20 Ağustos 2018 Pazartesi

Güncel makalelerden bir demet 2018-08-18 3

BÜLENT ESİNOĞLU : DOLAR SİLAHSA MAFYA KİMDİR?



Serbest piyasa ekonomisinde mafyanın kibarlaştırılmış adı; kayıt dışı ekonomi"dir.

Kumarhane kapitalizminin üretim ve insanın kendisi ile çeliştiğini biliyoruz.

Piyasa ekonomisinde meşru olan ile meşru olmayan birbirinin içine girmiştir.

Mafyalaşma; namuslu bilim insanları tarafından kapitalist emperyalizmin son aşaması olarak tanımlanır.

Neo-liberal kapitalizm rasyonalite adına yürüttüğü tüm işlemler ahlakın hakkın hatta hukukun yok sayıldığı işlemlerdir. İlişkilerdir.

Kumarhane kapitalizmi mafyalaşıp küreselleşmiştir. Bazı sermaye gurupları küresel mafyanın yerel bayileri konumundadır.

Kapitalizm mafya ilişkilerinden nerede ayrılır nerede birleşir bunu anlamanın iki temel unsuru vardır.

Birincisi; Mafya sermayesinin üretimle ilişkisi yoktur. Üretimi başkaları yapar spekülasyonunu mafya yapar. Gerçek kapitalizm üretim ve kar'a dayanır

İkincisi; Mafya ilişkileri kardan ziyade kağıt alıp satma üzerine kuruludur.

Sermayenin ulus devletten bağımsız serbest dolaşımı ve denetimsizliği dolar spekülasyonunu teşvik eder. Ve mafyalaşmanın temel kaynağını oluşturur.

Sermayenin serbest ve denetimsiz dolaşımı küreselleşme adı altında tabulaştırılmıştır. Sermaye suç işlese bile dokunulmazlığı sağlanmıştır. Bu dokunulmazlık para üzerinden mafyalaşmayı kolaylaştırmıştır.

Çalışma ve emek çok sıkı denetlenirken çalışanların ortaya koyduğu değerler ve birikimler mafyalaşmış sermayeye fon olmuştur.

Amerikan dolarının ülkelere sermaye olarak ihracı ve bu ihracat yapılırken bayilerin oluşması mafyanın dünya çapında örgütlenmesini sağlamıştır.

Amerikan özel sektörü dolar ve kağıtları basar. İngiltere'ye gönderir. İngiltere aldığı bu kağıtlara kendi komisyonunu aldıktan sonra dünya piyasasına sokar.

Mafyalaşmanın ilk basamağı burasıdır. Basılmış dolarlar bayiden bayiye yani aracıdan aracıya ulaşırken mafyanın alt örgütlenmeleri oluşur.

Tıpkı domatesin Antalya'da üreticiden bir liraya alınıp tüketicinin eline altı liraya geçmesi gibi…

Mafyayı biz göremeyiz. Ama mafya kapitalist ilişkinin hemen hemen her yerinde vardır. Mafya mülkiyetin tabulaşmış kısmında gizlice yerini almıştır.

Hatta mafya (man in black) kravat takar vergi bile verir.

Toplum içinde mafya bir bakarsın tüccar bir bakarsın kravatlı iş adamı veya üst düzey bürokrattır. Birbirlerini bütünleyerek yol alır ve toplumda meşrulaşırlar. İtibar da görürler.

Milletin malını piyasa ekonomisi adına satanlara hangi ahlaki sıfatı verebiliriz ki?

Sistemin mafyalaşması sermayenin hiçbir denetime tabi olmadan dolaşmasından kaynaklanır.

Sermayenin serbest dolaşımı Amerikan emperyalizmi tarafından öyle dayatılmış ve sermayenin suç vasfı olmadığı öyle tabulaştırılmıştır ki "yargılanamayacak kadar büyük" ifadesi tarihe geçmiştir.

Yani sermaye büyükse suç işlese bile yargılanamaz anlayışı hayatın gerçeği olmuştur.

Son günlerde yaşadığımız dolar spekülasyonları "ülkemizin muteber iş adamları" tarafından gerçekleştirilmektedir.

Amerikan baronlarının Türkiye temsilcileri büyük iş adamları ve bankaları olmasa bu para transferleri nasıl gerçekleşir?

Soygun sistemin soygunudur. Karlar özelleştirilmiştir. Sıra zararların halka bölüştürtülmesine gelmiştir.

Çare sistemi zenginlerin sitemi olmaktan çıkarılıp halkın düzeni haline sokulmasıdır.

Halkın malına parasına halk sahip çıkabilir.

Cumhuriyet hükümetleri bunu yapmıştı.

18.8.2018 bulentesinoglu@gmail.com

DİNSEL DOGMATİZM VE JEOPOLİTİK GERÇEKLİK ARASINDA YÜZYILIN ANLAŞMASI

Trump yönetiminin Yüzyılın Anlaşması olarak nitelendirilen barış planını şekillendiren ekip Filistin - İsrail sorununu siyasi açıdan değil Ortodoks Yahudi bir dogmatizm temelinde ele alıyor.

17.08.2018

İSTANBUL - Gökhan Çınkara

Bölgesel ve küresel düzlemde önceki ABD başkanlarından stil ve içerik bakımından bir hayli farklı olan Trump doktrini Ortadoğu üzerinde de yaklaşım ve strateji itibarıyla radikal ve bunları gerçekleştirme ve işlevselleştirme yönüyle de tarihsel moral ve toplumsal değerlerden kopan bir gerçekliğe sahip. Başkan Trump ve ekibi Ortadoğu özelinde özellikle İsrail-Filistin sorununu çözmeye dönük yaklaşımında benimsediği genel politik değer setlerinden bağımsız değil. Trump başkanlık adaylığı sürecinden itibaren İsrail'e ve Filistin'e olan özel ilgisini değişik ortamlarda dile getirirken adaylık sürecinde hem İsrail'i hem de Filistin'i ziyaret etme imkanı buldu. Trump İsrail-Filistin sorununu nihai çözüme kavuşturacak kişinin kendisi olduğunu sürekli vurguladı.

Bu meseleyi yakından takip eden entelektüeller ve karar alıcılar Trump'un planının içeriğini öğrenemeden sorunun çözümü için diplomatik müzakereleri ve politika önerilerini yürütecek ekibiyle tanışma fırsatı oldu. Ekip Trump'un başdanışmanı ve damadı Jared Kushner 1997'den itibaren Trump şirketlerinde çalışan ve şimdi de Trump'ın özel temsilcisi olarak görevlendirilen Jason Greenblatt ve ABD'nin İsrail'e atadığı büyükelçi David Friedman'dan oluşan üçlü bir takımdan müteşekkil. Bu bahsedilen ekibin ve Başkan Trump'a yakın olan birçok nüfuzlu neo-con Yahudi'nin ortak bir kimlik aidiyetinden bahsetmek mümkün görünüyor. Bu HABAD-LUBAVITCH adlı Yahudi bir dinsel grup olarak karşımızda duruyor.

Tarihsel kökleri 1775'te Litvanya'ya uzanan bu dinsel grup Yahudiliğin geleneksel-kültürel değerlerini mistik bir bağlamda yorumluyor. HABAD aslında İbranice Huhma (Hikmet) Binah (Anlayış) ve Da'at (İlim) kelimelerinin kısaltılmasından oluşuyor. HABAD son yılların en hızlı genişleyen ve büyüyen Yahudi dinsel akımı olarak görülmekte. Bin'i aşkın lokasyonda ve ABD'de neredeyse tüm üniversitelerde öğrenci kulüpleri ve sosyalleşme evleri olan interneti ve sosyal medyayı oldukça aktif kullanan takipçileri genellikle gençlerden oluşan bir grup olarak nitelendirilebilir. HABAD özünde Yahudi-Ortodoks bir dini grup olsa da geleneksel ortodoks gruplardan metodolojisiyle ve yaklaşımıyla ayrılıyor. ABD Yahudi Cemaati'nde süregiden kimlik bunalımı ve krizi üniversite kampüsünde mobilize olan Yahudi gençlerin HABAD'la karşılaşmasıyla farklı bir boyuta evriliyor. Yahudi milenyum gençliği aslında iki opsiyonla karşı karşıya: ya genel nüfusa entegre olup asimilasyonu seçecek ya da bunun tam zıddı olarak ortodoks bir yaşantıyı benimseyerek genel-geçer normlardan ayrıştığını ve Yahudi kimliğinin ayırıcı özelliklerini ve sembollerini görünür kılacak. HABAD ise bu gençlere üçüncü bir yol sunduğu için başarılı oldu denilebilir. Bahsettiğimiz milenyum/y-kuşağından oluşan orta/üst sınıfa ABD Yahudi kimlik krizine orta yolcu bir tez olarak şunu diyor: gelenekçi olma gelenekten de kopma. ABD'de epeyce yaygınlaşan HABAD İsrail'de ise sayısı milyonları bulan Sovyetik Yahudilerin reform ve ortodoks sinagogları arasında bir tercih yapmaya soğuk bakan tavırlarına üretilmiş iyi bir cevap olarak sivriliyor. Bu toplumsal arka planı ilerleten bir faktörü ve dinamiği vurgulamamız gerekiyor Yahudilerde güçlü ve canlı olan Mesih beklentisi ve onun türevi denilebilecek karizmatik-dini liderlik etrafında birleşme ve kurumsallaşma geleneği özellikle Yahudilerin deneyimlediği büyük travmalardan sonra bu toplumsal realite daha görünür hale gelmiş denilebilir. İşte tam da bu faktörü ve dinamiği ilerleten bir figür olarak 20.yy Yahudi dindar dünyasının en karizmatik kişileri arasında ilk sıralarda yer alabilecek olan Rebbe Menahem Mendel Schneerson'un kurucu bir figür olarak HABAD-LUBAVITCH hareketi üzerindeki etkisi oldukça önemli. Schneerson'un hem İsrail'de hem de ABD'de kurduğu politik ilişkiler ağı ve genel Yahudi nüfusa yönelik kucaklayıcı yaklaşımı Yahudi dindarlar ve dindarlaşmaya meyilli olan toplumsal sektörlerde kendisine ve öğretilerine yönelik ilgiyi kitlesel bir biçimde arttırdı. HABAD hareketi ise arkasında orta/üst sınıf ABD Yahudi Cemaati'nin politik ve finansal nüfuzunu internetin yaygınlaşmasıyla başka bir boyuta taşıdı denilebilir.

Anlaşma tarihsel ve jeopolitik gerçeklikten uzak

Yüzyılın Anlaşması'nı tasarlayan ekibin bu tür bir dinsel yorumu benimsemiş olmaları aslında onların Filistinlilere ve gelecekte kurulması planlanan Filistin devletine yaklaşımlarını da şekillendirmekte. Bu noktada vurgulanması gereken temel mesele orta-sınıf sağcı ABD Yahudiliği'nde dini yorumlama biçimi olarak HABAD'ın kurumsal ve retorik düzeyde yükselen bir toplumsal trende sahip olduğudur. HABAD'ın İsrail'e bakışı hangi değerler ve kavramlar üzerinde yükselmekte sorusu oldukça anlamlı. HABAD İsrail'i toplumsal-siyasal argümanlardan ziyade ilahi yönlendirmenin esas olduğu dinsel bir dogmatizmi temel almakta. Bu tutum ise bir başka analiz yazımızda ayrıntılarıyla işlediğimiz Evanjelik Cumhuriyetçi elitlerle HABAD'ın toplumsal tabanı arasındaki politik ittifakı kolaylaştırıyor. [1]

Kushner Greenblatt ve Friedman'ın İsrail'e yaklaşımı tarihsel ve jeopolitik gerçekleri temel almaktan uzak olduğu görülüyor. Akıl-ötesi bir bağla (super-rational bound) İsrail'e yaklaşım aslında bizlere "Yüzyılın Anlaşması"nın zihinsel arkaplanı ve mekaniğini göstermesi açısından oldukça önemli. HABAD merkezli yorum vurguladığımız gibi İsrail'i politik bir varlık olarak görmüyor Tanrı'nın seçtiği halkına güvenerek vaadettiği ilahi merkezli topraklar (Eretz Yisrael) olarak algılıyor. HABAD'ın bu dinsel konumlanışının aktüel bir yansıması olarak Başkan Obama döneminde imzalanan İran Anlaşması oldukça ilgi çekici bir örnek. HABAD elitleri ABD'nin İran'la yaptığı anlaşmaya politik bir kavram geliştirmeyeceklerini fakat bu anlaşmanın İsrail halkının yaşamını tehlikeye atması nedeniyle kendilerinin bu tehdidi tüm güçleriyle engelleyeceklerini ifade ediyorlardı. Bunu da Tevratik bir referansa "pikuah nefeş" ilkesine yani hayat kurtarma yükümlülüğüne gönderme ile gerekçelendiriyorlardı. Ayrıca HABAD hareketi Rebbe Schenerson'un 1967 Savaşı sonrası işgal edilen Batı Şeria topraklarından İsrail kuvvetlerinin geri çekilmemesi gerektiği öğüdüne oldukça önem verdiklerini eklemek lazım.

Yüzyılın Anlaşması her ne kadar içeriği gizli tutulsa ve kamuoyuyla paylaşılmasa da yukarıda bahsetmeye çalıştığımız dinsel ve psikolojik motivasyonların anlaşmanın ne gibi değerler ve yaklaşımlar üzerinde yükseleceğinin ipuçlarını veriyor. Foreign Policy dergisi Jared Kushner'a ait olduğu ileri sürülen bazı e-postaları ortaya çıkardı. Bu e-postalara göre Kushner Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı'nın faaliyetlerini durdurmayı ve sayıları beş milyona yaklaşan Filistinli mültecinin "mülteci statüsünü" iptal ederek Filistinlilerin müstakbel Filistin devletine geri dönüş hakkını tamamen ortadan kaldırmayı hedeflediğini içeriyordu.

Yüzyılın Anlaşması aslında İsrail'in merkez siyasetinin İsrail'e dönük gelecek perspektiflerindeki endişe ve korkuları teskin hedeflerini de taşıdığı da söylenebilir. Bunlar ise esas olarak İsrail'in ulus-devlet sınırları dahilinde Yahudi nüfusun çoğunlukta olduğu bir demografik yapı Yahudi kimliğinin her geçen gün derinleşen politik toplumsal jeopolitik ve dinsel krizleri ve kontrol edilmesi zor ve istikrarsızlaştırıcı nitelikleri olan ve İsrail'de yaşayan Filistinlileri de içerecek topyekün bir toplumsal mobilizasyon olarak düşünülebilir. İsrail'de mevcut iktidar bileşenleri bu majör toplumsal ve jeopolitik gerçekleri göz önüne alarak kendi iç politik sisteminde düzenlemelere gitmekteler. Aslında Yahudi Ulus Devlet Yasası da özünde bu tür bir endişe sarmalına dönük bir 'rahatlatıcı' tedbir olarak görülebilir.

Filistin cephesindeki bölünmüşlük ve artan baskılar

Filistinliler ise yılları aşan ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan devletsizliklerinin yeni dönemde nasıl bir istikamete gideceğini anlama çabasındalar. Bir yanda uluslararası sistemin temsil kurumlarındaki belirsizlik ve etkisizleşme küresel aktörler arasında sert jeopolitik ve ticari yarış ve ABD'nin politik kültürünün geleneksel evrensel vizyon ve liberal değerlerden uzaklaşarak kültürel dini tarihsel referansların söylem ve pratik eksenlerin temel belirleyicisi olduğu bir döneme tanıklık ediyoruz.

Filistinliler ise iktisadi ve askeri güçten yoksun olmanın hak sahibi oldukları coğrafyada yaşayamamanın ve jeopolitik ve politik olarak ikiye bölünmüşlük (Batı Şeria ve Gazze) arasında basınç altında olmanın verdiği bir psikolojik durum altındalar. Filistin Ulusal Yönetimi Lideri Mahmud Abbas'ın yakınlarına Yüzyılın Anlaşması'na dönük bir tavır olarak "bir hain olarak ölmek istemiyorum" sözünü sarfettiği biliniyor. Öte yandan Suudi Arabistan ve Mısır'ın başını çektiği bölgesel aktörler ise Trump Doktrini'nin bir uzantısı olan Yüzyılın Anlaşması'nın hayata geçirilmesi için İsrail ve diğer aktörler arasında müzakerelerin hızlandırılması ve nihai anlaşmaya hazırlık yapılması ısrarındalar. Son olarak Hamas ve İsrail arasında ateşkese dönük bir anlaşmanın olabilirliği üzerinde Mısır'ın girişimleri oldukça dikkat çekiyor. Mısır aslında Yüzyılın Anlaşması'nı kronikleşen iktisadi sorunlarına bir çözüm olarak görüyor. Son yıllarda önemli doğal gaz kaynaklarını barındırdığı tespit edilen Doğu Akdeniz üzerinde jeopolitik ve enerji nüfuzunu genişletmek Mısır ve İsrail için öne çıkan dış politika başlıkları. Mısır Gazze'de politik etkinliğini arttırmasıyla Kuzey Sina'yı ticari bir merkez haline dönüştürme ve Gazze nüfusunu da burası için işçi kaynağı olarak tasarlamakta. Mısır'ın Yüzyılın Anlaşması'yla Gazze'ye Refah ve El-Ariş kentlerini içeren 720 kilometrekarelik alanı bırakarak Gazze'yi Akdeniz'le bağlayacağı da söylenmekte. Buna mukabil Filistinlilerden "Alan C" içerisinde yer alan Batı Şeria'nın yaklaşık yüzde 12'sini İsrail'e bırakmalarının isteneceği vurgulanıyor. Böylece birçok yerleşim bölgesini İsrail muhafaza etmiş oluyor. Buna mukabil İsrail'in de Negev'de Nahal Paran bölgesinden Mısır'a toprak vereceği ve Mısır'ın Ürdün'e bağlantı sağlayacak bir tüneli kazmasına müsaade edileceği de ifade edilmekte. Filistin Lideri Abbas ise tüm bu planların içerildiği Yüzyılın Anlaşması'na kapıyı tamamen kapamışa benziyor.

Küresel aktörlerin planları sonuç vermeyebilir

Filistin Ulusal Hareketi'nin karizmatik ve tartışmalı kurucu figürlerinden Hacı Emin El-Hüseyni 1948'de İsrail'in resmi bir ulus devlet olarak ilanından sonra Filistin'i aynı düzeyde özellikle uluslararası kamuoyunda bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasını temin etmek için diplomatik uğraşlar veriyordu. İşin ilginç yanı dönemin Ürdün kralı Abdullah Ürdün Parlementosu'na Filistin'de bağımsız bir devletin kuruluşu için zamanlamanın uygun olmadığını bildirdi. Kral Abdullah Hacı Emin El-Hüseyni liderliğindeki Genel Filistin Hükümeti'ni tanımadığını meşru olmadığını ve Filistin topraklarının Ürdün'e ilhak edilmesi gerektiğini söylüyordu. Bugünden 70 yıl öncesinin Filistin ve bölgesel aktörleri arasındaki açmazına yerinde bir tarihsel örnek olan bu olay aslında ilişki setlerinin ve yaklaşım stillerinin Filistinlilere yönelik olarak pek de değişmediğini gösteriyor.

Filistinliler bölgesel jeopolitik içerisinde sıkışmış birbirinden ayrı iki bölgeye coğrafi ve politik olarak bölünmüş yeni lider arayışının yükseldiği ve hem İsrail'e hem de Arap devletlerine karşıtlık üzerinden yükselen yeni tip Filistin milliyetçiliğine şahit oluyorlar. Gazze'de toplumsal ve iktisadi açmaz baş gösterirken Batı Şeria'da genişleyen yerleşimler ve bölge ülkelerinin politik nüfuz alanlarını genişletme denemeleri öne çıkıyor. Toplumsal iktisadi ve askeri belirsizlikler Filistin'de otonom bir politik birim olarak devleti kurmayı her geçen gün güçleştiriyor fakat Filistinlilerin 70 yıllık dış politika arenasında manevra yapabilme yetenekleri küresel aktörlerin bölge için tasarlanan kapsamlı planlarının hesap edildiği kadar net sonuçlar doğurmayacağını hatırlatıyor.

[1] https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-saginin-yeni-hali-evanjelik-siyasetin-ve-elitlerin-yukselisi-/1224575

[Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Center'da ve Brandeis Üniversitesi Schusterman Modern İsrail Araştırmaları Merkezi'nde misafir araştırmacı olarak bulunan Gökhan Çınkara İsrail Filistin siyaseti Yahudi dünyası ve Ortadoğu toplumları ve siyaseti konularında akademik çalışmalar yürütüyor] https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/dinsel-dogmatizm-ve-jeopolitik-gerceklik-arasinda-yuzyilin-anlasmasi/1234191

MEHMET ALİ GÜLLER : GEMİ TARTIŞMASI VE KARAYA OTURMAK

19.08.2018

Erdoğan'ın ekonomik saldırı nedeniyle "aynı gemideyiz" diyerek herkesten destek istemesi Türk solunun önüne bir "gemi tartışması" getirdi.

Özetle şöyle deniliyor: "Üçüncü bir gemi yok ya Erdoğan'ın da yer aldığı Türkiye gemisindeyiz ya da ABD gemisinde…"

Aslında el marifetiyle bir kafa karışıklığı yaratılıyor. Çünkü gemi ülkedir ve bir tanedir. Hiç kimsenin aynı gemide olmama gibi bir şansı yok. Fakat gemiyi farklı kaptanlar yönetebilir. Kaptan ise siyasi seçenektir. Seçeneklerin çok olması kötü değil iyi bir şeydir.

Meseleyi böyle iki seçeneğe sıkıştırmak ve "başka seçenek yok" demeye getirmek pratikte kamuoyunu Erdoğan'ı desteklemeye yöneltmekten başka bir amaca yaramaz.

ÜÇÜNCÜ SEÇENEK YOK MU?

Peki Türk milleti hele de Türk solu sol Kemalistler devrimciler yalnızca iki seçeneğe mi mahkûm? Üçüncü bir seçenek yok mu?

Denklemi "Ya AKP ya FETÖ" diye kurarak hep AKP'ye destek mi olunmak zorunda? Denklemi "Ya AKP ya PKK" diye kurarak hep AKP'ye omuz verilmek mi mecburiyetinde? Denklemi "Ya AKP ya ABD" diye kurarak hep AKP'ye iktidarını sürdürme şansı mı tanınmak durumunda? ("Ya AKP ya ABD" denkleminin doğru olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. )

Başka denklem yok mu? Ya da denklem başka türlü kurulamıyor mu?

ATATÜRK ÖRNEĞİ ERDOĞAN'A UYMUYOR

Seçeneklerin ikiden ibaret olduğunu savunanlar bu iki seçenek arasına sıkışmak istemeyenleri sürekli suçluyor. Denklemi kuranlara göre AKP'yi desteklemeyenler Amerikancıdır FETÖ'cüdür PKK'lidir!

Denklemi kuranlar ve herkesi "ya o ya bu" seçeneğine sokmak isteyenler ayrıca tarihten "kanıt" da veriyor: Atatürk'ün önce emperyalizmi yendiğini sonra Vahdettin'i yıktığını söyleyerek; Mao'nun Japon işgaline karşı Çan Kay Şek'le ittifak yaptığını savunarak….

Önce bu "kanıtları" düzeltelim: Mustafa Kemal önce emperyalizmi yenip sonra Vahdettin'i yıkmış değil. Tersine Mustafa Kemal önce Vahdettin'e isyan etti Vahdettin'in İstanbul'daki iktidarının karşısında Ankara'da bir iktidar kurdu sonra doğrudan emperyalizmle sahada çarpışmaya başladı. Daha iki yıl önce İngiltere'ye karşı savaşan Osmanlı'yı ve Vahdettin'i İngilizlerle ittifaka götüren de işte bu gerçektir; yeni Ankara'da bir iktidar odağının ortaya çıkmasıdır.

Üstelik Mustafa Kemal sahada İngiliz destekli Yunan ordusuyla savaşmadan önce Vahdettin destekli iç isyanlarla uğraştı. Yunan ordusunu yenebilmek için önce hilafet ve saltanat güçlerini bastırdı yendi…

Diğer yandan oldukça öğreticidir: Örneğin İttihat Terakki Osmanlının toprak kaybettiği bir sırada "vatan savaşı" deyip Abdülhamit'e destek vermedi tersine daha iyi "vatan savaşı" verebilmek için savaşın içinde Abdülhamit'i yıktı!

Mao örneğine gelirsek…

MAO ÖRNEĞİ ERDOĞAN'A UYMUYOR

Japonya fiilen Çin'i işgal etmeye başladığında Mao zaten Çin'in en az yarısında iktidardı. İkincisi ise Mao Japon işgaline karşı "vatan savaşı" verirken Çan Kay Şek hâlâ işbirliği arıyor pazarlık yapıyordu!

Somut belirtelim: Japon ordusu 18 Eylül 1931'de Çin'e askerî harekât başlattığında ve direnişle karşılaşmadan 20 şehri işgal ettiğinde Çan Kay Şek "yabancı istilacılara karşı direnmeden önce ülke içindeki barışın sağlanması" politikasıyla Çin'in çeşitli bölgelerinde iktidar olmuş Komünistlere saldırıyordu!

Japon ordusu 20 şehri işgal ettiğinde ve komünistler Japon işgaline karşı direnmeye başladığında Çan Kay Şey hükümeti örneğin "Japonların bu eylemi sıradan bir provokasyon eylemidir mutlak hareketsizlik durum korunmalıdır" diyordu… Ve Çan Kay Şek önceliği Komünistlere (ÇKP) karşı savaşa veriyordu.

Uzatmayalım; Çan Kay Şek o kadar teslimiyetçiydi ki Guomindang içindeki yurtsever generaller parti merkezinden gelen talimatı yırtarak Japon işgaline karşı direnişe geçmek zorunda kaldılar. Kırılma Japon işgali başladıktan 5 yıl sonra Çan Kay Şek Guomindang ordusuna ÇKP kuvvetlerini ezme emri verdiğinde Guomindang'ın iki yurtsever generali Çang Sueliang ve Yang Huçeng'in Çan Kay Şek'i tutuklaması ve ona 16 Aralık 1936'da silah zoruyla ÇKP ile Japonya'ya karşı milli birleşik cephe kurma kararını kabul ettirdiğinde oldu!

Mao bu nedenle 1936'ya kadar olan süreci "iş savaş dönemi" 37'dan sonraki dönemi "Japonya'ya karşı milli direnme" dönemi diye adlandırır.

Dolayısıyla "solcuların AKP'ye destek vermesini sağlamak için" yaslanılan bu örnek pek durumumuza uymamaktadır.

DEVRİM ÜÇÜNCÜ SEÇENEKTİR

Gelelim üçüncü seçenek olup olamayacağına…

Devrim tarihleri aslında üçüncü seçenekleri inşa etme tarihidir. İki seçeneğe mahkûm olan iki seçenekten birini desteklemekten öteye gidemeyenler devrim yapamaz. (Dahası bu mantıkla sistem içinde iktidar bile değiştirilmez. )

Teorik olarak üçüncü seçeneğin olamayacağını hayatın hep iki seçenekten iki cepheden ibaret olduğunu savunmak doğru değildir.

Örneğin 1970'lerde "Ne ABD ne Rusya tam bağımsız Türkiye" demek bir üçüncü seçenek ortaya koyma sloganı hatta programıydı. Devletler iki seçenekten birini tercihe zorlanırken Türk Solu üçüncü bir seçeneği tam bağımsız Türkiye seçeneğini savunuyordu.

Ne zaman ki üç seçenek ikiye çekildi ve denklem "ya ABD ya Rusya" şekline indirgendi; o zaman büyük savrulma başladı. "Rus emperyalizminin" Türkiye'yi işgal edeceği yanlış varsayımıyla SSCB baş düşman edilince "ya ABD ya Rusya" denklemi gereği iş NATO'yu bile "barış gücü" ilan etmeye kadar götürüldü.

"TEK KAPTAN"LI GEMİLER BATMAYA MAHKUMDUR

Bugün de "üçüncü seçenek" yok denilerek benzer bir yanlışa tersinden gidiliyor. ABD'ye karşı AKP gemisine yani Cumhuriyet'i yıkan kuvvetin gemisine biniliyor. (Önemle belirtelim: Benzer mantıkla AKP'ye karşı ABD'nin gemisine binmek ABD'ye karşı AKP gemisine binmekten çok daha büyük bir yanlıştır dahası siyasal suçtur!)

Türk solu sol Kemalistler devrimciler enerjisini iki gemiden hangisine binileceği tartışması yapmak yerine kaptanı nasıl değiştireceğine geminin dümenini nasıl ele geçireceğine odaklanmalıdır.

Çünkü gemi Erdoğan'ın gemisi değildir bizim gemimizdir Türkiye'nin gemisidir. Erdoğan gemimize ABD'nin desteğiyle kaptan olmuş adım adım gemide kendi rejimini inşa etmiş en sonunda "ikinci kaptanlığı" bile kaldırıp "tek kaptan" olmuştur. Bu gidişat gemimizi batırmaktadır.

Bugün Erdoğan'ın yanına kaptan köşküne çıkanlar batmaktan kurtulacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar; zira Erdoğan'ın yanında yüksekte olmakla su üstünde biraz daha kalmış olurlar hepsi bu…

Çünkü Erdoğan şu aşamada bile gemiyi kayalıklara sürmeye devam etmektedir: Çin ve Katar'dan alınan para destekleri yine finans sektörüne yatırılmaktadır. Yani dış borç alarak yine tüketim ekonomisini devam ettirmenin istasyonları güçlendirilmektedir!

Özetle gemimiz Erdoğan'ın "kaptanlığında" batmaktan kurtulamaz.

Böyle zamanlarda doğru tutum savaş ilan eden gemiyle henüz çarpışmadan kayalıklara henüz vurmadan karaya oturmadan önce kaptanı değiştirebilmektir. Yoksa çok geç olacaktır. https://www.abcgazetesi.com/mehmet-ali-guller/gemi-tartismasi-ve-karaya-oturmak/haber-100523

CIA'NIN TÜRKİYE UZMANI HENRİ BARKEY : ABD TSK'YI AKP HÜKÜMETİ ELİYLE KAFESLEDİ !

2018-07-23



"TSK'AKP eliyle kafesledik" https://cdn00.vidyomani.com/c/0/9/1/cia-nin-turkiye-uzmani-henri-barkey-abd-tsk-yi-akp-hukumeti-eliyle-kafesledi/cia-nin-turkiye-uzmani-henri-barkey-abd-tsk-yi-akp-hukumeti-eliyle-kafesledi-480p.mp4

"Amerika Türk Ordusu'nu AKP eliyle kafesledi. " Kürt açılımının fikir babası ve CIA'nın Türkiye uzmanı Henri Barkey Amerika'nın AKP hükümetiyle birlikte Türk Ordusu'na operasyon düzenlediğini açıkladı. Barkey tüm amaçlarının ordunun Kuzey Irak'a girmesini engellemek olduğunu söyledi.

"Amerika ve AKP hükümeti Türk Ordusu'na operasyon düzenledi". Yeniçağ gazetesinde yer alan bu sözler CIA'nın Türkiye uzmanı Henri Barkey'e ait.

Amerikan askerini Türkiye'ye yerleştirecek 1 Mart tezkeresi'nin reddedilmesinin üzerinden 25 gün geçmişti. Henri Barkey Utah Üniversitesi'nde "Felaket ile Flört: Türkiye-Irak-ABD" adlı bir konferans verdi ve "Ameirka'nın AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu'nu kafeslediklerini" açıkladı.

1 Mart tezkeresinin geçmemesinin tüm suçu Türk Ordusu'nda. Çünkü İslamcı hükümet ile Türk Ordusu arasında çekişme vardı. Türk Ordusu Amerika'ya güvenmiyordu. Ordu Amerika'dan bağımsız olarak Kuzey Irak'a girmek istiyordu. Amerika'nın ise en son istediği şey buydu.

Barkey Amerika'nın AKP eliyle Türk ordusunu nasıl kafese kapattıklarını da anlattı.

İlk kez bir İslami parti tek başına iktidara geldi. O güne kadar Türkler Avrupa Birliği'ne temkinli yaklaşıyordu. İlk kez bir Türk hükümeti bize "Avrupa Birliği'ne girmek istediklerini ve bunun kendileri için bir rönesans olduğunu" söyledi. Bir İslamcı liderin rönesans terimini kullanması bana çok belirleyici geldi. Bu demokratikleşme süreci içinde biz orduyu çok sıkı bir kafese kapattık.

Barkey konferansın adını "Felaket ile Flört" koyduğunu çünkü Türk ordusunun Türkmenleri korumak için Irak'a girmesinin Amerika için felaket olacağını belirtti.

Konferanstan 3 ay sonra 4 Temmuz 2003'te Irak'ın Süleymaniye kentinde Amerikan askerleri Türk askeirnin başına çuval geçirdi. Sonraki yıllarda ise Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalarla çok sayıda subay tutuklanarak adeta "kafeslendi. " ulusalkanal.com.tr

http://videohaber.net/cia-nin-turkiye-uzmani-henri-barkey-abd-tsk-yi-akp-hukumeti-eliyle-kafesledi



17 Ağustos 2018

DOLAR VURGUNUNU YAPANLARI AÇIKLADI!

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu Gazeteci Ahmet Takan'a olay açıklamalar yaptı.

İşte dolar krizine dair açıklamalar!

" Vurgunu vuranlar...Erdoğan bir milli kurtuluş savaşından söz ediyor. Savaş halindeyiz diyor. Şimdi savaş halindeysek dolarda bu kadar oynama oluyorsa bu sıradan bir şey değil. Bundan birileri kazanıyor birileri kaybediyor. Şimdi ben şunu söylüyorum dolar düşükken alanlar dolar 7 lira olduğu zaman bozduranlar kim bunlar?. . Bütün bu veriler Merkez Bankası'nda Türkiye Bankalar Birliği'nde ve BDDK'da var. Ve rakamlar toplu olarak verildiği için kişi bazında ya da kişi bağlamında şu kazandı veya bu kaybetti diyemiyorum. Bunu hükümetin açıklamasını istiyorum.

Bir de çok net gördüğümüz kazananlar var. Nedir bunlar? Dövizle ihale alanlar. Bunlar öyle sıradan rakamlar değil. Bu rakamları da vereyim;Mesela kamu özel işbirliği projeleri var. Bu projelerin yatırım tutarı yine Kalkınma Bakanlığı'nın verileri 49 milyar 318 milyon dolar. Bunların sözleşme değeri ise 120 milyar dolar. Şimdi bunlar kazandılar. Dolar belki 3 lirayken belki 2 lirayken aldılar. Şimdi rakamlar çok daha yüksek. Yine aynı şekilde otoyol köprü geçişleri var tünel geçişleri var dolara endeksli. Onlarda iyi para kazandılar. Hazine garantisi verdikleri var. Onlarda kazandılar. Kim kaybetti?. . Çok açık. İşçi memur emekli çiftçi sanayici kaybetti yani üreten kesimlerin tamamı kaybetti.

Bu süreç içinde spekülatif amaçlı gelen ve vurgunu vuran ve giden kimler?. . Bunu Erdoğan'ın açıklaması lazım.

Ha açıklayabilir mi Erdoğan? Hayır açıklayamaz. Çünkü vurgunu vuranların büyük bir kısmı kendi yandaşları. Buradan elde edilecek olağanüstü gelirle ciddi sermaye transferlerine hazırlık da yapmış olabilir. Fabrikalar çok ucuzladı.

Bu süreç Türkiye de halkın fakirleşmesine elinde döviz bulunduranlarında ve yabancılarında zenginleşmesine yol açtı Türkiye açısından. Gelip çok daha ucuza fabrikayı kapatabilecek. . Doların 7 lira olacağını pek çok çevre çok önceden konuşuyordu. Bunu hükümetin bilmemesi mümkün değil.

Şimdi soru şu; Dün aldığı önlemleri niye daha önce almadın?

Rahip meselesi sadece yaşanacak krizi önceledi. Yoksa rahibe bağlı bir olay değil bu olay. Çok daha derin ve köklü bir olay. Krizin geleceğini Erdoğan da çok iyi biliyordu. Seçimleri niye erkene aldı?. . Kriz yüzünden.

Hükümet papaz krizini öne çıkararak kendisinin becerisizliğini basiretsizliğini bir anlamda örtmek istiyor. Papaz mı dedi size bu kadar borçlanın? Ya da Trump mı dedi size bu kadar borçlanın?. . Sınırsız borçlanın istediğiniz gibi borçlanın. .

Kurumların özerkliği yok. Hepsine siyasi müdahaleler yapılıyor. Yaşanan derin ve köklü ekonomik kriz dolayısıyla BDDK açıklama mı yaptı?. . SPK açıklama mı yaptı?. . Merkez Bankası açıklama mı yaptı?. . Uzun süre sustular. Ta dolar 7 lirayı buluncaya kadar. Ne için sustular? Sonra gittiler özel bankaların genel müdürlerine yalvardılar 'aman ne olursun gel televizyonlara çık. Türkiye güllük gülistanlık diye açıklamalar yap. ' Kanal kanal dolaştırıldılar. Bu şu aslında bu hükümet kadar basiretsiz bir hükümet Türkiye de yoktur. Az bir parça iktisat okuyan herkesin gördüğü bildiği ne zaman geleceğini de tahmin ettiği bir olayı ısrarla halının altına süpürdüler. 'Türkiye de hiç bir şey yok' dediler. Dolar 7 liraya çıkıncaya kadar. Yani vurgunlar yapılıncaya kadar seslerini çıkarmadılar. Ondan sonra çıktılar şu önlemleri aldık. Neden daha önce almadınız?" http://birtutamhaber.com/dolar-vurgununu-yapanlari-acikladi

ABD ARA SEÇİMLERİ ÖNCESİNDE

ABD ekonomisi etkileyici bir şekilde büyüyor.

2018'in ikinci çeyreğinin sonunda GSYİH yüzde 4 1'lik büyüme kaydetti.

İşsizlik oranı son on yıl içinde ilk kez yüzde 4'ün altında gerçekleşti.

Özellikle Afrikalı-Amerikalılar arasındaki işsizlik tarihteki en düşük orandadır...

Yine de Amerikalılar Başkan D. Trump'ı son kamuoyu yoklamalarında 42-45'lik bir yüzdelikle onaylıyor...

*

Amerikan toplumunun artan kutuplaşması göz önüne alındığında

Trump yönetiminin hem iç hem de dış arenada etkileyici rakamları ve başarılarına rağmen

6 Kasım ara seçimlerde Cumhuriyetçi Parti'nin dar çoğunluğunu koruması zorlu bir görev olacaktır.

*

Demokrat Parti ara seçimlerde Kongre'de çoğunluğu kazanırlarsa;

Başkanlık politikasına ve Amerikan siyasal sisteminde güç dağılımına ilişkin kısıtlamalar getirmeyi amaçlıyor.

Dahası 2016 seçimlerinde Rus katılımı konusunda devam eden soruşturmadan hareketle;

Trump'ı Beyaz Saray'dan tamamen çekilmeye zorlamayı öngörüyor.

*

Demokratlar D. Trump'la mücadele etmek karalamak ve görevden alınmasına yol açmak üzere;

Hem içerde hem de dışarıda geniş kapsamlı bir kampanya yürütüyor.

Beraber çalıştıkları sivil asker bürokratların çıkardığı fesadlardan ve ana akım medya kanallarından yararlanıyorlar.

Özellikle H. Clinton Başkan Trump'ı devirmeyi amaçlayan "Onward Together-Hep birlikte ileri" adlı derneği üzerinden sürekli siyasi kirlilik oluşturuyor.

Washington'da göz gözü görmüyor...

Ara seçimler yaklaştıkça toplumsal gerilimler artıyor ve her iki taraftaki retorik buna göre gelişiyor...

*

Bu sırada Başkan Trump meşruiyetiyle ilgili meydan okumalarla uğraşmak zorunda olduğundan

Yönetiminin ve müttefiklerinin güvenlik çıkarlarını gerçekleştirme kabiliyeti zayıflamaktadır.

Eğer Demokrat Parti Kongre seçimlerinde çoğunluğu kazanır ve gerçekten de Trump'ı etkilerse;

Amerikan toplumunda ve siyasetinde derin bir krizin yaşanması olası görülüyor.

Bu durumda ABD'nin dış politika meseleleriyle başa çıkabilme yeteneği önemli ölçüde zedelenecektir...

*

İşte son zamanda Demokratların o kaynağından yeni bir kampanya başlatılmıştır.

Washington Post Yemen savaşına ABD'nin desteğini sona erdirmek için çağrıda bulunuyor

Demokrat Kongre üyeleri Yemen savaşı için ABD desteğinin menfur ve yasadışı olduğunu ve bu savaşa mutlaka bir son verilmesini istiyor

Ama Trump bu talepleri görmezden geliyor...

*

Pazar günü Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ABC kanalındaydı.

Kasım ara seçimlerinde ABD'nin en çok endişe duyduğu dört ülkenin İran Rusya Çin ve Kuzey Kore olduğunu söyledi.

Özellikle ABD'nin Mayıs'ta nükleer anlaşmadan çekilmesi ardından

İslam Cumhuriyeti için çok önemli ekonomik ve yerel siyasi sonuçları tetiklemesine karşılık

Tahran'ın açıkça Başkan Trump'ın ABD Kongresi'nde siyasi olarak zayıfladığını görmeye heves ettiğinin altını çizdi...

*

Bolton "Ancak ABD ve İsrail en azından Başkan V. Putin'in ifadesine göre Suriye ve Irak'taki İran güçlerinin vekillerinin ve Hizbullah'ın çıkarılmasına yönelik bir ilgiyi paylaşıyor" dedi.

Başkan Trump'ın nükleer anlaşmadan çekilme kararıyla İran ekonomisini çok zayıflattığını

İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü'nün;

Artık Suriye ve Irak'ta olduğu gibi Yemen'de de saldırı operasyonlarını yürütme yeteneğini kaybetmekte olduğunu söyledi.

Sözlerine İran'ın askeri operasyonlarıyla terörizme destek verdiğini barış ve güvenlik için büyük tehdit oluşturduğunu ekledi. .

*

Nitekim BM barış çabalarının bir türlü neticeye ulaşmadığı Yemen'de;

ABD'nin İran rejimi üzerindeki yaptırımları yeniden uygulamaya koyması

Böylece Tahran'ın bölgesel vekil güçlerine nakit akışını kısıtlama kararına karşı

El-Hudeyde limanının kontrolü için kararlı bir savaşa yaklaşılıyor...

*

Yemen; Aden Körfezini ve körfezin Kızıldeniz'e açılan Mendeb Boğazını

Öte yandan Hint Okyanusunun Afrika'ya uzanan şeridinde Afrika ile Asya'ya Kızıldeniz'den Avrupa'ya deniz yollarını kontrol ediyor.

ABD bu dar deniz yolu üzerinde denetimini geliştirmeyi donanmasının bu stratejik geçiş yolunda her iki yöne hareket etmesini ve rakiplerini erişimden mahrum bırakma becerisine sahip olmayı güvence altına almanın peşindedir...

*

Amaç günlük olarak milyonlarca varil petrolün Mendeb boğazından geçişinde etkin olmak isteği olunca;

Bu dar deniz yolu bir kıyamet senaryosuyla da besleniyor.

Olası bir saldırıda Mendep Boğazı ve Süveyş Kanalı stratejik önemini kaybedecek ve milyarlarca dolar değerinde tonlarca petrol denize dökülürken koca deniz alev alev yanabilecektir!

Bu senaryo bir İran'ın stratejisi olarak algılanıyor ve bölge güvenlik açısından çok riskli bir kategoride addediliyor...

Üstelik İran nükleer teknoloji ile nükleer silahlarını ya da petrol ve gazını Körfez'in en dar noktası olan Hürmüz Boğaz'dan geçiriyor.

O yüzden İran'ın Hürmüz Boğazını ve Mendep Boğazını bloke etmesi olasılığı büyük önem arzediyor....

*

Yemen'in kuzey ve kuzeydoğusunda İran'dan ekonomik ve askeri destek alan Şii Zeydiler ve operasyonel gücü Husiler yaşıyor.

Yemen'de Zeydilere destek veren İran ile Sünnilerin kontrolündeki merkezi hükümetin destekçisi ve arka planda Güney Yemen bağımsızlık hareketi ile teması olan Suudi Arabistan arasında bir vekâlet savaşı yürüyor...

*

El- Hudeyde limanı Yemen'in can damarıdır ve bugün Husilerin kontrolündedir. .

Toplam ithalatın gıda sağlık ve giyim dahil yaklaşık üçte ikisi ülkeye bu limandan giriyor.

Aynı zamanda İran'ın Yemen'de faaliyet gösteren isyancı Şii Zeydilere ve Husilere yasadışı silahları buradan iletiyor.

*

BM Husilere milyonlarca sivile insani erişimi garanti altına almak için kenti tarafsız bir uluslararası rejime devredeceği bir plan önermiştir.

Ancak barış görüşmelerinden faydalanan Husiler El Hudeyde'deki güçlerini ve faaliyetlerini daha da arttırmış

Kenti devretmeyeceklerini ilan etmişlerdir.

Durum çok gergindir ve bir savaş olasılığı yüksektir.

*

Bu perspektifte Afrika Burnu denilen stratejik bölgedeki Somali ve Cibuti coğrafyaları da;

Bir yanda Aden Körfezini ve körfezin Kızıldeniz'e açılan Mendeb Boğazını

Öte yanda Hint Okyanusunun Afrika'ya uzanan şeridinde Afrika ile Asya Kızıldeniz'den Avrupa'ya tüm deniz yollarını kontrol ediyor.

Ayrıca Arabistan Yarımadası'nın doğusunda İran Körfezi'ne uzanan bir yarımada üzerinde kurulu Katar; Basra Körfezini tutuyor.

*

Türk Silahlı Kuvvetleri Mogadişu'da Görev Kuvveti Komutanlığı üssünde Somali ordusunu eğitiyor.

Türkiye Cibuti'de ekonomi ağırlıklı bir üs kuruyor.

Türk askeri Katar Doha'da denizden ve havadan lojistik desteğe müsait 'El Rayyan Üssü'de' bulunuyor.

*

Bu noktada yabancı güçlerin Suriye ve Irak'tan çıkması söylemi artık gündemi belirler haldedir.

İran Suriye rejiminin daveti nedeniyle bölgede olduğunu

Esasen Suriye'den çıkması gerekenlerin başta ABD olmak üzere Türkiye olduğuna işaret ediyor.

Açık ki Türkiye'nin Suriye kuzeyini Sünni Araplar üzerinden islamcılaştırmasını istemiyor.

Ve bu konuda Rusya ile ortaklaşıyor...

Yemen' den çıksam hemen karşıda Afrika Boynuzunda

Ya da Katar'da Türk güçlerinin ne işi var diyor!

*

ABD' de ara seçimler yaklaşıyor.

İyi bayramlar efendim...

21. 8. 2018

Ahmet Kılıçaslan AYTAR ahmetkilicaslanaytar@gmail.com



--   a45UyF587661

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder