareketi hiç tanımamış olsaydım, muhtemelen “devrim” kelimesi hakkında da o bildik, sığ ve genellikle gerçeğinden tamamen farklı inanışları “doğru” kabul edecektim.
Devrimci Yol, sömürü, Kürtler, kadınlar gibi pek çok konuda “gerçekler”i söyleyen bir avuç dürüst kadın ve erkekten oluşan bir çeteydi ilk başta. Bu çete her şeyin eğri olduğu bir yerde “doğru”yu arıyordu. Arıyordu, söylemiyordu. Söylediği zaten göz önünde olan “gerçek”lerdi. Bu “gerçek”lerin “doğru” olduğunu görmek için, herkesin kendi içinde bir “yol”a girmesi gerekliydi. Aksi halde bize belletilen “yalan”ları, “doğru” olarak görecektik. Belki mutlu, belki mesut ama kesinlikle bir köle veya bir hain olarak yaşayacaktık.
Sevgili Adnan’ın kaleminden Oğuzhan Müftüoğlu’nun hayatını, kendini “yalan”larla mücadeleye adamış bir “delikanlı”nın ve yoldaşlarının hikayesi gibi okudum.
Devrimci Yol’a dava açan devlet, yalanlar üzerine inşa edilmedi mi? Şu anda o devleti yıkıp kendi devletini kurmak için mücedele edenler daha da beter yalancılar değil mi?
Bu yalanlara inanmak tıpkı Rus tanklarını sevmek gibi bir avanaklık veya hainlik sayılmaz mı? İnanmamız buyurulan “doğru”lar her zaman “gerçek” midir?
Devletin Devrimci Yol’a açtığı dava zaman aşımından düşebilir.
Devrimci Yol’un devlete ve o koltuğa sahip olmak için kuzu postuna bürünmeye hazır muadil çakal sürüsüne açtığı davanın ise zaman aşımı yok.
http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1298280498&year=2011&month=02&day=21
-- -~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~ BAŞ AĞRISI I Yollar ne kadar güzel olsa, Gece ne kadar serin olsa, Beden yorulur, Baş ağrısı yorulmaz. II Şimdi evime girsem bile Biraz sonra çıkabilirim Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim Ve madem ki sokaklar kimsenin değil. Orhan Veli KANIK oO-------------------------------------------------------------------Oo http://orajpoyraz.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder