16 Mayıs 2011 Pazartesi

MELEK GERİLLA [Yalçın Küçük / AYDINLIK - 15 Mayıs 2001]

AYDINLIK - 15 Mayıs 2001

ŞEYTANCA

MELEK GERİLLA

Yalçın Küçük

İnsanlar nasıl büyürler, büyüyerek mi büyürler, sanmıyorum. Çizgi filmlerde saksılar oluyor, üzerine bir yeşil çam dikili, çam hiç büyümez, sıçrayarak yükseliveriyor ve insanların bazen böyle büyüdüklerini düşünüyorum. Kabul ve güzel, "bazen", ama ne zaman; peki, ama biz ve ben, ne zaman sıçradık, "büyüdük" demek istiyorum, soru budur. Şöyle hatırlıyorum, 1956 yılındaydı, Albay Abdülnasır, Süveyş'i millileştirdi; 1958 yılındaydık, Fidel Castro ve yanında Che, gericiliğe karşı topyekûn savaşı başlattı. Sovyetler Gök'e Sputnik'i attılar, "yolcu" demektir, sosyalizm denen insan uzayın zaptına çıktı ve ben, yüksek öğrenci gençliğinin hürleşmesi ve politizasyonu seferini açtım. Fenerbahçeli milli futbolcu Doktor Memduh, Turan Emeksiz, Kastro Nuri, Nurettin Sözen ve pek çokları yanımdaydı.

Alemdaroğlu'nu rektör olunca resminden hatırladım. Sonra İstanbul'da 28 ve Ankara'da 29 Nisan’ı yaptık, irtibatlı idik, bilgiler bende toplanıyordu ve 27 Mayıs'ta bir istibdadı yıktık. Ve 61 yılında sosyalist Yuri Gagarin uzaya yükseldi; biz daha da çok sıçradık, yüksek bir dal yaptık. Yükseliyorduk ve yükseliyorduk... Melek Ulagay işte bu yüksek dalgaya binenlerden biriydi. Zengin kızıdır, Bebek'te sıkıldı, dağa çıktı; gerilla oldu, demek istiyorum.

Anlattıklarından, aşkları dışında, hiç heyecanlanmadığını anlıyorum.

Yükseliş çağı

Güzel, peki, tarihlerin tarihi var mı; iki yirmi yılı görebiliyorum, 1905-1925 yılları, yükselen insanların ve devrimlerin patladığı bir dönemdir; 1905 Rus ve 1908 Türk burjuva devrimleri, İran Devrimi, Çin Devrimi, Meksika Devrimi hep bu aradadır. 1917 Bolşevik ve 1920 Kemalist Devrimleri de buradadır, bütün yüksek insanlar bu arada çıktılar. Başkalan bir yana Bloomsbury Society de burada ve arada idi. Hep yazmak istedim, yeni insanı, yeni cinsel yaşamı, aşkı, edebiyatı deniyorlardı, sevmeyenler "bloomschery" dediler. Virginia Woolf, kız kardeşi, İsodora Duncan, Strachey, Keynes, Rus balerin eşi, Bloomsbury Grubu oldular; nerede ise birlikte yaşıyorlardı. İçlerinde lezbiyen ve homoseksüel çoktu, "normal" azdı, arıyorlardı. Fışkırdılar.

Diğeri, 1955-1975 dönemidir, Lumumba, Nkrumah, Bin Bella, Nasır, Che Guevara, hep bu ikinci arada fırlayanlardandırlar. Bizde ise sosyalizm patlamasını yaşadık, Türkiye İşçi Partisi, insanlarımızı sosyalistleştiriyor ve Avcıoğlu'nun Yön'ü devrimcileştiriyordu; 1965 yılında on beş sosyalist Meclisi yardı; dağ-taş sosyalist oluyordu. 1968 yılında ise Batı'da, "Mayıs Devrimi" çıktı, büyük öğrenci hareketidir, o tarihte İngiltere'de idim, Londra sokaklarında "Ho-ho, şi-şi, ho-şi-min", diyerek Vietnam için yürüyorduk. Viet Kong, Amerikan emperyalizmini dize getiriyordu. Yürüyüşten döndüğümüzde üniversite kantinlerinde bütün masalar doluydu, hepsinin üstünde genç bir çifti sevişirken buluyorduk.

Gözlerimiz sevişenlere doydu. Mini etek ve "ban the bra" modası işte bu Devrim'de yayıldı. İnsanlar doğal hale dönüyorlardı, kızlar artık etekleri ve sutyeni doğal bulmamaya başladılar, "kahrolsun sutyen" dediler. Melek Ulagay da işte bu tarihlerde liseyi bitirdi, Paris'te bir süre dolaştıktan sonra, İstanbul'da üniversiteye ve Fikir Kulübü'ne girdi. Bu, sosyalizme ve Türkiye İşçi Partisi'ne giriş anlamındadır. Duhulü bu tarihtedir.

Benim her yere birinci girme türünden bir huyum var, kötü huylarımdandır ama çıkmıyor.

Üniversiteye, o zamanlar pek prestijli Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne iltihak ettiğimde, "Fikir Kulübü" yeni kurulmuştu, bütün Türkiye'de tek idi. Ben herhalde 27 Mayıs'tan önceki son genel başkandım. Çok istedik, çok istedim, hiçbir fakültede bir ikincisini kuramadık. Ancak 27 Mayıs Devrimi ve Türkiye İşçi Partisi'nin kuruluşundan sonra pıtrak türünden çoğaldı, federasyon oldu ve tip-mdd ayrımıyla, mdd'de kaldı. Burada, Ertuğrul Kürkçü ve Doğu Perinçek önemli roller oynadılar; Fikir Kulüpleri Federasyonu'nu Dev-Genç'e çevirdiler.

Tekrar ayrıldılar; Doğu, Mao çizgisini kurdu, Melek Ulagay, Doğu'ya gitti. "Melek Gerilla" oluşu bu tarihte başlamaktadır.

Marksistler, Tocqueville'i çok ihmal ederler, aslında pek ihmalcidirler. Ben bu anlamda hiç Ortodoks olmadım. Marx, 1848 Devrimleri'ni sosyalist saymıyordu ve ben sayıyordum; Tocqueville de buradadır. Tocqueville, burjuvazinin dine dönüşünü çok erkene alıyordu; aynı düşüncedeyim. Tocqueville'in, 1856 tarihli "L'Ancien Régime et la Révolution" kitabını çok önemli buluyorum ve başkaldırının önce varlıklı ailelerin çocuklarında başladığı tespiti de çok isabetlidir. Narodniçestvo da yüksek bürokrat ve aristokrat ailelerin çocuklarının marifeti olarak başlamıştı. Bizde de, altmışlı yıllarda, bizim, Türkiye İşçi Partisi gençliğinin en güçlü olduğu yer, o zamanki Robert College ve şimdiki Boğaziçi Üniversitesi idi. Melek Ulagay bunlardan birisi olmalı, tip'li olmak modaydı, zengin kızıdır ve moda sever oluyorlar.

Şöyle ayrıldılar, "normal" olanlar İşçi Partisi'nde kaldılar, zenginler ve köylüler Doğu'ya gittiler, Doğu Perinçek ve İbrahim Kaypakkaya ayrımında ise, köylüler İbrahim'in tikko'sunu kurdular. Dağdaydılar, Melek Ulagay'ın anlatımından öğrendiğimize göre, dağda, İbrahim Melek'e tutulmuş, ilan-ı aşk etmiş ama Melek İbrahim'e varmamış, ol tarihte ve dağda Bora ile aşk yasıyorlar. Yine anlatımından haberdar olduğumuza göre, Melek parti hayatındaki başarısızlığına mukabil aşk yaşamında son derece başarılıdır. Zengin ve güzel ve pek layıktır.

Melek'in kardeşi Osman, Doğu Perinçek mensubu idi, eşi Sırma idi, pek güzeldi, biliyorum.

Sırma, Osman'dan ayrıldı ve Doğu ile evlendi, bir çocukları olduğunu da biliyoruz. Bu dar çevrede evlilik, zaman zaman endogami de diyorum, eskiden sol entelijansiyada, Türk diplomatları arasında ve Yahudiler ile Sabetayistler'de pek yaygındı. Osman Ulagay ve tabiatıyla Melek Ulagay da Sabetayist'tirler.

 

(Sırma Ersanlı / Doğu Perinçek)

Osman, Sabetayizm'de önemli bir ad olup, "şem hakadoş" diyebiliriz; Fatma Arığ göçmeden önce önemli bir mülakat ile, sabetayizm ile ilgili çok önemli bilgiler vermişti. Evlerinde bazı geceler bir yatağı boş tutarlarmış, "Osman Ağa yatağı" deniyor, Osman Ağa'nın bazı geceler evlerine geleceğine inanıyorlar. Genellikle ilk isim olarak taşınıyor ve kutsaldır; Sabetayist olduğunu bildiğimiz Cengiz Çandar'ın şem hakadoş adı da Osman'dır. "Ula", Yahudiler ve tabii, Sabetayizm'de taşınıyor, "boyunduruk" anlamındadır ve Tevrat'a göre "Aşer" kabilesine mensubiyeti bildiriyor; Aşer'e biz "Eser" diyoruz. "Gay" ise yine bir İbrani isim olmakla "Vadi" karşılığıdır. İngilizce transliterasyonu "Gai" ise İngilizce'de "Guy" olarak da yazılıyor. "Gay" olarak okuyoruz. Hepsi bu kadar, tabii bütün bunlara Melek'in Işık Lisesi'nde okuduğunu eklemek durumundayım: benim geliştirdiğim disipline göre, Şişli Terakki ve Işık Liseleri'nde tahsil görenleri Sabetayist mütalaa etmekte tereddüte kapılmıyoruz.

Hiçbir sakınca görmüyorum, hep söylediğimi tekrarlıyorum. Sabetayistler olmasa biz bu Cumhuriyet'i kuramazdık. Bu o kadar öyle ki. Kürtler misli, yeni anayasaya "kurucu" olarak adlarını yazdırmak üzere ortaya çıkabilirler, uzun bir kurucular listesi yaparız.

Üstelik Sabetayizm ilerici bir dindir, cinsel özgürlük yanlısıdır ve kuruluşumuzdaki laisizm vurgusunda yerleri çok büyük olmuştur. Yalnız ben bu çalışmalarda ilerledikçe Sabetayist olmayanların hiçbir yere gelemediklerini gördüm ki, çok acıtıcıdır. Manken olamazlar, dizide çıkamazlar, dışişleri bakanı koltuğuna oturamazlar; vesaire ve şimdi bütün tarikatlar da ellerindedir. Kalpleri İsrael için çarpar; hepsi değil, çoğunluğu böyledir. Ben ise kendimi, bu çoğunlukçu aymazlara karşı bir yeniçeri çavuşu olarak görüyorum.


  

Aydın bakışı

Melek Gerilla bu dağlara neden çıktı ve ne yaptı; anlatımından bunu anlayamıyoruz.

Çok heyecan verici bir hayat, ancak duygusunu ve aidiyetini yitirmiş görünüyor. Yalnız reddetmiyor, bir itirafçı ya da bir yeni mürteci-ye benzemiyor, işte orada var, sanki bir "dava mankeni", yaşadığı aşklar dışında pek yaşamıyor. Bunları da yaşadığını söyleyemiyoruz, "İşte öyle" diyen bir hali var.

Yazdıkları ne kadar doğru, aslında yanlış ya da gerçek dışı olsa da bir önemi yok; ancak Arthur Miller ve Harold Pinter'in Türkiye'ye gelişi üzerine yazdıklarına bakacak olursam, "hepsi yalan" demek zorundayım. Can Yayınevi tarafından basılan "Bir Dönem-İki Kadın" kitabında Miller ve Pinter misyonu için, "Onlara Türkiye'de mihmandarlık ve danışmanlık yapanlardan biri de Gündüz Vassaf’dı" diyor ki, külliyen uydurmadır. Miller ve Pinter ile bir aksam toplantısına katılacağı gün evi evi "polis ordusu tarafından kuşatmaya alındı" buyuruyor ki, her halde kabus görmüştür. Gündüz'ün bu işle hiçbir ilgisi yoktu, Miller-Pinter misyonunu Ankara'da tamamladı, İstanbul'da Türk aydınları ile tanışacaktı, çoğu İngilizce bilmiyordu. Gündüz'den rica ettik, tercüman oldu. O zaman tanımış olsaydım, Melek’ten isterdim; yazık olmuş hiç tanımadım. Bir kez gördüm, ben hapiste, Melek kitabını tanıtırken trt'de idi; güzelliğini duymuştum ve "mihrab kalmış" dedim, hepsi budur. 

Çok konuşuldu, kısaca not etmek durumundayım, bu çok önemli misyonu, New York'ta Şevket Pamuk hazırladı, Ankara'da temasları Haluk Gerger ile yapıyordu, o tarihte Haluk, Aziz Nesin ve benim çok yakınımızdaydı ve bir tür rezistans'ın dış ilişkilerini düzenliyordu. Doktor Pamuk da, biz de, seyahatin engellenmesinden korkuyorduk, gelişlerini çok gizli tuttuk. Doktor Pamuk, misyonun hareket etmek üzere olduğunu, Haluk'a bildirince, sadece "Doktor Small" ile bir de "Senle" konuşacaklar demiş ve Haluk'un bu şifreyi anlaması zor olmamıştı. Tekrarlamıştı, "Evet, small ile ve bir de benle, anladım" diyordu. "Small" bendim ve Şevket Pamuk, "Hayır sen değil, sen" diye cevap veriyordu.

Haluk'un bize aktardığına göre, "sen değil, sen" nakaratı uzun sürüyor ve sonunda "Saint" sözcüğünü buluyorlar. Fransızca "Sen" deniyor; "Aziz" anlamındadır. Misyon, Halukla birlikte Aziz Nesin ve benimle muhatap buldu, bizim işaret ettiklerimizle görüştüler, Erbakan ile görüşmeden memnun kaldılar ve Demirel ile görüşmeden memnun olmadılar.

Gerilla Melek, Miller için "Çok güzel bakar" diyor ki, ne denebilir, "Bravo" diyorum, bakıştan anlayan bir kadın ile karşı karşıyayız. Bir hafta beraber olduk, ben de, Arthur'un gözlerinden çok etkilendim, aydın aydın bakıyordu. Büyüleyici bakışlı Marilyn Monroe'nun bu ünlü kocasını tanıdığımda, aydın olma yolunu seçtiğim için sevindim. Üstün bir aydın ile karşı karşıya idik, yaşlı, ancak ışık ışık bakışlı idi, çakmaklıydı. Havaalanına da asistanım Ömer Kökner'in otomobili ile ben götürmüştüm; yolda, "Profesör Küçük, Harold ile ben, fbi'ın iki polisini oynadık" diyordu. Harold, başta Nazlı Ilıcak olmak üzere pek çoğu için kötü polisti; Arthur iyi polis rolünü oynamıştı, önemli iş yaptılar. İstanbul'da toplam elli iki aydın ile birlikte yemek yediler. Bu yemekte Arthur merak etmiş, "Aranızda hapse girmiş olanlar, lütfen ayağa kalksın" demiş, bir veya iki kişi tahmin ediyordu ve yemekte olan Demirtaş Ceyhun'un bana naklettiğine göre, oturan iki kişi dışında elli aydın ayaktadır Ve bir zamanlar burası Türkiye’dir. Hayatımız zamandır.

'Aşağıda'bir hain

Şimdi "aşağıdayız"; Kürtler Bekaa'ya, Şam ya da Filistin'e "aşağı" diyorlardı; ben de kullanıyorum. Melek Gerilla'nın içinde olduğu gerilla takımı aşağıda ve dağlarda çaresiz kalmıştı. On veya on bir Türk devrimcisiydiler, o zamanın en parlakları ve sonunda Filistin savaşçılarına katıldılar. Filistin kamplarından birinde en korunaklı olan bir yerde bir çadıra yerleştiler; kaç kişi olduklarını bilmiyoruz ve İsrael askerleri bir gün, kampın içinde bir yerde, on veya on bir Türk devrimcisini elleriyle koymuş gibi buldu, hepsini katlettiler.

İsrael komandoları hem öldürmüşler ve hem de her şeyi almışlardı. Katliamı duyunca Gerilla Melek'in "Benim mektuplarım ne oldu?" diyerek gözyaşı döktüğünü okuyoruz. Bora Gözen'deydi, sevgilisiydi, aşağıda ve dağda mektuplaşıyordu, Bora'nın göğsünde bir süngü yarası vardı. Hepsi bu kadar.

Pek de değil, 1972 yılındaydı, duymuştuk ve hiç inanmadık. O tarihte çok konuşuldu, İsrael'in mutlaka istihbaratı vardı, içlerinden birisi haberci olmalıydı; Cengiz Çandar o gün çadırda değildir. Çok spekülasyon oldu, Melek Gerilla da bir açıklık getirmiyor, yalnız kitabının bir yerinde, "Cengiz güvenilmez kişi ilan edilmişti" diyor; neden diyor, çözemiyorum. Bu katliamı kastettiği izlenimi almıyorum. Burada bitiriyorum.

İlhan ve Melek Gerilla

Ama şöyle bitiriyorum, yedek subay okulundan çavuş çıkmak istemiyordum, çok dikkat ediyordum, disiplinli yaşıyordum. Birinci oluyorum ama yine de emin olamıyordum.

Yusuf Albay derslerde beni çok tahrik ediyordu, Çetin Altan ve İlhan Selçuk, İlhami Soysal'ın çapkınlıkları üzerine ağza alınmayacak detayları veriyordu; dersimiz psikolojik harp idi. İlhami'yi bilirim, gözü eşi Behiye'den başka hiç kimseyi görmezdi. Daha sonra bunu İlhami'ye anlattığımda, "Yalçın, hep böyle söylüyorsunuz, Behiye'nin onuru kırılıyor ve üzülüyor" diyordu; kadınlar kocalarının biraz da çapkın olmasını istiyorlardı. Sessizdi, "Sfenks İlhami" de derlerdi, bu büyük gazetecimizi çok severdik ve severdim. Ama Yusuf Albay'ım durmuyordu, 12 Mart döneminde Binbaşı, İstanbul'da istihbarat subayı imiş.

İlhan'ın telefonlarını dinliyormuş, çok ayrıntıya indi; ben de çok kızdım, çavuş olmayı göze aldım, sınıfta İlhan Selçuk'un cinsel hayatı üzerine münazara yaptık ve ben kazandım.

Sonra bir ara, İlhan'ın Cumhuriyetteki üst kattaki yerinde sohbet ederken bu son derece karışık epizodu hatırladım ve anlattım. İlhan'ın Gerilla Melekle büyük bir aşk yaşadığını hep duymuştuk ama bu olduğunu bilmiyordum, İlhan "Azizim Yalçın..." diye söze başladı.

Melek'le beraberliğinin bazı sefahatini telefonla yakın bir arkadaşına anlatmış. Yusuf Albay da, beni yenemediğine kızıp bana aktarmıştı. Böylece, bir Melek Gerilla'nın mahremine girmiş oldum. Hayatımız romandır.

Gerilla Melek, kitabında İlhan'ın "İlk ben öleceğim, cenazeme bütün sevdiğim kadınlar gelecek, hepsi benim için ağlayacak, ben de yattığım yerden bunun keyfini çıkaracağım" dediğini de yazıyordu. Melek, artık "Gerilla" değildi. "Onun istediği gibi güzelce giyinip süslendim, beyazlar giydim" haberini de bize veriyor. Güzel, mert ve sadık bir kadınla karşılaşıyoruz. Hepsi, budur.

Güle güle İlhan.


Yalçın Küçük

AYDINLIK – 14 Mayıs 2011

 

Atilla Albay

Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda, Devlet Bahçeli'nin başına gelecekleri önceden tahmin ettiğini çıkarabiliyoruz. Sincan yargıcı ve pek popüler Osman Kaçmaz'ın adaylık başvurusunu reddetmeden geri aldırmasını, Tayyip Bey'den gelecek ağır tepkilere, tedbirlere bağlamak durumundayız. Bahçeli akepe tarafından, mhp'yi barajın altına itmek için çok şiddetli bir taarruz bekliyordu. Referandumun bittiği gün itibarıyla, 13 Eylül sabahı, cehepe de bu kirli kampanyaya katılmıştı; "Silivri'den Meclis'e" programına pek büyük bir ciddiyetle yaklaşan Bahçeli'nin, pek uygun Atilla Uğur Albay'a kapı açmamasının kaynağında herhalde bu var. Ne yazık, Bahçeli'nin dikkati yeterli olmadı, bel edebiyatı ile çamura batırılmış bir taarruz ile karşı karşıya kalmıştır, hep birlikte utanıyoruz. Utanıyorum.

Kabul etmek gerek, Devlet Bey, Engin Paşa'nın adaylığını erkenden kabul ve açıklamakla "Silivri'den Meclis'e" programının kapısını açmış oldu, teşekkür borçluyuz. Korgeneral Engin Alan, çok gözde bir Silahlı Kuvvetler mensubu olmasının yanında, Öcalan'ı ülkeye getiren ekibin başı idi. Atilla Albay da İmralı'da Öcalan'ı sorgulamıştı; çok deneyimli ve çok bilgili bir subaydır. Türk Devleti bu önemli işi, Öcalan'ı sorgulamayı, bu genç ve yakışıklı subaya vermişti. Pkk savaşında temayüz etti; yıllardır Silivri'de tutulmasının nedeni, bu önemli görevlerin şimdiki rejim tarafından günah sayılmasıdır. Demek, gerçekten rejim değişikliğindeyiz.

Bu belki de benim en kolay yazdığım ve en çok yazmak istediğim yazılardan birisidir. Televizyonlarda Devlet Bahçeli'ye, "Atilla Albay'ı milletvekili yapın, çok yiğit ve onurlu bir subaydır ve mhp eğilimli görünüyor; ancak, Silivri'de bizlerin arasında çok kalırsa kaybedersiniz, zamanla solcu olur" diyordum. Zamanında Devlet Bahçeli'yi ikna edemedim ve doğru çıktım, şimdi Antalya'dan Cumhuriyet adayıdır. Meclis'e gidecek adamdır.

Rejim değişmiştir

Ben bu hikayeyi çok severim, Kürt'ün birisini 70 yaşlarında yakalamışlar, evinde harita çıkmış, Türkiye iki parçalı; yargıçlar bırakmak istiyorlar, bir söz alıp bırakacaklar; "Bölmüşün" demişler ve Kürt "Türkiye hıyar mı ki ikiye bölünsün?" demiş, bırakmışlar. Bir daha gelmiş, bu kez harita Antalya'ya kadar uzanıyor. Kürt de güveniyor; sormuşlar, "Antalya nasıl Kürtlerin olur?" demişler. Ne cevap verecek; Kürt, "Hakim beg" demiş, "Kürtlerin narenciye bahçesi olmayacak mı?", cevabı budur. Hapse girdiği, hikayenin devamında var.

İşte Pkk'nın narenciye bahçesi Antalya'da büyük eylemler yaptığı ve turizmi sarstığı 1997 tarihindeki bu Pkk savaşında, Türk birliklerinin komutanlığını da Atilla Albay yapmıştı. Pkk hurucunu 6 ayda etkisiz hale getirdiğini artık hepimiz biliyoruz.

Bu bir devlet görevidir, hep böyle bakıyordum, İlhan Cihaner davasını izlemek üzere Yargıtay'a gittiğimde de mahkeme salonunun kapısında çok büyük bir kalabalık vardı. Sonra bunlardan birisini tanıştırdılar, birbirimize sarıldık, sanki birbirini özlemiş iki can dost idik, ben öyle hissediyordum. Turgut Okyay da öyle görünüyordu; Abdullah Öcalan ve benim yargıcımdır. Çok sevinmiştim, beni bir günde "Kürtçülük" suçundan 5'er yıldan 15 yıla mahkum etmişti. Başka mahkumiyetlerim de var. Bir devlet görevi yapıyordu ve ben de kendi akıl ve kalbimin bana yüklediği görevi yapıyordum. Burada Atilla Albay'ı aynı görev anlayışı içinde görüyorum, hapishanelerden hiç yılmayan bir hali var. Habur Kapısı'nın açıldığı, Pkk üyesi Kürtlerin kapıdan tahliyelerine karar verildiği gün, Silivri'de, "Beni öyle tahliye etmeyin" diye bağırıyordu. Çok etkilendiğimi hiç saklamıyorum. Yüksek onurludur.

Hikmet Çetin Dışişleri Bakanı idi, bir cenazede birlikte olduk, Cenk Duatepe de vardı, Öcalan Şam'dan çıkarıldığı zaman Şam Büyükelçisi idi. Uzun yıllar Kürt meselesinde Türk Devleti'nin en yüksek memuru olmuştu ve Hikmet bağırıyordu, "Bunlar iki bacanak, birisi bir tarafa diğeri öbür tarafa çekiyor" diyordu. Ben hep aynı tarafımdayım. Ancak Cenk'in, Şam'dan Apo'yu çıkarmaya çalışırken yanından olan Levent Göktaş Albay da buradadır. Cenk'ten, Safiye Tezel'den sık sık Şam'a giden Temren'den, hep Levent Albay'ın kahramanlığını dinlemiştim. Şimdi tutsak Levent Albay'ın çok büyük bur günahı var, Pkk'ye karşı kahramanca savaşmıştır. Demek ki iyi ki buradayım, hepsi Türkiye Cumhuriyeti'nin en parlak, en yüksek kahramanlarıdır; demek ki ben doğru söylüyorum, rejim değişmiştir. Hiç kuşku yok, eğer devletten atılmış Savcı Ferhat Sarıkaya tekrar savcı alabiliyorsa, Sarıkaya değil devlet değişmiştir. Hepsi bu kadar ve geçerken haber veriyorum, yeni bir yol var, bir daha değişmek zorundadır.

Hizbullah Savaşı'nda da büyük fedakârlıklar yapmış, yüksek lisans sahibi Atilla Albay şimdi çok daha bilgili ve kararlıdır, Antalya'dan Cumhuriyet için bağımsız adaydır. Her partiden oy istiyor ve en çok cehepe'den talebi var; ve ben ekliyorum, Kemal Kılıçdaroğlu partisinin seçilebilir yerlerini akepeliler ile, eski apeliler ile, Cumhuriyet düşmanları ile doldurmuştur. Öyleyse Kılıçdaroğlu'nun yaptığı listeye oy vermek, Cumhuriyet'e karşı mevzi tutmaktır.

Hepsi bu kadar ve geçerken haber veriyorum, yeni bir yel var; devlet bir daha değişmek zorundadır.

Devamı var, sadece bir seçim çıkışı ve yürüyüşü değil, bu bir haberdir. Doğa ve toplum boşluk kabul etmiyor, hem Cumhuriyet ve hem de halk savunmasız ve partisiz kalmayacaktır, haber veriyorlar.

 

 


ŞEYTANCA

 

İKİNCİ GORBAÇOV vakası üzerine tezler

Yalçın Küçük

 

AYDINLIK – 24 Nisan 2011

Şeytandım, işim buydu, referandumdan hemen sonra çöküş'e bir reddiye yazıyordum. On iki tezle, on iki şeytanlık icat ediyordum; yakın çevreme gönderdim. Not düştüm, çözülüş'ü tartışmaya açıyordum. Sovyetler Birliği'nin çözülüşünde cumhuriyetin çöküşünü de görüyordum. Nasıl yaptım, nasıl bu kadar yakın ve bu ölçüde iç içe olduklarını yazabildim.

Bilim bakıştır; çöküş'e bakıyor ve her iki düzenin, Sovyetler Birliği ve 1923 Cumhuriyeti'nin elitlerini görüyordum. Çöküş'ü elitlerin ihanetinde arıyordum.

Sovyetler Birliği, Sovyet elitinin komünizme inancını yitirmesi nedeniyle yıkıldı. Komünizm'in ekonomik ve teknolojik hiçbir sorunu yoktu; tek meselesi kendisi olmuştu, inanç yetmezliğinden söndü, demek istiyorum.

Ne tarih ve ne günlerdi, son genel sekreter Mihail Gorbaçov'u büyük bir sevinçle karşılamıştık, sanki mesih idi, öyle görüyorduk. Gizlice bir mesih peşinde olduğumuzu, Gorbaçov ile yaşadığımız büyük hayal kırıklığı ile fark ettik; çünkü göreve gelen genel sekreterlerin her biri, öncekinden daha çözümsüzdü. Üstelik birbiri arkasına ölüyorlardı, sanki düzen kendini tıkıyordu. Elit, komünizm içinden bir yol arayamıyor ve tabiatıyla bulamıyordu; ölmeye mahkumdurlar. Herhalde "tıkanma", daha katı bir söyleyişle, çöküş'ün eşiği olmalıdır. Sonu ölüm'dür.

Hiç bilmediğimiz, tarım uzmanı bir genç yönetici-adam geldi, "perestroyka" dedi, yüksek heyecan duyduk. Sanki kurtuluşu bilinmezde bulmaya koşullanmıştık, birikimi reddetmekle özdeştir. Çöküş ile birikimi ve kabiliyeti inkar, el eledir.

Birikimsizliği ve kabiliyetsizliği hiç göremedik, aklımızda yoktu ve birdenbire, bu adamın komünizme inancını tümden yitirmiş olduğunu görüverdik. Ancak bunun üzerine, hem inançsız hem de birikimsiz ve tabii, bilgisiz olduğunu idrâk etmeye başladık. İnançsızlığını görüşümüz öncedir, Sovyet kazanımlarını hızla savurdu, almadan vermeyi seven bir kumarbazdı; Sovyet düzeni barışçıl bir şekilde öldü ve Gorbaçov yaşıyor. Bir büyük çökeltici olduğu için yaşattılar.

Sevincimden ve büyük yanılgımdan o kadar utandım ki, bir avuç lümpen generalin Gorbaçov'u devirip Sovyet Düzeni'ni kurtarma girişiminden dahi umut aldım; bizi durdurmak ve tekrar kırmak için bir sarhoş Yeltsin dahi yetmişti. Tanka çıkardık ve Yeltsin'i böylece yarattık. Daha kaba bir birikimsiz ve tam bir zır kabiliyetsiz'dir. Bir büyük kumarbaz, eğer bir büyük birikimsiz ve kabiliyetsiz değilse nedir, mesele budur. Kaybedecek zincirleri bile yoktur. Lümpen ve yaşlı generallerin önüne çıkma heveslilerini işte böylece doğurmuş olduk.

***

Türkiye'de kemalistler kemalizm'e ihanet ettiler. Kemalizm'i çok eleştirdim. En çok eleştirdiğim zamanda, "Kemalizm bizi ileriye götürmez ve biz kemalizm'den geri geri düşmeyiz" diyordum. Şimdi bu sözümüzdeyiz, kuvvetle müdafaa ediyoruz. Tarihsel ilerleme zincirimizde önemli bir sıçrayış ve halka olmuştur. En iyi müdafaa, zenginleştirerek müdafaadır.

Yalnız, Kemal Kılıçdaroğlu'nun kemalizm'e ihanetinden hiçbir şekilde söz edemeyiz. Hiç söz etmiyorum. Türkiye'de kemalizm'e ihanet edenler varlar ve yüksek yerlerdeler; ancak Kılıçdaroğlu'nu bunlar arasına koyamıyoruz. Çünkü, Kılıçdaroğlu kemalize edemediklerimiz arasındadır ve kesinlikle ihanetten uzaktır. Aralarında yaşadığını düşünebiliriz, zaman zaman türkülerine katıldığını tahmin edebiliyoruz, hem hayat olmanın şartıdır.

Ama bu kadar bilgisiz kalabilmesine çok şaşırıyorum. Çöküş, herhalde, bilgisizlerin elitizmi'dir. Eğişinde sadece bilgisizler yönetici olabilmektedir. Demirel’in yerine Çiller, Sezer'in arkasından Gül geldi; Ecevit'in koltuğuna Erdoğan, Baykal'ın sandalyesine ise Kılıçdaroğlu oturdular. Yetenek ve bilgi cetvellerinde uçurumlar var. Herhalde "hızlı çöküş" demek durumundayız.

Mutlak dekemalizasyon, cahiliye'ye dönüş ve çöküş'tür.

***

Bu uvertürden sonra tezlere geçebiliyorum.

Birinci tez; kaset işi, Deniz Baykal'ı düşürmeyi aşan bir operasyondur. Cehepe'yi, akepe'nin arkasına koyma işidir. Bir dizi ihanetidir.

İkinci tez; kaset, şimdi tedavüle konulan söyleyiş ile, "yeni kemalizm" için bir işaret fişeğidir. Yeni kemalizm, a- Mustafa Kemal'den kopuş, b- laisizmi red, c-Ordu'ya düşmanlık anlamındadır.

Üçüncü tez; kemalizm ile "yeni kemalizm" arasındaki ortaklık "kemal" sözcüğüdür.

Dördüncü tez; Deniz Baykal’ın acılı ve vakur veda konuşmasında, F. Gülen'i koruma çabası, bir mantık ve dizgi sapmasıdır; çok açıklayıcıdır. Her sapma bir başka halka ve itiraftır. Her sapma, bir başka sistemin varlığının habercisidir.

Kılıçdaroğlu'nun, Hanefi Avcı kitabını bir polisin anılan olarak görmede ısrarı ve "sayın" Fethullah Gülen'i hep yüksek tutmaya özen göstermesi, Gülen'in referanduma ağır taarruzlarını görmezlikten gelmesi, diğer bir sapmadır ve aynı ölçüde ifşa edici olmuştur. İkincisi birincisini takip etmektedir. Bir başka düzeni duyuyoruz.

Beşinci tez; operasyonu çok cüretkarane, çok hızlı yaptılar ve ifşa etmiş oldular. Artık "yeni kemalizm" işportaya düşmüştür. 5 Eylül 2010 tarihindedir.

Bu projenin, "yeni kemalizm", işportaya düşüşünü Soner Çağaptay'a borçluyuz; Washington'da mukim Soner Çağaptay, İsrael lobisi içinde kabul görüyor ve İsrael-Erdoğan çatlağından sonra sert bir anti-Tayyip Erdoğan çizgisini tutturduğunu biliyoruz. Çatlak öncesinde kuvvetli bir akepe destekçisi olarak görüyorduk.

Altıncı tez; "yeni kemalizm", kemalizme son darbeyi indirme hamlesidir.

Yedinci tez; Fethullah Gülen ve Aydın Doğan kaset ve operasyona müdahildirler. İşte ortakdırlar, demek istiyorum.

Sekizinci tez; referandumdan evet çıkması, operasyonun içindedir, gereğidir. O halde, "Yeni" Kemal'in "ihmal" ile "hayır" oyu, oyuna uygundur.

Dokuzuncu tez; kaset, İsrael-Tayyip Erdoğan ve Washington-Tayyip Erdoğan münasebetlerinin en uzlaşmaz göründüğü bir tarihte gösterime konmuştur. İsrael ve Washington, stüdyoda ve mutfaktadır.

Onuncu tez; Kemal Kılıçdaroğlu'nun cumhuriyet'e yönelen tehditleri, anayasa mahkemesi ile ve hakimler ve savcılar yüksek kurulunun ilga edilmesini hiç görmeyerek, akepe'yi hedef almadan sadece Tayyip Erdoğan'a hücum etmesi, acemice bir iş olmasının ötesinde bir ifşaat değerindedir.

On birinci tez; cehepe, kemalizmden uzaklaşırken. Ordu kemalizm'e hızla dönmektedir. Dönüşte bir yenileşme ve zenginleşme görmek durumundayız.

***

Kemal Kılıçdaroğlu'nun, a. türbanı çözeceğim" iddiası ve bunun için ulemaya başvuracağını haber vermesi, b, silahlı kuvvetler iç hizmet kanununda bir madde değişikliği ile Ordu'yu müdahale yapmaktan men etme girişimi, c. silahlı kuvvetler komutanları hakkında sürekli "dava" ilanatı ciddi görülmemiştir. Ancak, "bana güç verin Tayyip Erdoğan'ın ayağını kaydırayım" manifestasyonu çok ciddidir. "Yeni kemalizm", senaryo yazarları tarafından ciddiyetle kurgulanmaktadır.

***

On ikinci tez; yalnız ölü doğmuştur.


AHMET BİNBAŞI VAKASI

Yalçın Küçük

Aydınlık – 17 Nisan 2011

Eski dilimizde, bütün diller güzeldir, "ehl-i vukuf” diyorduk, ehl-i sünneti de biliyoruz, "sünni" olarak anlayabiliyoruz; önceki, vukuf sahibi, "vakıf', bir bilen ve en nihayet "bilirkişi" demektir. Bilip bilmemek ise işe göre oluyor; şöyle, bir profesör ile ilgili bir ihtilafı bir asistana vermek, işi bilmez bir kişiye havale etmek ile özdeştir. Bir ordu tatbikatında bir ihtilal bulma işini, Ahmet Binbaşı'ya veriyorsak, bu, işi bile bile bir bilmez kişiye teslim etmekten farksızdır. Bu kadar değil, bu yolla, asıl, Ordu'yu teslim etmiş oluyoruz, olduk. Güzel ve şimdi böyle bir dönemden geliyoruz, açıkça söylemek durumundayız, "Ahmet Binbaşı Vakası", bir dönem Yüksek Komutanlık'ın Beşiktaş Savcıları ile işbirliği içinde olduğuna işaret etmektedir, hiç kuşku duymuyorum, "canlı" tanığı durumundayım.

Geride kaldığına inanmaya hazırım ve bu rahatlıkla yazabiliyorum. Şimdi Binbaşı Ahmet, Samanyolu ile Zaman'ın bülbülüdür. F. Gülen artık Ahmet Binbaşı'ya kalmış haldedir. Ve biz buradan çıkıyoruz.

Askeri Mahkeme'de bir kere, Selimiye'de, bundan otuz yıl önce, "şeytana pabucunu ters giydirecek kadar" şeytan olduğum hükme bağlanmıştı. "Ergenekon" klasörlerinde de, "Allah, Yalçın Küçük'ü yaratmakla hata etti" hükmü var; "neymiş efendim", Türkiye'ye bir şeytan yetermiş, ben fazla oluyorum. Bu kadar mı, bir zamanlar pek sevdiğim arkadaşım Ertuğrul Özkök de, Hürriyet'te, başyazısında, beni, en "deccal" ilan etti; demek, şeytan'ı kabule mecburum. Üstelik artık bana hep öyle bakıyorlar, ben de şeytanca hareket ediyorum ve şeytanca yazıyorum. Geç kalmış itirafım işte budur.

Anında, açık bütün televizyonlara çıkarak Ahmet Binbaşı'ya reddiyeler söylemiştim. Ordu’yu çok kınadım ve yine de az kınadığımı kabul ediyorum. Şimdi yeni bilirkişi raporu var, balyoz, Ahmet Binbaşı’nın başına inmiştir, Gülen’in düdükleri her gün biraz daha bozuk çalıyorlar. Yolun başındayız.

Şeytanca bir işim daha oldu, ben 3 Kasım 2002 tarihinde olanları seçim değil hep darbe saydım, buraya dönmüyorum, kitaplarımda var. Bırakıyorum, bunun yerine Hilmi Özkök’ü elime alıyorum, seçim günü oy verdikten sonra, uçağa binip Washington’a uçmuştu, bir sapmadır. Seçimler bizde hep kritiktir, yüksek görevliler hep görev başında kalırlar, Genelkurmay Başkanı Özkök uçtular, Washington’da bekleyenleri vardı. Ol tarihte ve daha sonra hep bu uçuş üzerinde durdum, şimdi çok iyi ettiğimi anlıyorum; “Ergenekon” davasının başlama tarihini buraya alıyorum. Wikileaks’deki Amerikan belgeleri de şüphe bırakmıyor, orada, Ordu’nun içini konuştuklarını anlıyoruz. “Biz hepimiz Ahmet’iz” ve “Biz hepimiz Hilmi’yiz”; Ahmet ile Hilmi’leri cami, “ağyarını mani” bir Ordu Savaşı’dır; Ergenekon işte budur. Wikileaks’e göre,  Washington’da açılış tarihi 3 Kasım’dan hemen sonraya düşüyor ve düşürüyorum.

Demek Ergenekon bir "kazıma", bir hendek savaşıdır, hiç şüphemiz yok, bir savaştır, bir "iç savaş" diyoruz, İsrael ve Amerika bu savaşta "taraf oldular. Gülen de taraftadır. Şüphe edenler gaflet ve dalalet tarafındalar. Demek, açılıyoruz.

Bir de, bir parantez açabilir miyim, dışarda fazla hareket ediyor ve fazla konuşuyordum; şimdi okuma açlığımı hafifletebiliyorum. Burada okuduklarım arasında iki kitaptan söz etmek istiyorum, Doğu Perinçek'in "Türk Ordusu Kuşatmayı Nasıl Yaracak?" ve Tuncay Özkan'ın "Bir Casusun İtirafları: Tuncay Güney", her ikisi de pek zamanlı ve pek yararlıdır. Bu incelemede birlikte alınmalarını tavsiye edebiliyorum. Tuncay Özkan'ın çalışması Tunay Güney'in polis ifadelerine dayanıyor; emniyette bir tiyatro diyebilirim. Yer yer Brechtien müdahaleler var; bu sahnede Gülen polisleri çok fütursuzlar, bir kaygıları yok, göremiyoruz. Her aşamada dış güçleri duyabiliyoruz, mizansen var, hazırlar. Orgeneral Özkök, Washington'a uçabilir, hemen öncesine denk geliyor. Tuncay Güney'den sonra Hilmi Özkök uçuyor. Havalı'dır.

Güzel ve şimdi sözü kağıda döküyorum ve bir, doğru, sınıflar var, büyük devletler var, bizim hatalarımız ise çok var, bütün bunlar kabul; yalnız, bütün bunların ötesinde, bütün bunlarla birlikte, "Cumhuriyet'i çökerten üç kişidir" diyebiliyoruz. Bunlar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Tağmaç, Orgeneral Evren ve Orgeneral Özkök'tür. Şimdi ve artık tarihte üçü bir yerdedir; 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 3 Kasım 2002 darbeleri, bunların eli-mahsulüdür, üçü de Cumhuriyet'e karşıdır. Üçünü de Türk gençliğine emanet ediyorum. Ne yazık üçü de İbrani asıllıdır.

İki, beğeniriz ve beğenmeyiz, Necmettin Erbakan bir siyaset kurucusu olmuştu; bunlar, Erbakan'ın sözleri ile "çoluk-çocuk" ve hatta sadece çocukturlar, Farsça "baççe" diyoruz. Bunları hükümete getiren ise Ordu'dur; islamizasyon ve akepe, Ordu'nun sesidir, burada "nokta" vuruyorum.

Doğrusu bazen daha önce yazdıklarıma ben de şaşırıyorum, kim "şeytan" derse desin, ben, tesadüfe hiç inanmamakla birlikte yine de tesadüfe bağlıyorum. Galiba, "Haberci" ve "Fitne" kitaplarıma aldım, 1976 yılında, Cumhuriyet'te çalıştığım sırada, Türkiye'de faşizmin temelinin islam olacağını yazmış bulunuyorum. Aynı tarihte "ufukta islam var" sözü de bana aittir; aidiyet, Ordu'nun adım adım İslamizasyon politikası izlediği anlamındadır. Adım adım, akepe'yi aradılar, kurdular ve buldular.

Belki de iyi niyetliydiler, ancak "Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile örülmüştür" sözü, böyle durumlar için düşünülmüştür. Çok güzel, kemalizmi artık yol bilmiyorlardı, önce işçi sınıfının direngenliğini kırmak, sosyalistleri toprağa gömmek ve sonra, Doğu'yu pkk'dan kurtarmak için İslama ve hatta Gülen'e sarıldılar. Sanki denize ya da gaflet ve dalalete düşmüşlerdi, Ahmet Şık'ın kitabında da var. Gülen için, "Çıkartırız, oynarız, gerektiğinde, zaman zaman iki tokat atarız" dediler, yakın zamana kadar, tokadı bırakalım, hep kötek yediler. Şimdi acısını duyuyoruz.

Akepe'yi iktidara Ordu getirmiştir, Siirt Seçim Skandalı ile en büyük desteği, cehepe'nin Deniz Baykal'ından aldılar. Kısaca ve özetle akepe'yi devlet partisi yaptılar ve devleti teslim ettiler. Özetle ve kısaca, devleti islamın çocuklarına verdiler. Bunu "kemalizme ihanet ettiler" şeklinde de anlayabiliriz. Kemalistlerin kemalizme ihaneti var. Acısını duyuyorum.

Ne mi yapıyorum, "cürüm ortaklarım" ile beraberim, celse aralarında konuşuyoruz, "mapus arkadaşlığı" dünyanın en iyi arkadaşlığıdır, hep tartışıyoruz. En çok Tuncay ve Yarbay Mustafa Sönmez ile bilgi yarışı yapıyoruz. Doğu ile ise "kaleden kaleye kuş uçuruyoruz". Devam ediyorum.

Doğu Perinçek'in bu son çalışması çok sistematik, çok şematik ve çok değerlidir, kutluyorum. Yaşar Paşa ile İlker Paşa'ya, çekingenlikleri, mehter takımı üslupları, Anayasa Mahkemesi tarafından hukuken kapatılan akepe'nin fiilen açılmasını sağlamaları nedeniyle, özetle, akepe'yi güçlü gösterdikleri ve Cumhuriyet Mitingleri'ni örttükleri için çok eleştiriyor ve çok hak veriyorum. Yalnız, Yaşar Paşa'nın ilk ve İlker Paşa'run ikinci dönemlerini ayrı tutma eğilimindeyim; İlker Paşa, yerini Işık Paşa'ya bırakırken, ezcümle, "Çok hasar aldık, anca gemiyi emin sulara çıkardık" demişti ki katılıyorum. Artık yeni dönemin eşiğindeyiz.

Doğu, Işık Paşayı, kuvvet komutanlığından itibaren analiz etmiş durumdadır; başkanlığından itibaren ayrı bir duruşu olduğunu, Ulusal'da. Halil ile birlikte biz de tespit etmiştik. Doğu Yoldaş'ın aynı değerlendirmeyi yapmasını sevindirici buluyorum. Seviniyorum.

Peki, tam güvende miyiz, hayır, titiz olmak zorundayız. Şimdi "polis ordusu" var, temellerini Turgut Özal atmıştı, Erdoğan, siyasi bir hareket olarak ele alıyor. Silahlı Kuvvetler'in yerine koyduğundan hiç kuşku bırakmıyor, bu nedenle de polislerin askerlik hizmet ve eğitiminden 'Yırtmasını" bayram sayıyorlar. Bu kadar değil, yetmiyormuş, yasanın çıkışında Ordu'nun iznini aldığını dahi söyleyebildi; Aydın Doğan'ın Hürriyet ve Milliyet'inden,' birisi, "Konuştuk" ve diğeri "Mutabakat halinde yaptık" ifadesini kullandılar. Cüret'tir.

Tabii, Tayyip Bey'in her sözünü doğru saymamayı öğrendik, yalnız, eğer doğru ise, Ordu'da hâlâ "atını vuran kovboylar" olduğuna inanmak zorundayız. İntemet ile açıklamaya ihtiyacımız var. Bu yoğurdu üfleyerek yiyorum.

Bitiriyorum, gerçeğe cesaretle bakmayı öneriyorum. Işık Paşa Hazretleri "Hukuka saygılıyız" diyor ve tabii hem saygılıyız ve hem de Hrant Dink'e olduğu kadar bağlıyız. Ancak ya hukuk yoksa, artık Anayasa Mahkemesi yok, yargıç güvencesi yok, peki "hukuk bunun neresinde", sormak durumundayız. Gerçek şudur, şimdi "adem-i hukuk" devrindeyiz, öyleyse "müdafa-i hukuk" dönemine dönmek zorundayız. O halde ve şimdi Ordu'nun işi "müdafa-i hukuk" açılımıdır. Kolay değil, ancak heyecan doludur ve biz buradayız. Bizde açılım, tarihtedir.

Müdafa-i Hukuk için çıkıyoruz. Aslımıza, sol-kemalizm'e dönüyomz. Yürüyoruz.

__________

efradını cami ağyarını mani” : Tarifin tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri toplaması, ondan farklı olan nitelikleri dışta bırakması, bulundurmaması.


ŞEYTANCA

 

İKİZ İLE İKİYÜZ

Yalçın Küçük

 

AYDINLIK – 10 Nisan 2011

Gülen Hareketi’nin cehepe’ye sızmasını deşifre ediyordum; tutuklanmam, Gülen’in Karabulut’a hediyesidir. Demek bir de “hediye” halindeyim. Son operasyon “Gülen-Karabulut” dalgası olup, dalgada varım…

Bu tabiri, “king-maker” biliyoruz, “kral yapıcısı” anlamına gelmekle birlikte daha genel bir kullanımı var; lider yaratıcısıdır ki, meraklıları çoktur. Bunlar "güç" yaratmaktan haz alırlar, arkada kalırlar, tabii bir tür kumar oluyor, beklentileri yüksektir. Ayrıca hoş olmalı, bizdeki heveslilerini hemen sayabiliyoruz, yakın tarihte Abdi İpekçi, Ecevit işini üzerine almıştı, Zafer Mutlu Mesut Yılmaz'ı design etmeyi denedi, en son ve en talihsiz, Soner Yalçın, "bir" Kılıçdaroğlu mimarı halinde ortaya çıktı. Pek de beceremedi, aldığı darbelerde, Odatv'deki son özensizliği kadar, dayanaktan yoksun ve hesapsız hevesi ile bu beceriksizliği pek etkili oldular.

Pek de usta olamadılar, kaldı ki biz "kalfa" tabir ediyoruz, mimarlık diploması olmadan apartman konduranlara verilen addır; yalnız adı ve sonu ne olursa olsun, cazip bir iş görünüyor. Şevket Süreyya Aydemir de, ihtilal Moskova'sında Kutv'da okumuştu, Nâzım Hikmet ile yan yana, son zamanlarında Adnan Menderes'in yeni yıl göstericisi olmuştu, belki de Moskova kapısına işaret eden Şevket Süreyya'dır. Öte yandan Zafer Mutlu da, hemşehrisi Kılıçdaroğlu'nu görünce, basındaki gücü ve Amerika'daki bağlarına da dayanarak, king-maker şansını bir daha denemek istedi, öyle anlıyoruz. Bana verilen bilgilere göre, Nebil İlseven'i, Aydın Doğan'dan alıp İstanbul İl Başkanı tayin eden Zafer'dir. Hesaba göre önce il başkanı ve sonra başbakan olacaktı, olmadı, olamadı, gürültü ile geldi, kimseler duymadan gitti; halbuki gidişi gelişinden daha önemlidir.

Bunu, Nebil Bey'in kişisel hayal kırıklığı yanında Aydın Doğan Partisi'nin umduğu dağlara kar yağışı şeklinde de anlayabiliriz, inançsızlık, birikimsizlik ve nedret-i kabiliyet babında Gorbaçov ile karşı karşıyayız. Artık açıkça söyleniyor; cehepe milletvekili Esfender Korkmaz, bütün bunları en kalın hatları ile söyleyenler başındadır, ezcümle "Hiç konuşmaz, dinler gibi davranır, sonra başkasını yapar" diyordu, bunu çok duyuyoruz. İlseven de, Gürsel Tekin ile otuz beş gün görüşmediğini öğrenen Nuriye Akman'ın "Peki Kılıçdaroğlu'na söylemediniz mi" sorusuna şu cevabı veriyor. "Gittim, dedim. Git, konuş onunla, ben sonra sizinle konuşurum, dedi. Gittik, yine 'Yok' dedirtti. Ondan sonra Kemal Bey de temaslarını kesti. Bu durumda ne yaparsınız?" Çok doğru, Kılıçdaroğlu böyle bir adamdır. Ne Gandi ve ne alevi bir adamdır; her türlü nezaketten çok uzaktır. Ve yapılacak iş istifa etmektir, anlıyorum.

Kılıçdaroğlu, Soner Yalçın'dan öğrendiğimize göre, Karabulut dünyaya ikiz doğmuştur: ikizi olmadan yaşayamamaktadır. Ayrıca, her paragrafı üç soru sormadan konuşamıyor; bir sağa-bir sola bakıyor; iki yüzü seviyor. İlaveten ikizi amel ettikçe, Dorian Gray’de olduğu üzere, portresi daha çok kirleniyor; birisi sahneye çıkışında ve diğeri şimdilerde olmak üzere iki yüzü var. İkizine bitişik ve yapışık hareket ediyor; ikizi, iki yüzünden birisidir. Buraya gelmiş durumdayız.

Deveye sormuşlar, "Boynun neden eğri?" ve Gursal Tekin cevap vermiş,  "Nerem doğru ki"; tek doğrusu bu cevabıdır. Bu cevabına bir de "Boyun ile tek ilgim Boyner'dir'i eklediğini biliyoruz, ekliyorum. Şeyh-ül Ulema İlber Ortaylı'nın bana söylediğine göre, Boynerler'in soyadları, orijinal olarak, "boyuneğri" idi, şimdi soyadlarını düzeltmiş durumdadırlar. Gursal ise şimdi, ikizi ve iki-yüzü ile beraber cehepe'yi düzenlemektedir, Marksist jargon ile düzlemektedir, to level, diyebiliriz.

Gürsel Bey, son olarak, eski solcu, sonra faşizan ve tabii, Gülen'e biat eden Aydın Bolak'ın oğlundan olma, Ümit'ten doğma, Sinan oğul ile İsmail Cem'in oğlu Kerim'i "siyasi lider" olarak yetiştirmekle meşguldü; hem Cemler ve hem de Boynerler İbrani asıllıdırlar. "Ümit", Farisi olmakla, biz zaman zaman Umut diyoruz, İbrani "Tikva" sözcüğünün karşılığıdır. Geçerken söylemek durumundayım, Umut Oran ve Osman Korutürk de İbrani asıllıdırlar. Osman Beyefendi, İttihat ve Terakki'nin ünlü sabetayistlerinden Selah Cimcoz'un torunu olurlar. Selalı'yı, lı'yı atıp, önce "sela" ve sonra "sıla" okumayı tercih ediyorum, "kaya" anlamındadır. Demek Kaya Çilingiroğlu'na uzanıyoruz.

Bir, üniversiteyi bitirdiğini iddia etmiş, sonra "terk" demiş, ancak uğradığını gören yoktur. İki, terk-i tahsil için üniversite eylemlerini ileri sürmüş, eylülist darbenin ilk zamanlarıdır, üniversite süt liman ve hiç eylem yoktur. Üç, bebeğine Amerikan vatandaşlığı kazandırmak için Amerika’da doğum imkanları aramış ve Kanada’da bulmuştur. Dört, Büyük Kulüp’ün çok tartışmalı şimdiki binası sırasında belediye başkan yardımcısı olmuş ve zenginler kulübüne üye olma imkanını bulmuştur. Beş, "Üyelik için 200 lira yeterli" demiş ve İbrahim Tatlıses, 40 milyon liralık ödeme kağıdını göstermiştir. Altı, Ankara'da Süleyman Demirel'in sokağında bir apartmana yerleşmiş, "Kardeşimin" demişti ve ben, anap'tan Kars eski milletvekili Kerem Güneş'in oğlu Suat Güneş'e ait olduğunu göstermiş bulunuyorum.Kılıçdaroğlu'nun ikizi ve ikiyüzünden birisi işte budur. Ve hiç şüphe yok, Fethullah Gülen'in cehepe koludur. Buradayız.

Şimdi son haberlerdeyiz, burada iki no'lu yerde, bir süre "Zaman" okuduk, çok malumattar olduğumu söylemek zorundayım. Hep, "Gürsel Tekin'e rağmen Haberal aday" veya "Gürsel Tekin'e rağmen Sağlar'ı almadılar" türünden acıklı haberler aldık. Gürsel Tekin'in, akepe'yi, türbanlı milletvekili için teşvik ve tahrik ettiğinden de malumatımız var. Öte yandan Milliyette, Profesör Melih Aşık, Gürsel Bey ile ilgili internet yazılarından bir bölümünü aktarmıştı. "Gürsel Tekin akepe'den aday olsa sanırım daha akıllıca davranmış olur", bunlardan birisidir ve "artık size oy falan yok, gider akepe'ye veririm" ise ikincisidir. İşte budur. Benzerleri çoktur, ikizinden ikiyüz'üne bunları seçmiş bulunuyorum.

Bir parantez açıyorum, "Odatv" operasyonunda tutuklananların hepsi, Gülen'i eleştirenlerdir, tümüne bir "Gülen İşi" diyebiliriz. Bana gelince, kendimi artık bir "dava mankeni" olarak görüyorum, beni kondururlarsa daha hoş, Karabulut Türkçesi ile, daha "şık" oluyor ve oluyorum. Burada bir de ilaveten, "odalık" rolüm var; ancak, bir de daha ağır bir roldeyim. Gülen Hareketi'nin cehepe'ye sızmasını deşifre ediyordum; tutuklanmam, Gülen'in Karabulut'a hediyesidir. Demek bir de "hediye" halindeyim. Son operasyon "Gülen-Karabulut" dalgası olup, dalgada varım.

Ümit Hanım'a gelince en son olarak "İslam Cumhuriyeti" anayasa taslağı hazırlamakla meşguldüler.  Kemal Karabulut, gittiler ve kutladılar, bu aşamada "değişmez" üç madde için ağladılar, pek "kemalca" demek zorundayım. Yalnız bu üç madde, eğer anayasa mahkemesi varsa, anlamlıdır ve maddedir. Ve artık yoktur; demek, Karabulut bir anayasa mahkemesi olmadığını idrakten uzaktır. Belki de idrak etmeyi sevmediği için oradadır.

Keşif ve ifşaat benim değil, Soner Yalçın’a borçluyum, asıl soyadının “Karabulut” olduğunu Soner’den öğrenmiş durumdayım. Ne güzel birbirimizden öğrenip duruyoruz, Karabulut da, partizanlarına “kemalci” diyor, galiba benim icadımdır, “kemalci” olmamalarını buyuruyor. Ve bu arada bir üzüntüden diğerine koşuyor, akepe'nin Türk-Amerikan ilişkilerini bozmasından çok üzülmüş haldedir. İktidara gelecek ve düzeltecektir, açıklıyor ve çok sevindirici buluyorum. Bu kadar değil, bir de, akepe'nin, daha doğrusu, Tayyip Erdoğan'ın İsrael'e kötü davranmasından muzdarip olmuştur ve bu nedenle, çoğunluğu İbrani asıllılardan olan bir heyeti, gönül almak üzere, Amerika'ya çıkarmış haldedir. Gittiler ve "B'nai Brith" ile gizli bir toplantı düzenlediler. "Beni Brit" ve "Ahit'in Oğulları" da diyebiliriz, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Yahudi Partisi'dir. Çok güçlüdür, yakın zamanlara kadar, İsrael'deki Yahudi Partisi'nin üstündeydi. Cehepe diz çökmüştür. Karabulut, her köşede cehepe'yi çöktürmek üzere bulunmuştur; Baykal ve Sav"ı da kutluyorum.

Barzani, Gülen, İsrael birliktedirler, Karabulut arkalarında ve tüm destekleri Gül'dedir. Gül, başkanlık sistemine karşı çıkmış ve İsrael'den Şimon Peres'i Ankara'ya davet etmiştir; demek her yerde İsrael var. İkisi ve ikiyüzü de burada buluyoruz, nerede ise orada görüyoruz.

Peki "Karabulut" mu, "David Ben Annan" formülüne başvurmak zorundayım. Sekizinci yüzyılda İbrani "Karaim", Latince "Karaid", Rusça ve Türkçe "Karay" mezhep ve/veya dinini kurdular, Kırım yakınındadır. Şimdi Kırım'da azdırlar, "Selah-ı Civit" denilen bir yerde çıkarlar. "Selalı" veya "sıla" diyoruz, "Yahudi Kayası" veya "Kalesi" anlamındadır. Dinin kökü Kara'dır, "oku" anlamındadır ve İbrani "Arınan" adının tam karşılığı "Bulut" olup şimdi "Karabulut" yapabiliyoruz. Yaptık ve şimdilik burada duruyorum. Devamı çok var.

Lazı asacaklar, sehpaya çıkarmışlar, son sözünü sormuşlar, "Bu bana ders olsun" demiş, ben de "Olsun" diyorum. Bu, "Karabulut'a ders olsun" yollu ekliyorum. Devamını beklemesini tavsiye ediyorum.

Bir, ben beştaş oynamıyorum. İki, biz bu Cumhuriyet'i sokakta bulmadık. Hatırlatıyorum.


 

 

 

ISRAEL – GULAN – KILICHDAROGLU

Yalçın Küçük

AYDINLIK – 3 Nisan 2011

İsrael’in ve Aydın Doğan’ın, “tüsiad” da diyebiliriz, bir problemi vardı, Erdoğansız bir akepe istiyorlardı.

Yalnız çok korkuyorlar, Erdoğansız akepe’nin dağılmasından kaygılanıyorlar, bir parça gidebilir; işte bu korku ve kaygı ile Kilichdaroglu’nu yarattılar

Tam tam sesleri duyuyoruz, tüsiad'dan geliyor, Ergun Özbudun yine hanende başıdır. Tüm plütokratlar oradaydı, boynu-eğri sekreter kız başındaydı, Füsun Erbulak'ın otobiyografik "Neden Geç Kaldım" romanının havasını çaldılar, kendilerince, "İslam Cumhuriyeti" kanun-i esasiyesini ilan ettiler. Türbanı kamu idaresi ve Meclis'e soktular, yalnız, herhalde bizi kendileri misli sayıyorlar, geri zekalılar familyasından gelmiyoruz. Türk ve bu arada Sabetayist çok büyük zenginler kadar tamahkarı yoktur, "cumhuriyet" sözcüğünü tasarruf edip lütuf yaptıkları iddiasındadırlar. Bahşiş dahi saymıyorum; Mısır'da son ayaklanmadan önce de "İslam Cumhuriyeti" deniyordu, şimdi perçinlediler ve İran bir "İslam Cumhuriyeti"dir. Demek ki, ikiyüzlülükleri ortadadır. Ve bu bir İsrael projesidir, Gülen nefesi bu iştedir ve Kılıçdaroğlu da işte bu tarihte zuhur etmiştir, "çıkarılmıştır" demek istiyorum.

Peki, işte bu tarihlerde ben ne yaptım, tabii her zamanki işimi yapıyordum, "tez" yazdım, "12 Eylül Tezleri" adındadır; yayınlamadım, gizli tuttum ve yalnızca güzide zevata gönderdim. Çünkü ol tarihte duyulmasını ve Kilichdaroglu'nu yıpratmak istemiyordum, sadece uyarmak istiyordum. Şimdi politikadaki günlerini sayıyorum. İntihar etmiştir ve ben buradan devam ediyorum.

Buradayız, amma bir sorumuz var, peki Gulan'ın adamı mı; el cevap, değilse bile çok yakınındadır. Ayrıca, her daim ve şimdi, "adamının adamı" olduğunu da biliyoruz, "kulak" diyorlar, hep üflerken görüyoruz.

Bir soru da şudur, "12 Eylül Tezleri" bu kadar mı; hayır, şerhi var. Buna göre, Kilichdaroglu referandumda taammüden oy vermemiştir, hep pek "sayın" gördüğü Gülen'e karşı çıkması imkansızdı ve ben herkesi tenzih ediyorum, aksini önermek ahmaklıktır. Güzel, şimdi bende saklı bu sırrı da açıklamış oluyorum, yalnız bu vesile ile, en passant, değinmek durumundayım. Bana hep "şeytan" diyorlar, değilim; amma ahmak da hiç olmadım, benden uzaktır. Kilichdaroglu ise ya bir Dersim-Kurnazı, ya da sözüne güven olmaz bir adamdır. Söz nedir, hiç bilmiyor; söz söyleme ile patinaj yapmayı karıştırdığı mutlaktır. Demek ki, artık bir müntehirin (intihar eden, KŞ) üzerine yazıyorum.

"Sekizinci Tez, referandumdan 'evet' çıkması operasyonun içindedir. Gereğidir."

"O halde 'yeni' Kemal'in 'ihmal' ile 'hayır' oyu, oyuna uygundur. Demek ki, oyun oyundur."

***

unları Referandum'un sonuna doğru yazmaya başladım, biter bitmez seçkin zevata gönderdim, şimdi "İkinci Garbaçov Vakaı" başlığıyla kitapta önsözdür, Kilichdaroglu'nun "Çözülüş"ü hemen ikinci baskısını yapmış durumdadır. Çok yararlı buluyorum ve okunmasını herkese tavsiye eyliyorum. Şimdi bunları Tezler'den alıyorum, yazılışı hemen hemen altı ay öncedir. Eski Tezler, şimdi taze duruyorlar.

"Birinci Tez, kaset, Deniz Baykal'ı düşürmeyi çok aşan bir operasyondur.

"Ve cehepe'yi, akepe'nin arkasına koyma işidir. Bir dizi ihanetidir.

"İkinci Tez, kaset, şimdi tedavüle konan yeni kemalizm, a- Mustafa Kemal'den kopuş, b- laisizmi red, c- orduya düşmanlık anlamındadır.

"Kılıçdaroğlu'nun, Hanefi Avcı kitabını bir polisin anıları olarak görmede ısrarı ve 'sayın' Fethullah Gülen'i hep yüksek tutmaya özen göstermesi Gülen'in referanduma ağır taarruzlarını görmezden gelmesi, diğer bir sapmadır ve aynı ölçüde ifşa edici olmuştur."

***

Özetle, Gülen ile net ve kesin bağından hiç şüphe etmedim ancak düğümü Gürsel Tekin olarak görüyordum ve hep öyle işaret ettim. Şimdi düşünüyorum, eksikli mi davrandım, ne demeliyim, bilmiyorum. Eski sol olsaydı, ne derlerdi, biliyorum. Henüz jargonları belleklerdedir; kullanmıyorum.

Bilmiyorum, şimdi cevap yerine bir fıkra anlatabilir miyim; bir cia ve bir de kgb ajanı hep birbirlerini izlemişler, 30 yıl diyelim, artık çok yakın dostturlar. O kadar öyle ki, emekli olunca hiç ayrılmıyor; tavla oynuyorlar. Rus zan sallıyor, "söyle söyle, Çemobil'i siz yaptınız, değil mi", bastırıyor, Amerikalı da başlıyor, "söyle söyle şunu..." diyor, sallıyor. Çok geriliyorlar ve bir ara cia ajanı boğulacak gibi oluyor. Zarı sallıyor, atıyor, düşeş, "bak bak" diyor, "yemin ederim, Çernobil'i biz yapmadık, ama yine yemin ediyorum, Garbaçov'u biz yerleştirdik," deyiveriyor.

İşte tarihin büyük sırrı budur; açılmıştır, eskiler böyle durumlarda "kıssadan hisse" diyorlar. Öyleyse Birinci Garbaçov, cia'nın eli mahsulü idi, bunu da açıklamış oluyorum.

Biz tabii, İkinci Garbaçov'u kimin "n'aptığını" merak ediyoruz, amma bırakıyorum ve kendi derdime geliyorum. "Hapislik zor znnaat değil" diyorum, ayrıca biz, Doğu Perinçek ve ben, rekor sahibiyiz. Bizde, aydın hareketinde ve Sol'da tek hapislik kutsaldır; Doğu'yla ben, burada da "kural-dışı" oluyoruz, çok gireriz. Sanıyorum, Doğu hapislik sayısında benden ileridedir, ben de gözaltı rakamında, hücrede yaşamda rekortmenim, kimse yetişemiyor. Bu nedenle mapusluk bize işlemiyor. Hayatımızdır.

Ancak, şimdi zulümdeyiz, zor veya değil, bir de Taraf ve Zaman okumak, Samanyolu izlemek zorundayız; bunu yaparak yeni gözaltı, tutuklama ve iddianameleri evvelden öğrenmiş oluyoruz. Yalnız yine de söylemeliyim, ben Samanyolu izlemiyorum, içeride "cürümdaşlarım" Sadi ve Emre izliyorlar. Biliniyor, Samanyolu'nda iki dizide başrollerdeyim, Zekeriya Bey, Öz, bunlardan Kollama'yı beğenmemiş, ama Tek Türkiye'yi kaçırmıyormuş, sohbetimizde söylemişti. Kollama'da Minik Kaya var, gecekondu bebelerinin bana benzettiklerini biliyorum.

Bedrettin Dalan Dostumuz, herhalde kurtarır umuduyla, komiser Emre Uslu'yu Utah'dan aldı, Yeditepe'ye koydu; Gülen'in yakinidir, şimdi Taraftadır. Yakın zamanda, 13 Mart, şunları buyurmuştu: 'Bu raporların çoğunun komplo amaçlı olduğu ve özellikle Emniyet içinde Ergenekon'a yakın, Yalçın Küçük ile makamında görüşen hacı müdürlerin bilgilerini de kapsayan içeriklerde olabileceği tahmin ediliyor. Pratikte hacı görünüp, Ergenekon sanıklarıyla haftalık toplantılar yapacak kadar da 'Ulusalcı' Emniyetçilerin Ahmet Şık'ın kitabına katkıları olmuş mudur?' Müthiş doğrusu, bir manken-kız diliyle, "inanamıyorum" demek durumundayım; ol tarihte bu Uslu, Ulah'ta idi ve C. Saral da bankamatik memuru durumundadır. Demek, Emniyet müdürleri de ve bu arada benim ziyaretçilerimin hepsi takip edilip kaydedilmektedir. "Ölmüşüz de haberimiz yok"; tam bir polis devletindeyiz.

Ankara Emniyet eski müdürü her hafta olmasa bile sık sık bana uğrardı, çay yapardım, mütedeyyin idi; sohbetimiz sırasında bir seccade bulurdum, namazını kılardı, bir tarikattan mı, hiç sormazdım, ülkesini seviyordu, tarih-coğrafya ve bu arada sabetayizm konuşuyorduk. Ne büyük korku, ne büyük iptidailik, herhalde beni, benzerleri misali "Karamürsel sepeti" sanıyorlar, Tayyip Bey'e en yakın olduğu sırada, Başbakan Yardımcısı Nazım Ekrem, Mehmet Ağar'ın yardımcısı olduğu zamanda Muhammet Çakmak, Nasuhi Güngör sık gelenler arasındadır. Ne kadar korku içindeler; ben Yalçın Küçük'üm, bana gelirler.

Ankara Emniyet Müdürü Saral'a kinleri, çok önemli bir raporu hazırlatmış olmasından kaynaklanıyor, devlette ve emniyette Gülen Tarikatı örgütlenmesini çok güvenilir bir şekilde resmi rapora bağlayan işte bu Saral'di, sıkılmadan namaz kıldığı için "Hacı" diyorlar. Sanıyorum, 1999 tarihlidir, güzel rapordu: sonra bütün hükümetler aforoz ettiler. “bankamatik" müdürü yaptılar, memurdu, yeri yoktu, aydan aya maaşını çekerdi. Hepsi işte budur. Devlet Bahçeli 2007 yılında aday adayı olmasına dahi izin vermemişti: şimdi ümit ediyorum. Gülen'den korkmamaktadır.

Ankara Emniyet Müdürü Saral'ın, şimdi aday adayı, Gülen Raporu'nda çok değerli bir ayrıntı var; hep tekrarlıyorum, bilim ve tabii aşk ayrıntıdadır. Fethullah Gülen kardeşlerinden birinin adını "Mehdi" olarak bildiriyordu; C. Saral, resmi kayıtlara dayanarak bunun "Mesih" olduğunu göstermektedir. Bu, ailede İbraniyet kökü için ciddi bir işarettir. Gülen ailesinden söz ediyorum.

Sözünü ettiğim Tezler'de de, şimdi "Sosyalizmin Çözülüşü" kitabımda da var, hemen ikinci baskısı yapılmıştır, "İkinci Garbaçov" üzerinde analiz yapar ve bağları kurarken bir de şunu not etmiş bulunuyorum. "Gülen, ‘İsak’ anlamına gelmektedir, hepsi Gül'ün türevidirler ve kaset işinde İsrael ve Washington oklarının yerine geçmektedir." Demek oluyor, Gül'den Gülen'e yol pek kısadır. Ayn-ca ağlayan birisi için "gülen" şöhreti yapay kalmaktadır. Artık gülüyorum.

Şunları ekleyebiliyorum, Gülen, Tayyip Bey'in pek övündüğü, gemi ile Gazze'ye fetih seferini mahkum edebilmiştir, İsrael'den yanadır. Ayrıca tarikatının Bahai'ler ile ittifak halinde olduğu ileri sürülüyor; Bahailik daha çok İran'da Kripto-Yahudiler'in rağbet ettiği bir "din" olmaktadır; şimdi merkezi İsrael'de bulunuyor. Demek ki, gözü hep yaşlı Gülen'de her yol İsrael'e çıkıyor ve ben yazının sonuna yaklaşmış durumdayım.

Peki ben Ulusal Kanal'da ne diyordum, Londra, Washington, Aydın Doğan, Fethullah Gülen ve bunlara eklenen Kilichdaroglu Gül'cüdürler ve cumhurbaşkanlığında Erdoğan'a karşı Gül'ü destekliyorlar, diyordum; peki ne ekliyordum, Kilichdaroglu hiçbir politikacıya yakışmaz ölçüde ve çocukça bir inatla "Gül üzüldüyse susarım" veya "Gül beni mutlu etti" ve "Hanımefendi'ye haksızlık yapıyorlar" türünden hep Gül için çalışıyordu. Başkasını yapamaz, Gül'cü olmaya sanki sözü var; ben Ulusal'da, "Kilichdaroglu referandum'a girmedi, politika yapmadı, yalnızca Erdoğan'a hücum etti" deyip duruyordum. Referandum'a girmedi ve giremez, ancak satamadı; yaptığı yüzde kırk iki'nin heyecanını kırmak oldu. Kırdı veya kıramadı, hepsi budur. İşi bu olmuştur, şimdi intihar sırasındadır.

Barzanization, Gulanizasyon’dur.

Musul’da Israel ve Gulan var, “Üçüncü Yol” işte budur. Diyarbakır’dan Barzanici toplaması bu nedenledir, sözü var.

Artık sona gelmiş durumdayım, İsrael'in ve Aydın Doğan'ın, "tüsiad" da diyebiliriz, bir problemi vardı, Erdoğansız bir akepe istiyorlardı. Yalnız çok korkuyorlar, Erdoğansız akepe'nin dağılmasından kaygılanıyorlar, bir parça gidebilir; işte bu korku ve kaygı ile Kilichdaroglu'nu yarattılar. Parçaya parça hazırladılar; Kilichdaroglu "parça" oldukça, Tayyip Erdoğan'dan uzaklaşma cesaretini buldular. Kilichdaroglu'nun reçetesi Gulan'dan geliyordu, Kulak bu işi yapıyordu ve her konuşan susuyor ve sonra bildiğini yapıyordu. Bilen, Gulan'dır.

Bir özet yapabilir miyim, a- Wikileaks, Gulan'ın, uzun yıllardır benim söylediğim üzere, Gül'cü olduğunu ortaya çıkardı, b- Wikileaks'te, Amerikan belgelerine göre, Washington, silahlı kuvvetler içinde akepe'yi tard etmek isteyen bir heyet olduğunu haber alıp "Ergenekon" davasını başlatmıştı. Öyle mi, ben, 3 Kasım 2002 günü Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün oy verdikten sonra, uçağa binip Washinton'a gidişine işaret etmiş ve bunu usulsüz bulmuştum. Şimdi buraya dönüyorum ve başlatıyoruz. Şeytanın işi bağ kurmaktır, ifşa ediyorum, c- Tüsiad'ın din ifşaatı ise, İslamizasyon ve Osmanizasyon'un büyük sermayenin planı olduğunu göstermektedir. İsrael ile aynı yerdedir ve Kilichdaroglu da, esas olarak, tüsiad'ı desteklemektedir. Aynı yerdedirler, d- İsrael'in Türkiye'de İsrael'de olduğundan daha güçlü olduğu tespitini nerede ise bıktıracak ölçüde tekrarlıyordum. İsrael, Türkiye'de, Hürriyet Gazetesi'nde çok güçlüdür ve Hürriyet, tüsiad'ın bu ifşaatından sonra, "ne mutlu bize ki bir tüsiad'ımız var" vecizesini başyazı yaptı, hep rahatlamış haldeyiz.

Şöyle bitiriyorum, Başbakanlık'ta idi, Devlet Planlama Teşkilatı'nda idik; oecd, bölgesel bir toplantı düzenlemişti, Tel-Aviv'deydi, Türkiye'yi Teoman Baykal ile, şimdi göçük, ben temsil ediyordum. İsrael çok önem verdi, Dışişleri Bakanı Golda Meir konuştu, Başbakan Yardımcısı Yigal Allon açılış konuşmasını yapmıştı. Çok hoş konuştu, bir işi yapmanın iki yolu var, diyordu, "right way and wrong way", doğru yol ve yanlış yol anlamındadır. "Bir de" diyordu, "third way", üçüncü yol var, "that is the Jewish way", bu da "Yahudi yoludur", hepsi budur.

Kilichdaroglu'nun "üçüncü yolu", Başbakan Yardımcısı Allon söylemişti, İsrael Yolu'dur. Barzanization ile Musul'a gitmek hevesindedir; orada İsrael ve Gulan var. Hepsi bir yerdedidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder