25 Şubat 2011 Cuma

Em. Astsb. Oktay YILDIRIM SAVUNMASININ TAM METNİ

Bu savunmayı dikkatle okuyunuz. 
O, tahliye talep etmiyor. Namuslu aydınların cesur olmasını talep ediyor.
Mahkemeden ise; vicdan, hukuk ve insanlık talep ediyor !

 


 
Em. Astsb. Oktay YILDIRIM SAVUNMASININ TAM METNİ

 
Bugün 173. celseyi de tamamladık. Tam 173 celse boyunca burada İddianamedeki saçma sapan iddialara cevaplar verdik. 
İnsan sabrının sınırlarını zorlayan, akıl sağlığı şaibeli bir kişinin tanık olarak konuşmalarını dinledik. 
Bu adamların veya kadınların bu ülkede oy kullanacaklarını düşünerek dehşete kapıldım.
 
Bu kürsü bazen bir akıl hastanesine dönüştü. O kadar ki, kendi akıl sağlığımdan korktum. Bütün bunlara rağmen buradaki sanıklar konuşurken bu kürsü adeta bir üniversitenin tarih, siyaset bilimi ve hukuk kürsüsüne dönüşmüş. Birçok sanık mevcut anayasal düzeni, cumhuriyeti, devletin milleti ile bölünmez bütünlüğünü, milleti bir arada tutan değerleri savunmuş.Ancak bunlar diğer akıl dışı iddialar kadar aksi seda bulamadığı için tarihe bir belge olarak kalmasından başka işlevi ne yazık ki olamamış.
Çünkü bu salonda adaletin zerresi kalmamış.
 
Dava dosyasındaki sözde deliller ve asılsız iddialar hakkında o kadar çok şey söylendi ki; onları söylemek, defalarca olduğu gibi hem tekrara düşmek olur, hem de konuşma süremiz yetmez. 
Burada savcılığın dört elle sarıldığı ve en sağlam kabul ettiği kanıtlar bile üzerinde kocaman ve karanlık şüphe bulutlarıyla duruyor. Savcılığın o bulutları dağıtmak için sergilediği hukuk dışı çabaları da aralıksız sürüyor.
Ama onlar çabaladıkça kendi üzerlerindeki şüphe bulutları daha da kararmaya ve büyümeye devam ediyor. O karanlıkla o kadar hemhal olmuşlar ki, onları o şüphe bulutlarından ayırmak imkansız hale gelmiştir. 
O kadar ki, bu mahkemede şüpheden savcılar yararlanmaktadır. Sözde kanıtları ve iddiaları üzerindeki her şüphe, bu mahkemenin ve işkenceye dönüşmüş tutsaklığın sürdürülmesi için karine olarak kullanılmaktadır. Bu dava böyle bir davadır işte.

 
Savcılık mahkemeye yalan söyler mi? Mahkeme bu yalana alet olur mu?
Olmayan dosyaları varmış gibi göstererek ve bu dosyalara dayanarak mahkeme kararı verilir mi?
Bu skandala savcılık , "yanlışlık olmuş" , "matbu hata olmuş" diye yanıt verir de bunu hangi vicdan kabul edebilir?
Daha iki gün önce savcılık; tanık Fikri C... dinlenirken, "Bazı tanıklar ``Darbe olacak zaten, iki üç yıl yatar çıkarım´´ dedi" diye beyanda bulunuyor. Kim dedi, hangi tanık dedi?
Savcı şöyle diyor: "Davamız sanığı Levent Temiz". Bu davanın Levent Temiz diye bir sanığı var mı? Bir savcı duruşma salonunda bile kaş-göz arasında yalan söyler mi? Burada hepsini yaşadık.

 
Polis düzmece tutanak düzenler mi? Burada verdiği bir ifadeyi reddeden sanığa bile "Okumadın mı imzalarken? Bir de avukat olacaksın " diyen mahkemeniz sesli, görüntülü kayıt altına alınan bir tutanak düzenleme tiyatrosuna nasıl sessiz kalabilir? 
Bu tutanakları düzenleyenlerden biri, o tutanağın üzerinde yazılı olan gün ve saatte izinli görülmektedir. Bunların hiçbiri sizde bir şüphe uyandırmamakta mıdır?
 
Polis, soruşturmanın ERGENEKON olacağını 8 ay öncesinden, daha ben bile gözaltına alınmadan nasıl bilebilir? Bu durum bile mahkemenizde hiç mi şüphe uyandırmaz? Hiç mi düşünmezsiniz "Bu işte bir yanlışlık var" diye? Polis , "Soruşturma Ergenekon olduğu zaman , s...... hakimini de savcısını da..." dediğinde bu sizi hiç mi yaralamaz? Savcı bu galiz küfür için önce "Biz duymadık." deyip sonra "Bunu Oktay Yıldırım eklemiş olabilir ." dediğinde bu sizde hiç mi etki uyandırmaz?
 
Savcılık makamı, mahkemeden ve sanıklardan delil saklar mı? Onu da görmedik mi bu mahkemede? 
Hâkim canının çektiği gibi karar verebilir mi? Hakim, ama gerçekten hakim olan; kanunda iletişim tespit bilgilerinin yazıldığı kağıtlarla ilgili bir maddeye dayanarak, kendisinin bile görmediği kanıtları imha kararı verebilir mi? Bu sizi hiç mi rahatsız etmez? Adam kâğıt yakma maddesine dayanarak bomba imha ediyor. Jandarmanın haberi yok, bir satır yazı yok.
Hâkim karar verirken onu bağlayan bir kanun olmaz mı? Kadılar bile yazılı kanunlara dayanarak karar veriyorlardı.
Ben şimdi size bu zamana kadar ortaya koyduğum kanıtların veya hukuk katliamlarının hangi birini anlatayım?
Diğerlerine girmiyorum bile.

 
Bunu ifade edecek cümleyi Uğur Mumcu şöyle yazmıştı : "Vicdan sustu, hukuk sustu, insanlık sustu."
Hepsini bir tarafa koyalım. Siz burada bir örgüt bulabildiniz mi? Bu davaya bir tertiple birleştirilen ve daha büyük bir tertibi örtmekten başka amacı olmayan Danıştay davasının buradaki sanıklarla irtibatını bulabildiniz mi? 
Dinlemediğiniz tanık, toplanmamış delil, burada gösteri yapmayan bir tek meczup, deli kaldı mı? Burada en akıl dışı iddiaları bile dinledik. Allahtan vahiy aldığını; döngel namazını Allahtan öğrendiğini; 1988 yılında yapılan bir törene Atatürkün katıldığını (hem de yeminlerle iddia ederek) ; zamanın kutbu olduğunu iddia edenleri, cin çıkarttığını, içine cin girdiğini anlatanları dinledik. Dava, dava olmaktan çıkalı o kadar çok zaman geçti ki...
 
Danıştay davasında cinayeti işleyen belli. Onun bu cinayeti, dini inançları doğrultusunda işlediği, savcıların bütün aksini ispat etme
çabalarına rağmen, defalarca ortaya çıktı. Bu dava sanıkları ile hiçbir irtibatımın, görüşmemin, tanışıklığımın olmadığı belli. 
Burada bir yıldır defalarca kanıtladık. Toplanmamış delil, dinlenmemiş tanık kalmadı, ama her nedense bu dava hala ayrılmadı ve ben hala tutukluyum. Hala bir kuvvetli şüphe var. Hangi kanıtı değiştirebiliriz hangi tanığı? Hepsi dinlendi. Bir tek Danıştay binasının çatısındaki kargalar kaldı. Karga deyip geçmeyin. 150 yıl yaşar, çok zekidir, unutmaz. Akıl hastalarını bile tanık diye buraya getirip dinlediğinize göre kargalar da gelebilir. Bir tercüman bulunur, bir gak evet, iki gak hayır... gibi. Çünkü başka bir şey kalmadı artık.
Savcılar çok uğraştı, geceleri cezaevine girip polisle beraber. Ama olmadı, geriye kargalar kaldı.
 
En baştan beri bu dava adaletin tecellisine veya maddi gerçeğin bulunmasına veya hukuka hizmet etmiyor. 
Öyle bir noktaya geldik ki, buradaki hukuk katliamını açıklamak için artık "Yanlışlık oldu" "sehven yapıldı" gibi bahaneler yeterli olmaya başladı. Bu davada tertibin adı "sehven" oldu. Tertip,"sehven" diye açıklanıyor. 
En sonTeğmen Mehmet Ali Çelebinin telefonuna yapılan tertip de "sehven yapıldı" diye açıklanınca TV kanallarında sıkça yer buldu. Oysa bu davada "sehven" tarihçesi bir hayli eski ve zengin.

 

Sadece birkaç örnek vermek istiyorum:
 
Sehven - 1 :  12 Haziran 2007 tarihinde Ümraniye savcılığı, nöb. Sulh Ceza mahkemesine başvurarak Mehmet Demirtaş ve gecekondu hakkında arama talep eder. Talepte şöyle yazmaktadır:
"Silahla müessir fiil ve tehdit suçları ile ilgili olarak ekte bir dosya vardır." Bunun üstüne bir de patlayıcı madde bulundurmak suçu
eklenmiştir. Adres bölümünde ihbarcının kullanımında olan gecekondunun adresi yazmaktadır. Polisin elinde M.Demirtaşın ikametgâh senedi de vardır. Ama adres olarak gecekondu yazılarak orada oturuyormuş gibi gösterilir. Bu mahkeme kararında ne yazdığını sanıklar gizlilik nedeniyle ancak 16 ay sonra öğrenir. 
Derhal mahkemeye sorulur, "şu müessir fiil ve tehdit dosyasını gönderin de biz de öğrenelim ."denilir. İlk cevap buradaki savcılardan gelir: "Yanlışlıkla yazılmış".Oysa buradaki savcıların Ümraniyedeki bir yanlışlığı bilme ihtimali yoktur. Oradan gelen cevap da aynı olur: "Sehven yazıldı." . Hâkim kararında şöyle yazmaktadır: "Evrak üzerinde yapılan inceleme neticesinde.."
Oysa ortada evrak filan yoktur. Sonuç: Organize sehven.
 
Sehven - 2 :  Savcı Zekeriya Öz 15 Haziran 2007 de İst. 10. Ağ. Ceza Mahkemesine başvurmuş ve mealen şöyle demiş: "Benim elimde silahların saklandığı yerleri gösteren belgeler ve örgüt üyelerinin telefon dinlemeleri var. Bu nedenle kısıtlılık, yani gizlilik kararı talep ediyorum." Mahkeme aynı gerekçeyi kelimesi kelimesine yazarak kararı vermiş. Biz 16-17 ay sonra bu belgeleri görmüşüz ve sormuşuz mahkemeye : "Nedir bu dosyalar? Gönderin de biz de öğrenelim şu silahların saklandığı yerleri." 
Aylar süren çabalar sonucunda savcılık bize 3 kez kararın fotokopisini göndermiş, ısrarlarımız sonunda beklenen cevap gelmiştir. Savcılık şöyle demektedir:
"Elimizde öyle belgeler yoktur, o yazı matbu olarak bilgisayarda kalmıştır." Yani sehven oldu demektedir, ama özür kabahatten büyüktür. Çünkü kaldıysa savcının bilgisayarında kaldı. Hâkimin kararında aynıyla ne arıyor? Savcı sehven yazmış, hâkim de sehven getirin şu dosyaları dememiş. Aynı gerekçeyi yazarak sehven karar vermiş. 
O karar yüzünden belgeleri göremedik, ama yandaş basın günü gününe yazdı. Sonuç: Organize sehven.

 
Sehven - 3: İddianamede şöyle bir beyan var: "Sanık Ali Yiğitin beyanında; bunlar Danıştaydan kalan bombalar, derin devletin
bombaları " dediği yazmaktadır. Oysa sanığın hiçbir ifadesinde böyle bir beyanı yoktur. Savcılığın iddianamede yüzlerce kez kullandığı bu beyan hiç söylenmemiştir. Sonuç: Organize sehven.

 
Sehven - 4 :  İddianamenin bazı sayfalarında şöyle yazıyor : " Şubemizce yürütülen çalışma neticesinde... " ...Yani iddianameyi polis yazmış. Savcılığa burada defalarca soruldu , " Nedir bu? " diye. Cevap, sehven... Yani polis sehven yazmaması gereken iddianameyi yazmış. Yazarken "şubemizce" ifadesini sehven değiştirmemiş. Savcılık da sehven aynı şeyi yapmış. Sonuç:
Organize sehven.

 
Sehven - 5 :  Doğu Perinçek'e atfedilen .....CD' den 4 tanesi aramalarda bulunmamıştı ve o dört CD suçlama konusu yapılıyordu. O dört CD'nin yanında isimsiz ve imzasız bir tutanak vardı. Burada defalarca o CD'lerin yanındaki tutanağın kimin tarafından yazıldığının bulunması istendi. Savcı aylarca sustu. Sonunda bir gün Doğu Perinçek'in avukatları tutanak üzerinde kaligrafik inceleme istedi. Bu talebin yapıldığı an savcı mikrofonunu açtı ve şöyle dedi : " O yazı bana aittir, sehven yazılmıştır." Yani o isimsiz tutanağı savcı sehven yazmıştı, aylarca da sehven susmuştu. O CD'ler de o çuvala zaten sehven girmişti. Sonuç: Organize sehven.
 
Sehven - 6:  Polisin bomba bulduk diye düzenlediği tutanaklardaki numaralar birbirinden farklı. Oysa her tutanakta aynı bombalardan bahsediliyor olması gerekiyor. Sorduk polise : "Bu tutanaklardaki farklılıklar nedir? " diye. Artık verilecek cevabı biliyorum. Sehven oldu diyecekler. Üstelik her tutanakta sehven olacak bu... Sonuç: Organize sehven.
 
Şimdi sizlere soruyorum: Bunları sineye çeken vicdan nasıl bir vicdandır? Nasıl bir hukuk ve nasıl bir insanlıktır ?
Savcı, sözde evi göstereceğini taahhüt eden sanığa, evi bulamayınca kılavuzluk yapmaya yeltenir mi? 4-5 yıl yatmakla tehdit edilerek gizli tanık devşirilir mi?

 
Daha dün burada Danıştay davasının en önemli tanığı dediğiniz bir zavallı kadını dinledik.
İlk cümlesi , " Ben tanıklık edecek bir şey görmedim." oldu. Hep beraber gördük burada, akıl hastası olduğu mahkeme huzurunda doktorlarca saptanmış. Kocasıyla arasını Ergenekon ve Jitem'in bozduğuna inanıyor. Annesinin mezarının Jitem tarafından tahrip edildiğine inanıyor. Savcılığın o zavallı kadının ağzından çıkacak birkaç kelime için nasıl da çırpındığını gördük burada. Savcı Taşkın kadına diyor ki :
"Gördüğünüz bir şeyi hatırlamadığınızı söylemeniz yalan sayılır." ...Tehdide bakınız... 
Burada şeyh Salih, Süleyman Esen veya küçük Salih hoca adlı kişiler birçok şeyi hatırlamadığını söyledi ama savcının böyle bir çabasına tanık olamadık.
Mesela Alpaslan Aslan, Cumhuriyet gazetesine bomba attıktan birkaç dakika sonra, yani kaçarken Küçük Salih'i aramış. O da Süleyman Esen�i... O dakikalarda birer dakika aralıklarla bu üç kişi arasında onlarca telefon konuşması yapılmış. 
Soruyoruz Küçük Salih'e : " Ne konuştunuz bu kadar sık ve yoğun aramalarda? " ...Cevap veriyor : " Hal hatır sorduk "... " On defa mı hal hatır sordunuz, hem de birer dakika arayla? " ...Hatırlamıyorum deyip kapatıyor konuyu. Savcı onlara hiç "Hatırlamamak suçtur." demedi.

 

Ben bu kürsüde birçok celsede dedim ki , " Soruşturma makamları tertibin eksik kalan veya ifşa edilen yerlerini yeni soruşturmalarda ikame ediyorlar. Ne eksikse o bulunuyor." ...Bakın geldiğimiz noktaya, bu tertip kapsamında yürütülen tüm dosyalarda bunu göreceksiniz. Çünkü Türk hukuk tarihinde ilk kez dava devam ederken bir yandan da soruşturma sürüyor. Biz böyle yargılanıyoruz. 
Bu bazen bir kazı ile bazen bir isimsiz ihbar mektubu ile yapılıyor. CD mi eksik, derhal yeni bir tertiple bir CD bulunuyor. Canlı yayınlarda Türk ordusunun mühimmat kamyonları takip ediliyor. Üzerine kamyon lastiği konmuş yerlerden cephane çıkarılıyor. Belge mi eksik, hemen gereken belgeler bulunuyor. Bunlar da derhal yandaş TV kanallarında mahkûmiyete dönüştürülmektedir.
Özellikle Samanyolu televizyonu her akşam haberlerin en az yarım saatini bu davaya ayırıyor. 
O haberleri sunan adamın Fethullah Gülenin akrabası olduğu söyleniyor. Bu dava ile ve buradaki kişilerle ilgili asılsız haberleri verirken yüzündeki şehveti görüyorum. Evet, Şehvet... O yüz ifadesinin başka bir tasviri yok. Adam bulduğu her fırsatta şehvetle sıralıyor iftiraları haber diye. Ya da alçağın biri çıkar, baştan sona yalanlarla dolu bir kitap yazar ve biz mahkûm ediliriz gazete köşelerinde. Kimse bizim hakkımızı aramaz, hatta kendimiz bile arayamayız. Çünkü o kadar paramız yoktur. Ben parti başkanı veya ünlü bir gazeteci ya da çok ünlü bir cerrah değilim ki benim hakkımı da savunan birileri olsun.
 
Ünlü bir şiir vardır, son mısrası şöyle der:
Bir kemiğin ardında saatlerce
Yol giden itler bile
Gülecek kimsesizliğimize.

 
Yaşlı bir babam var, 80 yaşında. Bu zamana kadar babama diyordum ki :"Baba, göreve gitmişim gibi düşün." ...Babam yatağa düşmüş, geçen gün bana soruyor telefonda , " Oğlum Hizbullahçılar bile çıktı, hala bir gelişme yok mu? "... Artık " Varsayalım görevdeyim" demek yetmiyor.
Dedim ki: "Ben Hizbullahçı, katil, tecavüzcü veya pkk�lı değilim ki, beni niye bıraksınlar baba" ...
 
Bu dava hukuka hizmet etmiyor. 
Burada sanıklara arabasını kaça aldığı bile soruldu. Sana ne kime ne? Aslında burada sorulan bu tip sorularla ustaca uzatılması sağlanan bu dava, halkımızın gözüne çekilen bir perde, damarına zerk edilen bir uyuşturucu görevi yapmaktadır. 
Halk bir korku sarmalı içinde ağzını açmaya korkar hale getirilmiştir. Millet açtır, ama açım diyememektedir. 
Aydınlar korkmaktadır ve gördüğü doğruyu bile açıklayamamaktadır. 
Türk aydını, Türk milletine sövenler kadar bile cesaretli değildir. Bu dava bu işe yaramıştır.
 
Stalin, Homosovyeticus insanını şekillendirmeye çalıştı. Vahşi Kapitalizm, Homoeconomicusu şekillendirmeye çalıştı. Hiçbiri başaramadı. 
Eşbaşkanın ileri demokrasisi ise, Türkiyede Homofobicusu, yani korku insanını şekillendirmeye çalışıyor. İstiyorlar ki sövenler cüretkâr, sövülen Türk milleti ise korkak olsun. 
Bakın bir örnek vereyim: Sevan Nişanyan Taraf gazetesinde yayınlanan bir yazısında şöyle diyor:
" Peki, İstanbulun her yerine iki - üç seneden beri eşek çükü gibi diktikleri o bayraklar beni neden rahatsız ediyor öyleyse? Şundan rahatsız ediyor: O bayraklar ulusun bayrağı değildir. Bir hizbin, bir siyasi görüşün bayrağıdır. Siyasi bir meydan okumadır." ...
 
İşte bu cüret artık sınırsızdır. Peki, kendine vatansever diyen namuslu Türk aydını, bir avuç istisna dışında benzer cesarete sahip midir? Bu adamlara bir cevap veren çıkmış mıdır? 
Bu davadaki hukuksuzlukları bile bir avuç istisna dışında kaç kişi anlatabilmektedir? Bazıları da şöyle demektedir: "Kuruların yanında yaşlar da yanmasın." ... Hem siyasi iktidara ters düşmüyor, hem de aklınca haksızlığa karşı durmuş oluyor.
 
Aydın, karşı karşıya olduğu tehdidin veya korkunun, aydın namusuna galebe çalmasına izin veremez. Veriyorsa aydın değildir. İşte bu dava Türk aydınını sinek vızıltısından ürker hale getirmeye yaramaktadır. 
Sadece bayrak değildir sövgüye maruz kalan.

Burada sanık olanlar anayasayı, vatanın bölünmez bütünlüğünü savunurken, bakın iktidarın en sevdiği hukukçu ne diyor : "Başkentin Ankara olmasını bize kim sordu? Babalarımız, dedelerimiz karar vermedi bildiğimiz kadarıyla. Ankaradaki efendiler öyle geri zekâlı ki; anayasaya, hiçbir okulda Türkçeden başka dil öğretilemez diye madde koyarlar. Bunu kime sordular? "...


Cürete bakar mısınız? Artık hedef doğrudan doğruya ülke, bayrak, dilimiz, sınırlarımız. Ona bu sorularının cevaplarını kimse verdi mi? Kaç aydınımız şunu söyleyebildi: " Benim dedelerim; Ankaranın Başkent, dilinin Türkçe olmasına karşı olanları, Sakarya ovasında öldürerek, yani silah ve kurşunla karar verdi. Müzakere ederek değil, kanla imzalandı karar. "
 
Herkes Silivriye atılmaktan korkuyor. Bu dava bu işe yaradı işte...
Sayın yargıçlar da bundan istisna değil. Artık onlar da davaları AKP'nin istediği gibi sonuçlandırmadıkça tehdit altında. 
Bu davaların herhangi bir aşamasında iktidarın beğenmediği kararları veren hâkimlerin başlarına gelenleri en iyi sizler biliyorsunuz. Hepsi yerlerinden alındı, sürüldü, ellerinde Atatürk resimleriyle...
Onların yerine yeni bir yargı kadrosu oluşturuluyor. Artık bağımsız yargıdan daha sık bahsedeceğiz.
 
Bağımsız yargı... Hukuktan bağımsız, vicdandan bağımsız, hatta insanlık değerlerinden bile bağımsız...
Zaten yargı dediğin bunlardan bağımsız olmalı, değil mi? Hizbullahçıyı serbest bırakırken, beni burada yıllarca tutmalı ve onu rahatsız eden bir vicdan, zorlayan bir hukuk olmamalı. 
Yargı ancak böyle ileri demokrasiye uyum sağlayabilir. Darbe yapacak koca bir örgütten sadece 8 - 10 kişi burada yıllarca tutuklu kalmalı ama kimsenin vicdanını rahatsız etmemeli. 
Böyle olmalı yeni devletin adaleti... Vicdandan, hukuktan ve insanlıktan bağımsız... "Hukuk çözer " safsatasının bizi getirdiği noktadır bu. İşte hukukun çözdüğü bu kadardır. Çünkü bu hukuk, engizisyon hukukudur, o hale getirilmiştir. 
 
Kadızadeliler hukuku yavaş yavaş bütün ülkeyi ele geçirmektedir. Aydınlar korkak, halk sinmiş, hukukçular gerici olmalıdır ki, ileri demokrasi gelebilsin.
Türkiye'yi yıkanlar, Türkiye�ye sövenlere cevap veremeyen Türk aydını, ancak kuru-yaş edebiyatı yapacak kadar cesurdur. Ülke bizzat onu yönetenlerce yıkılmaya, dönüştürülmeye çalışılmakta, bu homofobicus toplumu da korku içinde titreyerek bunu izlemektedir. 
İşte bu davanın yarattığı sonuç budur.

 
Tahliye talep etmiyorum. 
Bu ülkenin namuslu aydınlarından, en azından Hizbullahçılar, katiller, banka hortumcuları kadar cesur olmalarını talep ediyorum. Sizden de vicdan, hukuk ve insanlık talep ediyorum.

 
Teşekkür ederim.
 
Silivri Esiri Em. Astsb. Oktay YILDIRIM 
 
 

ASALET BOYDA DEĞİL SOYDA OLMALI
İNCELİK BELDE DEĞİL DİLDE OLMALI
DOĞRULUK SÖZDE DEĞİL ÖZDE OLMALI
GÜZELLİK YÜZDE DEĞİL YÜREKTE OLMALI.
-- 
-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~-~
Önemli olan, söylenenin ne olduğu yada nasıl söylendiği değil, ama söylenenin nasıl anlaşıldığıdır.


GUY HUNTER

oO-------------------------------------------------------------------Oo

http://orajpoyraz.blogspot.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder