Date: Mon, 14 Feb 2011 01:16:56 -0800 (PST)
From: Zafer HASAN <zaferhasan@yahoo.com>
ATATÜRK'Ü NIÇIN ÖLDÜRDÜLER?
Yazan: Araştırmacı Gazeteci Ogün Deli
-19 SORU-
1-Atatürk'ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?
2-Purinol adlı ilaç Atatürk'ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır?
3-Bu ilacı imal eden Hakkı Bey,
(Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.)
Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?
4- Burun kanamalarından dolayı Atatürk'ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım
yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer'e görev
verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
5-1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk'e
rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin
tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk'ün vücudu onlara
emanet edilmiştir?
6- Müsteşar Dr. Arar'ın yaptığı ilk teşhisi dikkate almayan yetkililer
kimlerdi?
7- Atatürk'e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve
Çankaya Köşkü'ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi?
8- Ölüm anında Atatürk'ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen
Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?
9- Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger'e daha önce kendisini muayene eden
Prof. Neşet Ömer İrdelp'in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacını
neden hissetmiştir?
10- Dr. Fissenger'in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır? Bu
eczacı Mustafa HAKKI Nalçacı mıydı?
11- Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını
Türk doktorlar uygularlar mıydı?
12- Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris'ten getirilen ilaçların
sorumluluğu kime aittir?(Paris'ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş,
hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938'deki bu tedavi işin dönüm
noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra "tamamiyle başka şahsiyet
olmuştum. Çok tuhaf." diye Prof.Dr. İrdelp'e anlatıyor.)
13- Paris'te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki
firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?
14- Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk'ü Köşk'ü karıncaların bastığına
inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?
15- Atatürk'ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan ilkinde karında
toplanan sıvı asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili
karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir?
16- Atatürk'ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün
hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin
yazmamıştır?
17- Atatürk'e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason
Şükrü Kay mı vermiştir?
18- Atatürk'ün sağlığına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı'nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen
bir profesöre "Tüm aramalara karşın bulunamamıştır." cevabını vermişti)
19- 1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Farmason Avam Benaroyas ve
Yunan gazeteci Apostolos Grazos'un Yunan gazetelerinde yer alan
iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve
girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır?
- ATATÜRK'Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ -
- Katil(ler) işbirlikçiler KİMLERDİ?Yunanistan'da yayımlanan Laiki
Metopo (Halk Cephesi) gazetesinde yayımlanan dizi yazıda "Dr. Abrevaya
ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar." denmektedir. Bahsi
geçen Abrevaya,Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı'dır. Abrevaya, İzmir
doğumlu olup, Paris'te tahsil görmüştür. Atatürk'ün ölümünden sonra
Niğde Milletvekilliği yapmıştır.Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet
tarafından Paris'ten getirilmiştir. 7 Eylül 1938 tarihinde yaptığı
muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri
rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır.Fissenger ayrı teşhiste
bulunmasına rağmen Atatürk'ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı
görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris'ten getirilen ilaçların
temin yeriyle de ilgisi vardı.
- 'SARI LİDER'İ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR-
Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye
Mason Cemiyeti'nin kapandığını Moskova'da bir toplantı sırasında
öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; "O Sarı Lider
ortadan kesinlikle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe
vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!..." Türkiye'nin ikinci
Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı,acilen Kremlin'e davet
edildi.Nalçacı Moskova'ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde
Kremlin'in Çankaya'ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının
sağlanmasını istedi. Kremlin,Nalçacı'ya garanti verdi, verdiği
teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin'den aldığı taahhütlerle korkusu
geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk'ün öldürülmesinden sonra
Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin
"gerici Mareşal Çakmak'ın tabancasına hedef olunacağı" itirazı ile
Nalçacı'yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve
Türkiye'deki masonların ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin
yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci
Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan
odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı.Bu konuda Avram Benaroyos,
"İlk anlarda Kemal Atatürk'ü silahla ortadan kaldırmayı
düşündük.Ancak,doktorlarımız Atatürk'ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli
gördüklerinden,Kremlin'in istediği 'esrarengiz ve kendine göre esrar arz
edecek ölüm' kararına uyduk.Mason biraderler,cemiyetimiz kapatıldıktan
sonra hiçbir şey olmamış gibi O'nun her hareketini alkışladılar.Zamanla
O'nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki;Sarı Lider,kendiliğinden
bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti.1937 yılı ortalarında,
ismini açıklayamayacağım bir doktor, Atatürk'e ilk darbeyi sinir
organlarını za'fa düşürmek suretiyle indirdi.Uyguladığı tedavi Atatür'ün
sinirlerini felce uğrattı.Atatürk'te zaman zaman burun kanamaları,baş
dönmeleri,istifralar,karşısındaki arkadaşını tanımazlıklar kendini
göstermeye başladı." şeklinde yazdı.Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli
Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken,Yunanlı
Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5
Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi:
"Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı
İmparatorluğu'nu parçaladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife
daha vardı.Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu.Doktor
Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar.Bazı
Avrupalı tıp dahileri,siroz mütehassısları,Sari Lider'in hastalığı ile
meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de
Türkiye'deki mukaddes (Mason) üçgenimiz,meydana getirdikleri güçlü mevki
ve yetkilerini cemiyetimize karşı olanlara Sarı Lider'in tedavisinde
vazife vermemekle pekala ispat ettiler."
- ATATÜRK'ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS VE UYGULANAN TEDAVİ -
Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk'e ilk darbeyi 1937 yılı
ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık
1937'de Yalova'da Atatürk'ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat
Belger ilk teşhisi "Karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir."
diyerek koydu. Oysa, Benaroyas'ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan
muzdaripti.Çankaya'da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca
ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, "Ben geceleri kaşınıyorum,
karınca yatak odama kadar girer mi?" diye sorunca, aynı doktor "Evet."
cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların
varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit
edildi. Atatürk Yalova'da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem
Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar'a
telefon ederek "Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi,
bir çare bulun." dedi. Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8
kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur "Evet
kırmızı renkte küçük karıncalar gördük." diye açıklamıştı. İlgili
mütehassıslar da bu tip karıncaların Çin'den Avrupa'ya geldiğini ve etle
beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk,Dr.
Belger'in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu
olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk'ü yavaş yavaş
öldürme planı işliyor, Atatürk'ün hastalığının teşhisi ile ilgili
farklılıklar ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk'ün fenni rapora
geçen hastalığı "Alkole bağlı siroz" olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora
imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra "Bunu
kati olarak kestirmek mümkün değil." diyerek "hipertrofik siroz"
tanısına yöneliyordu.Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz.30 Temmuz 1938
Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk'ün kalbinin kuvvetli
olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına
karar veriyordu.Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi'ndeki mülakatında
Atatürk'ün hastalığı ile ilgili olarak "karaciğer yetersizliği"nden
şüphelendiğini,bu şüphesini ilgili kişilere bildirdiğini,bu
kişilerinse,böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını belirttiklerini,bunun
üzerine kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı
Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da,Dr. Arar'ın söylediği türden birinin
Atatürk'ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç
olduğunu söylüyordu.31 Temmuz 1938 günü Viyana'dan gelen Prof. Dr.
Eppinger Atatürk'e çiğ yemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz
yedirmiş, ertesi gün Almanya'dan getirilen Prof. Dr. Bergman da
Atatürk'e rendelenmiş elma yedirmiştir. Daha sonra da bu iki doktor
damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk'e salygran şırıngası uygulamaya
karar vermişlerdir. Paris'ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise aynı gün
yapılan konsültasyonda yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon
mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu.
-ZEHİRLENDİĞİNİ ANLAMIŞTI-
Atatürk, Afet İnan'a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; "Afet,
vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle
hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum
görmeksizin Fissinger'i getirtti."
-KİMLER MASONDU?-
Atatürk'ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke,Prof. Dr. Samuel
Abrevaya Marmaralı masonluğu bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden Dr. İsmail
Hurşit,Muhittin Osman Omay da mason locasının kapatılma kararı tebliğ
edilenler arasındadır.
-MUSTAFA KEMAL'İN SAĞLIĞI-
Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar
ciddi bir hastalığa yakalanmadı. 20 yaşında geçici bir süre yakalandığı
sıtma hastalığının atlatılmasını aynı yıl bel soğukluğu hastalığı takip
etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O'na ilerideki yıllarda
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini
kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar
Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi
yükselerek yatağa düştü. 2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken
böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları'nda tedavi gördü. 1919
yılında Şişli'deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren
Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs'ta çıktığı Samsun'da tekrar nükseden
böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun'da
iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık'ta
böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan'ında sol yanağında çıban
çıktı, daha sonra attan düştü, 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye
gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927
yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri
tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrich Kraus
ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye'ye
getirtilerek Atatürk'e konsültasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım
ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı
sonuna kadar bunların dışında Atatürk'ün başka ciddi bir sağlık sorunu
olmadı.
-TEDAVİ EDEN DOKTORLAR-
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad BelgerAtatürk'ü
tedavi eden müdavim (sürekli) doktorlardı.Prof.Dr. Akil Muhtar
Özden,Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel,Prof.Dr. Mim Kemal Öke (adı
sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir),Prof.Dr. Samuel Abrevaya
Marmaralı,Dr. Mehmet Kamil Berk,Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Dikerise
gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak
görev yapmışlardır.Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi.Sağlık Bakanlığı
Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris'ten Prof.Dr.
N. Fissinger (3 defa), Berlin'den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana'dan
Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk'ün tedavisinde
görev almışlardır.
- ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL -
Atatürk'ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın
içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken,ikinci raporda ise
alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir.Bu
çelişkiye rağmen Atatürk'e biopsi de otopsi de yapılmamıştır.Alkole
bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh
alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı
yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki
içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir.Salyrgan (civalı
ilaç)'ın Atatürk'ün tedavisinde "ajan tedavi ilacı" olarak
kullanıldığı,aslında Mustafa Kemal Atatürk'ün bu ilaçla ağır ağır
zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk'ün daha
evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan
kinin ve atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm
çabuklaştırılmıştır.Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi'nden Atatürk
için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir.
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (1)
BİR TARİH NASIL YOK EDİLİR:İnsanlık tarihi boyunca karşımıza çıkan
karizmatik liderler, sadece içinde yaşadıkları milleti yüceltmekle
kalmayıp, tüm dünyanın huzur ve refahı için mücadele eden kişiler olarak
da dikkat çekicidirler. Bu özel ve seçkin insanların, hayatın
kendilerine sunmuş olduğu testleri başarıyla geçtikten sonra içinde
yaşadıkları milletin ihtiyaçlarına cevap verecek, çözümler üretebilecek
kişiler olarak görülmesinin akabinde, toplum tarafından kendilerine
önder seçildiklerine şahit oluyoruz. İşte bu özel insanlar içinde farklı
bir yere sahip olan Mustafa Kemal Atatürk, "her şey bitti" dendiği bir
dönemde, Türk Milleti'nin bağrından çıkarak Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı
başlattı. Sonuç olarak bir yandan emperyalistlere 'dur' diyen, diğer
yandan işgal altındaki milletler için umut olan bir millet ve onun
lideri ortaya çıktı. Tabii ki emperyalist devletler, tarihi süreç içinde
geliştirdikleri plan ve programların hiç hesapta olmayan bu durum
karşısında sekteye uğramasıyla bir süre şaşkınlık yaşadılar. Ancak bu
durumun sözkonusu devletler için bundan sonra atacakları adımların
yönünü tespit etmesi açısından bir tecrübe oluşturduğu da açıktı.
Çevremizde yaşanan ve yaşanılması muhtemel gelişmelere baktığımız zaman,
bizim dışımızdaki etkenleri görmek hiç de zor değil. Bunu söylerken
emperyalist devletlerin planlarını salt kendi güçleri ile
gerçekleştirmedikleri, Türkiye içinden de yardım gördükleri gerçeğini
gözardı edemeyiz. Sorgulanması gereken bir diğer konu da, Türk
Milleti'nin tarihinin gelecek nesillere aktarılmasıdır. Türk Milleti'nin
tarihi yazılı metin olarak ne kadar doğru aktarıldı? Türk tarihi,
tarihçilerin dışında bütün bir milletin öncelikle vicdanlarında, daha
sonra da kitaplarında doğru, tarafsız olarak aktarılmaya muhtaçtır. Eğer
bu vicdani muhasebemizi yeteri kadar yapamaz ve tarihimiz gelecek
nesillere doğru aktaramazsak, bugün içine düştüğümüz durumları gözönüne
alarak gelecekte bizi bekleyen daha büyük felaketlere karşı hazırlıksız
yakalanacağımız aşikardır. Atatürk'ün vefatına ilişkin yaptığım
çalışmalarıma da işte bu tarih şuuru ve vicdani kanaatlerim ışık tuttu.
Çalışmalarımın sonunda ulaştığım sonuca gelince; 'Atatürk
öldürülmüştür...' İlkokul yıllarından başlayarak hayatımızın son
zamanlarına kadar bize öğretilenlerin çoğunluğunda yanlışlıklar ve
eksikliklerin olduğunu zamanla görmeye başladım. Ayrıca karşımda duruşu,
fikirleri ve kişiliğiyle olağanüstü bir şahsiyetin bugüne kadar bana
gösterilmemesinin sebeplerini de, araştırmalarım derinleştikçe çok daha
iyi anlıyorum. Ayrıca Türk Milleti ile birlikte yetkili kurum ve
kuruluşları da bu konuyu incelemeye ve bulgularını kamuoyuna açıklamaya
davet ediyorum. Türk toplumu Atatürk hakkında yayınlanan eserler ve
yazarları çok dikkatli incelemelidir. Çünkü Atatürk'ü Türk toplumuna
tanıtan bu yazar-çizer takımı iyice anlaşılmaz ve tanımlanamazsa bugüne
kadar nasıl geldi ise bundan sonra da aynı şekilde devam
edecektir.Öncelikle Atatürk'ün hizmetinde bulunan insanlar kimlerdi diye
hiç düşündük mü?Bu insanlar, Atatürk'ün vefatından sonra ne olmuşlardır
ya da ne yapmışlardır? Bu yazı dizisinde sözü edilen insanların
isimlerini ve görevlerini bulacak, Atatürk'ün hastalığına ilişkin
yayınlardaki hataları okuyacaksınız. Ayrıca söylenenlerin aksine, o
dönemde, Türkiye'de tıp biliminin oldukça geliştiğini, ancak ilaç
sektörünün yabancıların elinde olduğunu göreceksiniz. Özetle bu yazı
dizisinde Atatürk'ün hastalığı sırasında gözden kaçan veya kaçırılan
gerçekleri bulacaksınız. SÜRECEK ¥ Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (2)
KRONOLOJİK HATALAR, ATA'NIN YAKIN HİZMETİNDE BULUNANLAR: Atatürk'ün
hizmetinde bulunan Cemal Granda'nın, "ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM" adlı
eserinde Atatürk'ün mahiyetinde olanların isimleri tek tek
veriliyor.BAŞYAVERLER; Rüsuhu Savaşcı, İkinci Yaver Sami Bey, Üçüncü
Yaver Celal Üner. Yine ikinci yaverlerden Naşit, Şükrü, Cevdet Bey'ler
UMUMİ KATİP; Tevfik Bıyıklıoğlu, Hasan Rıza Soyak ÖZEL KALEM MÜDÜRÜ;
Sabit Bey,ÖZEL KALEM MÜDÜR YARDIMCISI ve KÜTÜPHANE MEMURU: Nuri
BAŞSOFRACI, İbrahim Ergüven, Cemal Granda, Hüseyin, Ali, Necami, Ali
Bebek, Ahmet, Nuri ODACILAR; Ekrem, Suat, İki Tahsinler, Hüseyin,
MustafaŞOFÖRLER; Abdullah, Sait, Remzi Birol. Abdullah öldükten sonra
Remzi Efendi Başşoför oldu. Ayrıca Rauf Kızılkaya ve Niyazi adlı iki
şoför daha vardı. Atatürk'ün emrinde 8 (sekiz) şoför görev
yapıyordu.DOKTORLAR; Kemal, Celal Tahsin Necmi, Baki Reis BERBERLER;
Mehmet ve Rıdvan POLİSLER; Komiser Kemal Bey, Yalova Güney Köylü Halit
Bey, Balıkçı Hikmet, Faik İmdat ve Ragıp KADIN HİZMETCİLER; Ülfet Hanım,
Ülkü'nün annesi Selanikli Vasfiye Hanım, Yugoslav göçmeni Sarışın Fatma
Hanım DİĞER HİZMETKARLAR; Bekir Çavuş, Arap Nesip Efendi (kapıcıbaşı),
Sofracı Recep'in oğlu Küçük Recep. Birinci bölümde bahsettiğimiz gibi
Atatürk hakkında eser yayınlayanların iyi niyetli olduklarını düşünsek
bile çeşitli hatalar olduğunu görmekteyiz. Bunların örnekleri oldukça
çoktur ama, konunun anlaşılması için iki örnekle yetinmek istiyorum.
Örneklerden ilki, Atatürk'ün tedavisini uzun yıllardır sürdüren ve son
anlarında da yanında bulunan Prof. Dr. Neşet İrdelp'in ilk kez
Atatürk'ün tedavisinde bulunduğu tarih hatasıdır. Bu hata, belki o
yıllarda matbaanın bugünkü gibi gelişmediği düşünüldüğünde normal
karşılanabilir. Buna göre Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu'nun "Atatürk'ün
Sağlık Hayatı" adlı eserinin 11'inci sayfasında olay şöyle
anlatılmaktadır: "...ancak bu olaydan haberdar olan hükümet, 13 Kasım
1924'te Dr. Neşet Ömer Bey'i Ankara'ya çağırmıştır." Şehsuvaroğlu, Dr.
Neşet Ömer'in 1924 yılında çağrıldığını söylemesine karşılık Atatürk'ün
yakın çalışma arkadaşlarından Kılıç Ali, farklı tarih vermektedir.
Şehsuvaroğlu'nun da atıfta bulunduğu Kılıç Ali, "Son Günleri" adlı
eserinde şunları söyler: "Reisicumhur Hazretlerinin nahiye-i kasabiyede
(göğüs kemiğinin arkasında) hissettikleri elemin (ağrının) mahiyetinin
(ne olduğunun) tayin ve tedavisi için 13 Teşrisani (Kasım) 1923'te
Ankara'ya davet edildi." Görüldüğü gibi aynı sayfada verilen bilgilerden
kesin bir tarih tespiti yapmak oldukça güç. Bize doğru bilgiyi, Ata'yı
tedavi etmek amacıyla gelen Dr. İrdelp vermektedir. Muayene ve tedavi
sonrasında bir rapor hazırlayan İrdelp, 02.02.340 15 Şubat 1924 yani
miladi olarak da 13 Kasım 1924 tarihi atar. İkinci örnek hata yine Prof.
Dr. Şehsuvaroğlu'nun eserinden. Eserde 1 Haziran 1938 tarihli bir
reçeteden sözedilmektedir. Reçetenin altında yazarın, "1 Haziran 1938
tarihinde Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yazılan tedavi programı ve
reçetenin tıpkıbasımı" notu bulunmaktadır. Şehsuvaroğlu kitabında bu
reçetenin Yalova'da yazıldığını söylemektedir. Oysa 1 Temmuz 1938
tarihinde Atatürk Savarona yatına geçmiş ve yaklaşık 45 gün burada
kalmıştır. Ata'nın sağlık sorunları ve tedavi yöntemleri üzerinde buna
benzer hatalar; ya kaynakların farklılığından, ya bu kaynakların üstünün
örtülmesinden veya bilmediğimiz başka sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Sebep ne olursa olsun karanlıkta kalan bazı noktaların olduğu su
götürmez. Ancak bu noktalar kadar önemli bir başka konu da, Türkiye'de
tıp bilimi ilaç sektörüyle ilişkili. Konuya girmeden önce tıp biliminde
geçmişe kısa bir yolculuk yapalım. YARIN: Atatürk'ü zehirleyen ilaçlar
yurtdışından getirildi. Ogün DELİ/ http://www.ogundeli.com/
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (3)
TIP BİLİMİNE YOLCULUK: Atatürk'ten sonra gelen cumhuriyet hükümetlerinin
bugüne dek çözmekte sorun yaşadığı konulardan biri de insanlarımızın
sağlık problemleridir. Her hükümet programında yer alması bu sorunların
çözümü anlamına gelmiyor. İnsanlarımızın sağlığını bozmak isteyenlerin
ya da onların uzantılarının kontrollü ve programlı şekilde bu konunun
çözümlenmemesinde gösterdikleri gayreti eğer çözüm için kullansalardı,
bugün bu yazılar yayınlanmamış olacaktı. Neden böyle bir giriş yaptığım
ilerleyen bölümlerde daha iyi anlaşılacaktır.Türk tıbbı, Orta Asya ve
Arap tıbbından etkilenerek bir gelişim göstermiş, 1217'de Sivas'ta,
1308'de Amasya'da kurulan hastanelerde hekim yetişmeye başlamış, Amasya
Hastanesi daha sonra bir tıp eğitim merkezi olmuştur. 1388'de Bursa'da
açılan Dar-üt-tıb'ta ve Fatih Döneminde de Edirne'de açılan hastanede
hekim yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu ve izleyen dönemlerde hekim sayısı
az ve hekimler üzerindeki baskı da yoğun olmuştur. Bu baskılar sonucu
Osmanlı topraklarında yabancı hekimler rağbet görmeye başlamıştır.
Yabancı hekimler arasında Yahudi ve Rum hekimler ön plana geçmeyi
başarmışlardır. 1827 tarihi tıp eğitimi dolayısıyla çağdaş hekimlik için
önemli bir tarihtir. O yıl İstanbul'da "Avrupa usullerinde" hekim
yetiştirmek üzere bir tıp okulu açılmıştır. Arkasından 1838'de
Cerrahhane açılırken aynı yıllarda 2. Mahmut çiçek aşısını zorunlu
kılmıştır. Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'ndan 2 binden az hastane yatağı
binin biraz üzerinde hekim devralınmıştır. Türkiye'de 1923 yılında 950
yataklı üç devlet hastanesi vardır. 1924 yılında Ankara, Diyarbakır,
Erzurum, Sivas Numune Hastaneleri açılmıştır. Sağlık altyapısı bozuk,
teknolojik destek yok, hasta ise çoktur. 1920-25 arası hekim sayısındaki
azlık nedeniyle milletvekili hekimlerin bile fiilen hastanelerde hasta
hizmeti verdikleri biliniyor. Savaş sürerken de hekimler hizmetten,
bilimsel çalışmalardan geri kalmamışlardır. Yukarıda da kısaca
özetlendiği gibi ülkemizdeki doktorları ve bilgilerini yetersiz görmek
çok yanlış olacaktır. Üstelik daha da ileri giderek şunu rahatlıkla
söylemek mümkündür; bugün olduğu gibi o dönem içinde de dünya çapında
doktorlarımız ve farmakoloklarımız vardır. ATATÜRK'ÜN İLAÇLARI
YURTDIŞINDAN GETİRİLDİ; İLAÇ SEKTÖRÜ:Buraya kadar Türkiye'de tıp
biliminin gelişmesini inceledik. Görüldüğü gibi çok değerli
doktorlarımız olmasına karşın tıpta yabancı doktorların gözle görülür
bir etkinliği bulunuyor. İlaç sektöründe da durum pek farklı değil.
İkinci bölümde da vurguladığımız gibi çok iyi farmakoloklarımız var.
Ancak iyi farmakolok olması, ilaç sektörünün ulusal olduğu anlamına
gelmiyor. İlaç sektöründe da tıpta olduğu dibi yabancıların bariz bir
etkisi vardı ve eczanelerin çoğu yabancıların elindeydi. Konuya bu
gerçeklerin ışığında baktığımız zaman Atatürk'e verilen ilaçların bir
kısmının yurtdışından temin edilmesi anlaşılır hale geliyor. Ancak
mümkün olduğunca Türk eczanelerinden gerekli ilaçların temini yoluna
gidilmeye çalışıldı. Bu eczanelerden birisi de, İstanbul Eczanesi'dir. O
dönemin kendine özgü şartları düşünüldüğünde sağlık ve ilaç sorunlarını
anlamak zor değil. Ancak sorunların, aradan geçen yıllar içinde
çözülememesini anlamak ise o kadar da kolay değil. O döneme ilişkin
gelişmeleri, Prof. Dr. Turhan BaytoP'un eserinden öğreniyoruz.
"Türkiye'de ilaç yapımının hangi tarihte başladığı bilinmiyorsa da Noel
Canzuch tarafından 1833 yılında Beyoğlu semtinde açılmış olan İngiliz
Eczanesi (Pharmacia Britannigue,) bu konuda öncülük yapmıştır. 1890'lı
yıllarda ise; Andre Lefaki,Artin Merhamedjian, Louis Mananti, Nicolas
Apery, Photius Selavo ve Sophocle Castoriades eczanelerinde müstahzar
ilaç halk sağlığına sunulmuştur. Yukarıda verilen isimlerden de
anlaşılacağı üzerine Türkiye'de müstahzar ilaç yapımı Türk olmayanların
elindeydi. Buna karşılık Türk eczacılarının hazır ilaç yapımı, Ecz.
Hamdi Bey tarafından Zeyrek semtinde 1880 yılında açılan Eczahane-i
Hamdi'de (Hamdi Eczanesi) üretilen ilaç ve şuruplarla başladı. Bunu daha
sonra Ecz. Ethem Pertev, Ecz. Beşir Kemal, Ecz. Ali Süreyya vb izledi.
Hazırlanan ilk ilaçlar, genelde üreticisinin ismi ile anılırken, şurup,
şarap, iksir, hap ve merhem gibi yapımı özel bir bilgi ve teknik
istemeyen basit preparatlardan oluşmaktaydı. İlk enjeksiyon ampulleri
Hasan Rauf tarafından1900 yılında açılan İstikamet Eczanesi'nin
laboratuvarında üretilmeye başlanmıştı. Bunu Şark ispençiyari, Alfa
ampulleri ve Mustafa Nevzat ampulleri izlemiştir. İstanbul'da komprime
imalatı Eczahane-i Hamdi'de başlamıştır. SÜRECEK ¥ Ogün DELİ YARIN:
Atatürk'ün gerçek hastalığı
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (4)
İLAÇ SEKTÖRÜ: 1930'lu yıllara gelindiğinde yerli ilaç üreticileri,
yabancı ilaçların Türkiye'ye sokulmamasını isteyerek mevcut ilaçların
kendileri tarafından üretilebileceklerini iddia etmeye başladılar. Şark
Merkez Ecza Deposu'nun sahiplerinden biri olan Hasan Derman, 1931
yılında yayınlanan Dertlerimiz ve Sebepleri isimli yazısında bu konuya
ilişkin şunları söylemektedir: "Bugün eczacılığın havanı durmak
üzeredir. Dünkü,infüsion, decoetion, emulsion, electuer, pommade,
cachets ve pilules yerine hem de % 60'tan fazla bir nispette, elimizi
kirletmeyen, kollarımızı yormayan ve fakat bize ekmek yedirmemeye
azmetmiş olan rengarenk etiketli, şatafatlı garp müstahzaratı kaim
olmuştur. Bu istila on sene evveline kadar bu nispette değildi. Yirmi
sene evvel hemen her şey (çok az) idi. Bugün %10-15 kazançla iktifa eden
eczacı, on beş sene evvel halktan daha az para alarak yüzde 50 hatta
yüzde 100 temin ediyordu. İşte eczacıyı "Arpacı Kumrusu"gibi düşündüren,
atisini tehdit eden mühim amillerden biri ve belki başlıcası…" Bu
dönemin genel bir fotoğrafını çeken Derman'ın haklılık payı yok
değildir. 23 Şubat 1930 tarihinde "Etibba Muhadenet Cemiyeti" nin yerli
ilaç yapımını incelemek için bir rapor hazırlanmasına neden olan bu
olaylar, bu yıllarda cereyan etmiştir.Bunun sebebi de yerli ve yabancı
ilaç rekabeti önceleri "majistral ilaç" ile "müstahzar ilaç" arasında
başlamış ve zaman içerisinde, yerli müstahzar ile yabancı müstahzar
rekabetine dönüşmüştür. Yerli müstahzarlar ucuz olmalarına karşın halk
ve hekimlerin gerektiği kadar beğenisini kazanamamış, yabancı
müstahzarlar daima yerli müstahzarlardan daha çok tutunmuş… 1930'lu
yıllarda bu rekabet en yüksek seviyeye çıkmıştır. Zaman içinde yerli
müstahzarların zorlanmasıyla 23 Şubat 1930'da Etibba Muhadenet Cemiyeti
toplanarak bir dizi karar aldı. Dr.Tevfik Salim Paşa'nın bir rapor
halinde sunduğu kararlara göre;1-Tentürler ve ekstreler gibi galenik
ilaçların tamamen memleketimizde yapılması mümkün ve lazımdır. Bu
ilaçların Avrupa'dan ithali men edilmeli ve Eczacılar Cemiyeti bu işle
ehemmiyetli surette meşgul olmalıdır. Emniyet ve fiyat itibariyle
bunların ihtiyacı tatmin etmesi ve cemiyetin kontrolü altında bulunması
zaruridir. Bunun için Eczacılar Cemiyeti tarafından bir merkez tahlil
laboratuvarı yapılmalıdır. 2-Komisyon şimdilik Türk eczacılığının
spesialite denilen tıbbi müstahzarat imaliyle uğraşmasına taraftar
değildir. Eczacılık san'atının bihakkın terakkisi için evvela küçük ve
basitlerden başlanarak tedricen faaliyeti tevsi etmek ve ancak büyük
imalathaneler vücuda getirdikten sonra müstahzaratı tıbbiye'de yapmak
muvafık olur. 3-Milli imalatçıların numuneleri polikliniklere
gönderilerek tecrübe edildikten sonra piyasaya çıkarılmalıdır. Bütün bu
olumsuzluklara karşın Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren
yerli üretim laboratuvar ve ilaç miktarında artışlar devam etmiştir.
Hasan Derman'ın bahsettiği diğer bir konu da yerli ve yabancı
müstahzaratlar arasındaki satış fiyatlarındaki farklardır. Fark yaklaşık
yüzde 50 olarak görünmektedir. Bu fark yabancı müstahzarların ödedikleri
gümrük vergisine bağlanamaz. Çünkü yerli ilaç yapımcıları da yurt
dışından getirttikleri etkili madde ve ambalaj malzemesi için vergi
ödemektedirler. Fiyat artışlarının asıl nedeni, yabancı kökenli ilaç
yapımcılarının ve dağıtıcılarının uyguladıkları kâr oranıdır. 1928
tarihli İspençiyarı ve Tıbbi Müstahzarlar Kanunu'nun yerli ilaç
sanayiini korumadaki eksikliklerini tamamlamak, ithali yasaklanan
ilaçlar listesinde bulunan, diş macunları, baş ağrısı kaşeleri, vb.
Türkiye'de üretilmelerini sağlamak ve yabancı firmaların Türkiye'de ilaç
yapım tesislerinin kurulmasını önlemek için dönemin Sağlık Bakanı
Dr.Refik Saydam'ın desteğiyle 1936'da Bakanlar Kurulu kararı çıkartıldı.
Kararda; "Memlekette lüzumundan fazla benzerleri yapılmakta olan baş
ağrısı kaşeleri, diş macunları, öksürük ilaçları veya müshiller gibi
bazı yabancı tıbbi müstahzarların kontenjan kararları ile hariçten
sokulmalarına müsaade edilmemekte veya az miktarda girmelerine izin
verilmekte olması dolayısı ile memlekette kazandıkları eski rağbetten
istifade maksadı ile amili olan fabrikalardan Türkiye'de yapmak hakkı
satın alınarak veya fabrikalarla ortak olmak sureti ile memlekette
yapılması için vaki müracaatlar hakkında sıhhat ve içtimai muavenet
vekilliğinin 17-03-1936,08-07-1936 ve 78-4523,152-11699 sayılı
tekliflerini ve bu tekliflerle iktisat vekilliğinin 18-051935 tarih ve
402-19249 sayılı mütalaanamesini tetkik eden Şurayı Devlet Tanzimat
Dairesi ile Umumi Heyetin mazbataları icra vekilleri heyetinin,
03-08-1936 tarihli toplantısında tetkik ve mütalaa edilerek yerli tıbbi
müstahzaratın tutunabilmesini teminen, Sıhhat ve İçtimai Muavenat
Vekilliğinin teklifi vechile Türkiye'de yapılması hakkının satın
alınması veya yapılmalarına müsaade edilmemesi onanmıştır."
denilmektedir. 11 yıl süren bu sınırlama kararı, 1947yılında, dönemin
Sağlık Bakanı Dr. Behçet Uz'un önerisi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla
yürürlükten kaldırıldı. -ATATÜRK'ÜN HASTALIĞI VE GİZLENEN GERÇEKLER-
Giriş bölümünden itibaren Türkiye'de Atatürk'ün sağlığına ilişkin
yazılan yazılarla tıp bilimi ve ilaç sektörünü özetle incelemeye
çalıştık. Çünkü olup bitenleri anlayabilmek için dönemin şartlarını,
etken güçleri iyi bilmek gerekiyor. Bu bölümden itibaren, ilk 3 bölümün
ışığında Atatürk'ün hastalığını ve tedavi yöntemlerini, yine yazılı
kaynaklara dayanarak incelemeye çalışacağız. Konunun iyi anlaşılması
için ilk önce Atatürk'ün geçirdiği hastalıklarına bir göz atmak
gerekiyor. Çünkü yapılan yanlışlardan birisi, Atatürk'ün vefat sebebinin
hastalık olduğu yönündedir. Aksine aşağıda anlatılacağı üzere, temelde
sıtma ve böbrek iltihabı hastalığı bulunan Atatürk'ün, zehirlenerek
öldürüldüğü gizlenmeye çalışılmaktadır. Atatürk'ün çocukluk yıllarında,
bu dönemin hastalıklarından biri olan sıtma hastalığına yakalandığını
biliyoruz. Daha sonraki yıllarda bu hastalığın sürekli olarak onu
etkilediğini göreceğiz. Öyle ki, sıtmaya neden olan sivrisineklerin
yaşadığı bataklıkları kurutarak buraları imar etmiştir. Buna en güzel
örnek Atatürk Orman Çiftliği'dir. Gençlik yıllarında ilk belirtileri
görülen böbrek iltihabı hastalığı ise Atatürk'ün en ciddi ikinci
hastalığıdır ve vefatına kadar sürmüştür. Atatürk, 1918 yılında
ağrıların artması üzerine hekimlerin tavsiyesi ile Viyana ve Karlsbad
kaplıcalarına tedaviye gitti. 1919 tarihinde Samsun'a ayak basar basmaz
böbrek ağrılarını dindirmek için Havza'ya giden Atatürk, burada şifa
bulmaya çalıştı. Bu arada diğer hastalığı olan sıtmanın da zaman zaman
nüksettiği görüldü. 1923 yılına gelindiğinde aşırı yorgunluğa bağlı
olarak hafif kalp krizleri geçirdi. Bu hastalıkların dışında başka
rahatsızlıklarla da karşılaşan Atatürk'ün dişleriyle de sorunu vardır.
Dişçisi ise, 2. Abdülhamit'in de dişlerini tedavi eden Musevi asıllı
pratisyen dişçi Sami Günzberg'di. Kılıç Ali'nin, Atatürk'ün son
günlerini anlattığı 'Son Günleri' adlı eserinde söyledikleri dikkate
değerdir: "Bilhassa bu son iki sene içinde... gün geçtikçe halsizlikleri
daha ziyadeleşiyor, benzi geçen senelere nispetle daha ziyade
soluyordu... Atatürk'ün renginde ve yüzündeki çizgilerde belirgin
değişiklikler başlamıştı. Yürümeyi sevmez olmuştu. O iştahlı adamın
artık iştahı hemen hiç yok gibi idi." SÜRECEK ¥ Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (5)
ATATÜRK'ÜN HASTALIĞI VE GİZLENEN GERÇEKLER: Bu döneme ilişkin
fotoğraflara baktığımızda da bunu görmek mümkündür. Bu fotoğraflara
ilişkin ilginç ve acınacak bir durumu da vurgulamak gerekiyor. Cemal
Granda'nın da yazdığı gibi Atatürk'ün özel fotoğrafçısı olan Hasan
Efendi'nin, Atatürk'ün ölümünün üzerinden üç dört yıl geçtikten sonra
evi yanmış ve Atatürk'ün çekilen fotoğrafları evle birlikte yokolmuştur.
Yine 5 Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi'nin deposunda çıkan
yangın sonunda Atatürk'ün son günlerine ait fotoğrafları da yanmıştır.
Fotoğraflara baktığımızda, Atatürk'te ciddi denecek derecede
değişimlerin olduğu ve cildindeki bozulmalar nedeniyle bakım ürünleri
kullandığını görüyoruz. Takalon Krem, Petrol Nizam, Pertev Krem bu amaç
için alınmıştı. Ayrıca Atatürk için alınan diğer ürünler de durumun
ciddiyetini ortaya koymaktadır. Dr. A. Arar'ın sözleri de bu durumu
teyit etmeye yetiyor; "1936 sonlarında Atatürk'ün genel durumunda bir
düşkünlük, halsizlik başlamışsa da sağlığında ciddi bir şikayeti
yoktur." Yukarıdaki bilgilerden de anlayacağımız gibi Atatürk'ün temelde
iki rahatsızlığı vardı. Yaşadığı dönemde varlığı tüm insanları etkileyen
böbrek rahatsızlığı ve sıtma. Ancak tedavisinde kullanılan ilaçlar,
yanlış tedavi yöntemleri gözönüne alındığında ters giden bir şeylerin
olduğu ortaya çıkıyor. Önce tedavi amaçlı yapılan konsültasyonlara
bakmak gerekiyor.1937 yılında Atatürk, vücudunun muhtelif yerlerindeki,
özellikle de ayaklarındaki kaşıntıdan şikayetçiydi. Atatürk'ü tedavi
eden Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Uzmanı, İtalyan asıllı
ünlü Alman doktor Prof. Marcchionini, sonuç alamayınca Bursa Yalova
termal kaplıcalarında bir kür önermişti. Bu öneri üzerine Atatürk, 1938
Ocak ayında Yalova'ya geldi. Kaplıcaların doktoru ve Müdürü olan Dr.
Nihat Reşat Belger tarafından muayene edilen Atatürk'ün hastalığına dair
ilk teşhis de böylece kondu; Karaciğer büyümesi ve sertleşmesi.Yani
Siroz. Bu teşhis, daha sonra buraya çağrılan daimi doktoru Neşet İrdelp
tarafından da kabul edildi. İşte tersliklerden birisi burada ortaya
çıkıyor; uzun yıllardır tedavisini yapan Dr. Neşet Bey, nasıl oluyor da
bunu daha önceden fark edemiyor... Bu teşhisin ardından Atatürk'ün
tedavisi için Ankara'da bulunan Prof. Dr. Akil Muhtar Özden,
Şehsuvaroğlu'na verdiği notlarda konuya ilişkin şunları söylüyor;
"Karaciğer rahatsızlığının ilk arazı 1938 ocak ayı sonlarında..., ...Dr.
Neşet Ömer Bey, Dr. Nihat Reşat Belger Bey karaciğerin büyümüş olduğunu
görmüşler. İçkiden men etmek istemişler. Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75
kiloymuş... Evvelce Atatürk hemen her akşam yarım ile bir litre arasında
rakı içerdi." 27 Şubat 1938 akşamı Balkan İttifakı Hariciye Nazırları
şerefine Çankaya Hariciye Köşkü'nde verilen yemeğe Atatürk'ün burnunun
şiddetli şekilde kanaması üzerine toplantıya geç kalması üzerine dönemin
yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu. Atatürk tedavisi için
yabancı doktor istememişti. Bunun üzerine Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı'nca 6 Mart 1938 tarihinde çağrılan Konsültasyon heyetinde;
Neşet Ömer, Reşat Belger, Akil Muhtar, Hüsamettin Kural, Z. Naki
Yaltırım ile Asım Arar vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan
Akil Muhtar, Atatürk'ün vücudundaki kaşıntılar hakkında bilgi verdikten
sonra Şehsuvaroğlu'nun eserine göre şu tespitlerde bulunuyor;
"Muayenemde büyük bir karaciğer buldum. Sertçe idi. Tahal (dalak) da
kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu. Karaciğerin yüzeyi
düzgün idi. Karın yumuşaktı. Karında, yüzeysel damarlarda şişkinlik
yoktu. Hiçbir ascite (asit- karında su toplanması) arazı bulunmadı.
Rengi bozulmuş, kuvveti azalmış idi. Etrafta (kollarda ve bacaklarda)
özima, (ödem-su toplantısı) yoktu." -ÇELİŞKİLER YUMAĞI:Akil Muhtar'ın
tespitlerinde çok önemli bir gerçek karşımıza çıkıyor. Atatürk'ün
karnında su, yani asit oluşumu. Şehsuvaroğlu'nun eserinde asit
oluşumunun tehlikesi şu sözlerle anlatılıyor; "Karında toplanan su, bu
hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımında
ve teneffüste zorluğa yol açtığı gibi boşaltılması halinde vücut
açısından gerekli proteinlerin kaybına da yol açacağı için de ayrıca
tehlikelidir." Muhtar'ın Atatürk'ün sağlığına yönelik tespitlerini yine
Şehsuvaroğlu'nun eserinden okumaya devam ediyoruz:"Gözlerde hafif bir
sarılık gördüm. Atatürk, evvelce malarya (sıtma) çektiğini söyledi. Altı
sene evvel tekrarlamış. (1932 yılı) Reelelerini muayene ederken, Atatürk
sağ ree kaidesinde (tabanında) daima bir gayri tabilik olduğunu ve bunun
muhaberede kırılan bir dilin (kaburganın) tesiriyle baki kaldığını
anlattı. Köşkün kütüphanesine gittik. Başvekilin huzuru ile tıbbi
istişare (konsültasyon) yapıldı. Hastalığının bir hepatite (karaciğer
iltihabı) olduğunu ve bunun en mühim sebeplerinin alkol olduğundan şüphe
edilemeyeceğini hepimiz kabul ettik. Az etli münasip bir perhiz tespit
edildi. İlaç olarak da lazım gelen tertipler yapıldı. Bunları bir rapor
şeklinde tespit ettik. Dr. Asım Arar raporu okudu... Atatürk alkolün
tesirini kabul etmek istemiyordu. 'Ben alkolü çok eskiden beri
kullanıyorum, bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep
aramanız lazımdır" dediler. Akil Muhtar gerekli izahatları yaptıktan
sonra Atatürk,"Peki" diyerek doktorları uğurlamıştır. Atatürk'ün bu
görüşmenin ardından, "yaklaşık olarak 9 ay süre ile bir daha ağzına içki
koymadığını" A. Arar nakletmektedir. SÜRECEK ¥ Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (6)
ÇELİŞKİLER YUMAĞI: Görüldüğü gibi Atatürk'ün tıbbi hikayesinde
çelişkiler bir yumak haline gelmiş durumdadır. Bu çelişkilerden biri de
karnındaki asidin oluş tarihidir. Atatürk'ün hizmetinde bulunan
Granda'nın kitabında verdiği bilgiler, Akil Muhtar'ın bilgileriyle
çelişki gösteriyor. "...Doktorların muayenesinden sonra ayak
bileklerinde ödem olduğu ve karaciğerin büyüdüğü tespit edilmiştir."
Yukarıda vücuttaki asit oluşumuna ilişkin farklı iki görüş oluşmaktadır.
Atatürk'ün İstanbul Ecznesi'nden alınanların listesine ve bu serinin ilk
kitabı olan "Agoni"de yer alan bilgilere baktığımız zaman Granda'nın
sözlerinin doğruya daha yakın olduğunu görebiliyoruz. Çünkü bu ilaç
listesinde yer alan baharat ve bitkiler, kullanım ve etkileri açısından
diütretik özellik taşıyor. Şimdi bu bilgiler ışığında tekrar başa
dönecek olursak, Atatürk'ün karnında ve vücudunda asit oluşumundaki
çelişki bariz bir şekilde ortadadır. Oysa ki yazılan kitapların
neredeyse tamamında bu asit oluş tarihi 1938 yılının 29 Mayıs ve Haziran
olarak verilmektedir. Tekrar Granda'ya dönüyoruz: "1 Haziranda
İstanbul'a geldik. (Kendisi Savarona yatı ile birlikte geliyor) Atatürk
Acar motoruyla yata geldi. Fakat daha ilk bakışta hasta olduğunu sezdim.
Yüzü solmuş, incelmiş, karnı şişmişti... Çehresi soluk, hali üzüntü
vericiydi. Boynu ve ensesi çok incelmiş, kansız kulakları şeffaf bir
renk almıştı." Yukarıda asit oluşumu konusunda çelişkiye düşen Akil
Muhtar, bu tarihteki asit oluşumunda hem fikirdir: "Atatürk'ün
İstanbul'a geldiklerini öğrendik. O zaman asit (karında su) meydana
gelmiş ve etraf-ı süfliyede (alt taraf, bacaklar) ödemler teşekkül
etmiştir." Atatürk'ün geçirdiği ağır bir rahatsızlık sonunda (Savarona
yatına gelen Ülkü ile birlikte birkaç dondurma yemiş ve bu yüzden ateşi
yükselmiştir) tekrar doktorlar bir konsültasyonda bulunurlar. Burada
Sıhhıye vekili Dr. Hulusi Alataş, Sıhhiye Müsteşarı Dr. İ. Asım Arar,
Süreyya Hidayet Sertel, Samuel A. Marmaralı, M. Kamil Berk, N. Reşat
Belger ve N.Ömer İrdelp'tir. Prof. Dr. Neş'et Ömerasitin çoğalmasından,
ödemlerden, bağırsakların bozukluğundan bahseder. Bununla birlikte
Fissinger'ın Afyon mürekkeplerini ve şibih kalevilerin (alkaloidlerin)
verilmesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını söylemiş olduğunu ileri
sürerek Neş'et Ömer Bey, etkili çarelere başvurulmasını istemiyordu.
Kalbin kuvvetli olduğunu ileri sürerek de kardiyotonikler (kalbi
güçlendirecek ilaçlar) kullanılmasının aleyhindeydi. Bu konsültasyonda
sonuç olarak; 1- Ateşten beri halin fenalaştığını ve arada sırada
tereffü-ü hararet ( Ateş yükselmesi) olduğu, 2- Asitin fazla bir miktara
çıktığı, 3- Reelerde 13 Temmuz'dan beri congestion (kan toplanması)
olduğu, 4- İdrarda albümün olmadığı, 5- Günlük idrar miktarının 600 cc
kadar olduğu, 6- Urobilin bulunduğu, 7- Urobilinojen bulunduğu, 8- Şeker
bulunmadığı ortaya çıkar.Çıkan sonuçları değerlendiren doktorlar, asitin
alınması, civalı mürekkepler kullanılması, sıtma ihtimali, bağırsakların
düzeltilmesi gibi değişik yöntemleri tartışırlar. Bu tartışmalara yurt
dışından gelecek olan doktorlar da eklenecektir.Şehsuvaroğlu'nun
kitabından Akil Muhtar'ı dinlemeye devam ediyoruz: "O zaman öğrendik ki,
Almanya'dan Prof. Bergman ve Viyana'dan Eppinger çağrılmış…" Gelecek
olan doktorların da fikri alındıktan sonra, civalı müdrir ve Poncetion'a
(kalın bir iğne ile karın duvarını delerek biriken suyu akıtmak) kararı
verilecekti." 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan bu konsültasyon,
Atatürk'ün hastalıkları ve kendisine karşı uygulanan yöntemleri ve çok
önemli sonuçları içinde bulunduran çalışmalardır. Doktorlar heyeti
tekrar bir araya gelir. Yabancı doktorlar da heyete katılır. Kosültasyon
için Viyana'dan çağrılan Dr. Eppinger de 31 Temmuz 1938 tarihinde Köşk'e
gelir. 3 Ağustos'ta yapılacak olan konsültasyonu beklemeden muayene eden
Eppinger, Em'adaki bozukluğa karşı çiğ yemiş kürünün yanısıra bol
miktarda kavun ve karpuz yedirdi. Bunun sonucunda ise Atatürk'te ağrılar
ve ishal oluştu. Ardından 1 Ağustos 1938 tarihinde gelen Bergman de
Eppinger gibi hemen Atatürk'ü muayene eder ve tedavi için yalnız elma
kürü uygular. 03 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyona katılanlar
şunlardır: Dr. Von Bergman, Dr. H. Eppinger, Dr. Sürreyya Hidayet
Sertel, Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger, Dr. Sanuel
Abrevaya Marmaralı, Dr. Mim Kemal Öke, Dr. Mehmet Kamil Berk, Celal
Bayar ve Kılıç Ali. SÜRECEK ¥ Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (7)
ATATÜRKÜN VASİYETNAMESİNDEKİ İMZA SAHTE Mİ? Mustafa Kemal Atatürk'ün
vasiyetnamesi vefatından sonra düzenlenen sağlık raporu (Fenni raporu)
ve vefat raporunun düzmeceliğinin ortaya koyduğumuz Agoniden sonra
bunlara bir yenisini daha eklemek mümkün o da yıllarca varlığı ve
yokluğu üzerinde tartışılan "vasiyetnamesi" dir. Evet, bu da düzmece bir
vasiyetnamedir. Bunu anlamak ise güç değildir. Sadece iki belgeyi yan
yana getirip altındaki imzalara bakmamız yeterli olacaktır. 6 Eylül 1938
tarihli Beyoğlu 6. Noterliği tarafından Y. No 7061 e kayıtlı olan
belgenin yazılış sebebi 5 Eylül 1938 tarihinde bizzat Atatürk'ün el
yazısı ile yazdığı vasiyetnamesinin varlığını ortaya koyan ve
vasiyetnamenin maddelerini içermekte. Toplam 6 madde ile sınırlı olarak
gözüken bu vasiyetname gerçekten altı madde midir? Bunun ilgili makamlar
tarafından gerekli tetikleri yapmalarına neden teşkil olacak belge ise
Atatürk'ün 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesi ile 6 Eylül 1938 tarihli
noterdeki imzalarına bakmak yeterli olacaktır. Burada bariz şekilde
gözüken bu farkı Türk kamuoyunun, araştırmacıların ve Yüce Türk
Milletinin temsilcilerinin dikkatine sunmak durumundayız. SÜRECEK Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (8)
SALYRGAN'IN KARANLIK YÜZÜ Konsültasyon sonunda hazırlanan raporlarda
dikkat çekici noktalar bulunmaktadır. Bunların başında; bugüne kadar hiç
tartışılmayan, Türkiye'ye ne zaman, nasıl getirtildiği henüz bilinmeyen
Salyrgan adlı ilaç, yani civalı diüretiktir. Bu ilacın Atatürk'ün
vefatında önemli bir yer teşkil ettiği nedense çoğu kaynakta yer almaz.
3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kesinlikle
kullanımının tehlikeli olacağı konusunda Fransız doktor Fissinger'ın
kendisine gerekli uyarıları yaptığını söyleyen Dr. Neşet İrdelp, bu
uyarıları diğer doktorlara da iletti. Ancak Dr. Bergman ve Dr.
Eppinger'ın tedavi olarak kullanılması konusundaki ısrarları üzerine
aynı gün Atatürk'e bu ilaç verildi ve yan tesirleri bilinmesine karşın
27 Eylül tarihine kadar sürdürüldü. 27 Eylül tarihine gelindiğinde ise
Atatürk, ciddi bir komaya girdi. Bu koma sonunda doktorları da
Atatürk'ün zehirlendiğini üstü örtülü olarak belirterek; "Bundan sonra
bir Salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini ilave ediyoruz…"
sözleriyle bu ilacın kullanımına son verdiler. Agoni adlı kitabımızda bu
ilaca ilişkin bilgileri detaylarıyla sunduğumuz halde tıp dünyası
susmayı tercih etmiş, öne sunduğumuz teze karşı bir karşı tez
koymamışlardır. Bu acınası ve üzücü tavır karşısında şunları söylemeden
bu konuyu kapatmak istemiyorum. Bugün devlet liderinin ölüsüne sahip
çıkamayan bir millet ve onun sözcüleri, yarın bu topraklara yapılacak
bir saldırı karşısında bu ülkeyi nasıl savunacaklardır? Türk Milleti bu
davaya sahip çıkmıştır. Fakat makam mevki sahipleri ve yurt dışındaki
komuta merkezinin ne diyeceğini bilmeyenler bu konu karşısında hala
üzerlerindeki şaşkınlığı atamamışlardır. Bu da onların ne kadar "gaflet,
dalalet ve hıyanet" içinde olduklarının en güzel örneğidir.Tekrar
konumuza dönecek olursak bu ilaç, Atatürk'ün karnında oluşan asitin
alınması, yani tedavi edilmesi maksadıyla verilmiştir. Bu ilaç bir
diüretiktir. Diüretikler, idrarın dışarı atılmasını çoğaltan ilaçlara
verilen bir isimdir. Direkt olarak böbreklere olan tesirleri
bilinmektedir ki, burada Atatürk'ün yukarda da anlattığımız gibi böbrek
hastalığı vardır. Vücutta anormal toplanan sıvıyı (asit-ödem) çıkarmak
için yahut kanda toplanmış olan toksik atıkların atılmasını
kolaylaştırmak için kullanılırlar. İsmail Kara'nın Farmakoloji ve Tedavi
isimli kitabında diüretiklerin çeşitleri ve özellikleri şöyle veriliyor:
A-Su, B-Osmatik tesirli olanlar, C-Xanthine türevleri; Kafein v.b,
D-Civalı diüretikler, civanın organik bileşikleri, Salyrgan, Novurit,
Neptal, E-Endirek diüretikler, kardiyotonikler, dijital cisimler,
F-Dokuların su tutma kabiliyetini azaltan troid tozu. Görüldüğü gibi
diüretikler sadece civalı olanlarla sınırlı değildir. Çeşitlerine ve
kullanım alanlarına göre de sınıflara ayrılmaktadır. Nitekim Atatürk'ün
karnında oluşan asidin tarihi hakkındaki endişelerimizi dile
getirdiğimiz bölümde, bitki ve baharatların da diüretik tesirleri
olduğunu görmüştük. Civalı diüretiklerin kısa tarihine baktığımızda 16.
yüzyılda Paracelsus Kalomeli diüretik olarak kullanılmıştır. 1950'li
yıllarda diüretik olarak kullanılan ilaçlar civanın organik
bileşikleridir. Bunlar, mevcut diüretiklerin en kuvvetlisidir. Civanın
büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana gelmiştir. -İLACIN
KARANLIK YÜZÜ- Diüretiklerin, özellikle de civalı olanların karanlık
yüzünü biraz daha aydınlatmakta fayda var. Civalı diüretikler dokular
yoluyla çabuk emilirler. Teofilin ilavesi, emilmeyi şiddetlendirir.
Dışarı atılması ise böbrek yetmezliğinde çabuk başlar. Yüzde 70-80'i ilk
günde emilir olunur, gerisi organizmada tutulur. Bu kısmın atılması
yavaş olur. Vücutta bu bileşiklerden civa iyonu yavaş yavaş serbest hale
geçerek diüretik tesir gösterir. Bilindiği gibi civanın diüretik tesiri
toksik tesirinin en erken belirtisidir.Civalı diüretiklerin başlıca
tübülerde su ve tuz reabsorpsiyonunu geri bırakmalarıdır.
Tübüliepitelyumlarındaki bazı enzimleri inaktive ederek su ve tuzun
tekrar emilmesine mani olurlar. İnsanlarda ve köpeklerde yapılan klirens
testleri, civalı diüretiklerin ne böbreklerde kan akımına, ne glomerül
filtrasyonuna tesir ettiğini göstermiştir. SÜRECEK ¥Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (9)
İLACIN KARANLIK YÜZÜ: Fakat 1928 yılında Govaerts direkt böbreklere
tesir ettiğini gösterdi. Şu halde bu ilacın tesiri direk böbrekler
üzerinedir. Civa'lı diüretikler, verildikten sonra ödemli dokulara
konulan kanülden sıvının akımı hızlanır ve çoğalır, ki bu da dokulara
direk tesir lehinedir. Civalı diüretiklerin renal tesirleri yanında
ekstrarenal tesirleri vardır. Civalıların teofilinle birleşmeleri ilacı
daha az toksik kılar ve vücuttan atılmayı hızlandırır. Civalı diüretiğin
tesiri, adaleye şırıngasından iki saat sonra başlar. 6-9'uncu saatte
maksimuma erişir ve 12-24 saatte biter. Tek bir şırıngadan sonra ödemli
hastada 3-5 ve bazen 10 litre. idrar çıkabilir. Lakin her diüretik gibi
bazen tesirsiz de kalabilir. Tesir sonraki şırıngalarda hafifler, lakin
tahammül husule gelmez. Civalı diüretik tesiri ile vücuttan atılan tuz
miktarı artar ve günde 30-80 grama ulaşabilir. TOKSİK TESİR:Civalı
diüretik kullanırken, bazen civa ile Akut zehirlenme arazına benzeyen
belirtiler olur. Albüminuri, silendrüri, hematüri, salivasyon, stomatit,
hemorajik, kolit ve dolaşım kollapsı gibi bazı şahısların civaya karşı
mutad dışı hassas olmaları veya, civanın atılmasının çabuk olmaması ve
böbreklerin çalışmalarında evvelden mevcut olan bozukluk buna sebeptir.
Bazı şahıslarda nadir tesadüf olunan civalılara karşı idyosen krizi,
ateş ve deride erüpsiyon ile kendini gösterir. Civalıların damara
şırıngalarında ventrikül fibrilasyonları ile ölüm vak'ası kaydedildi.
Bilhassa bu yoldan verildiği zaman, kalp üzerine olan fena tesiri
elektrokardiyogramda ritim ve iletim bozuklukları ile kendini gösterir.
Diğer bir takım toksik belirtileri, civalı diüretiklerin husule
getirdikleri şiddetli diürez ve tuz kaybı neticesi olarak meydana gelen
elektrolit muvazenesi bozulmasından ileri gelir. Bu hallerde sodyum
kaybına (depletion of Sodium) ait belirtiler "zafiyet, bulantı, kusma,
adale krampları, karın kolikleri, apati uyuklama olarak ortaya çıkar ve
nihayet komada ölüm kaçınılmaz olur."Dijitalin tedavisinde bulunan
yaygın ödemli bir hastada dijital mobilizasyonu ile birden ölüm, nadir
de olsa görülebilir. İşte bu kadar tehlikeli olan ilaç, 3 Ağustos 1938
tarihinde yapılan konsültasyondan sonra hazırlanan raporun tedavi
kısmında şöyle geçmektedir: a-Asiti Salyrgan şırıngalarıyla giderilmeye
çalışılmalıdır.b-2-3 defa dan sonra Ponksiyon yapılacaktır. Salyrgan'dan
evvel chloryre d'ammonium'la hazırlanmalıdır." c- Oubaine şırıngaları
(Kalbi güçlendirecek iğneler) yapılacaktır. **Kalbi güçlendirecek
iğneler, Fransız doktor Fissinger'ın karşı çıkmasına rağmen yine de
yapılmıştır. **Vücuttaki asidin atılması için karanlık yüzünü verdiğimiz
civalı diüretiklerin yanında karından ponksiyon yapılması, yani su
alınması da gündeme gelmektedir. PONKSİYON (karından su alınması
)Atatürk'ün karnından su alınması operasyonu ilk defa, 7 Eylül 1938
tarihinde Dr. Fissinger'in de bulundugu doktorların katılımıyla Dr. Mim
Kemal Öke tarafından yapıldı. Bu operasyonun sonunda 12 litreye yakın su
alındı. Bu operasyon sırasında tüm hastalar için kullanılan kalın iğne
kullanılmamış, önce Novokain şırıngası ve sonra da küçük bir yarık
açılarak yatakta su alınma işlemi yapıldı. Akil Muhtar'ın notlarına göre
operasyonu yapan Mim Kemal Öke, Dr. Neşet İrdelp'e birkaç kez "Ben bu
müdahaleyi gayri müsait (uygun olmayan) şartlarda yaptım" diyerek
sorumluluktan kaçmak ister. Bunun üzerine Dr. Fissinger de "işleri
güçleştiriyor" sözleriyle Öke'den duyduğu rahatsızlığı dile getirir.
Ancak yapılan müdahale karındaki asiti azaltmamış, birkaç gün sonra
tekrar asit oluşmuştu. Bunun üzerine 22-23 Eylül tarihleri arasında
ikinci ponksiyon oprerasyonu yapıldı. Bu operasyonu da M. Kemal Öke
gerçekleştirdi. Ama bu kez doğrudan kalın iğne kullanılarak yine 12
litreye yakın su alındı. SÜRECEK ¥ Ogün DELİ
ATATÜRK'Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (10)
-TEDAVİLER SONUÇ VERMEDİ- PONKSİYON (karından su alınması ):Alınan bütün
sulara rağmen yine de karında oluşan asitin önüne geçilemiyordu. Üçüncü
defa Dr. Fissenger'in getirtilmesine karar verilir. Fissinger yaptığı
muayene sonunda tekrar karından su alınmasına karar verir. Bunun üzerine
12 Ekim 1938 akşamı Mim Kemal Ökeasitin alınması için Köşk'e çağırılır.
13 Ekim tarihinde Mim Kemal Öke ile Neşet Ömer İrdelp, Özel Kalem
Müdürü'nün odasında asitin alınmasına ilişkin görüşmeler yaparlar. Uzun
yıllardır Atatürk'ün tedavisini yapan Dr. Neşet Ömer İrdelp, karaciğer
yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye
dayanamayacağı görüşünü savunur ve lokal anestezi yapılmadan az miktarda
su alınmasını ister. Dr. M. Kemal Öke de, vaktiyle Atatürk'e cerrahi
girişimde bulunduğu için onun ağrıya karşı dayanıklı olduğunu bildiğini,
bu nedenle İrdelp'in fikrine katılmadığını ifade eder. M. Kemal Öke'ye
göre derinin ve deri altının çok ince bir iğne ile uyuşturulmasından
sonra karından su alınmasında bir sakınca yoktur. Fikri sorulan Dr.
Fissinger de yöntemin zararsız olduğunu açıkladı. Böylece 7 Kasım
tarihinde son kez karından asit alınması işlemi yapılarak 10 litreye
yakın su çıkarıldı. Oysa, karında su toplanması, bu hastalığın
sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımı ve teneffüs
zorluğuna yol açtığı gibi alınması halinde vücut için çok gerekli
proteinlerin kaybına da yol açması bakımından ayrıca tehlikelidir.
Bilinen bu gerçeğe rağmen tehlikeli iki tedavi de Atatürk'ün üzerinde
uygulandı. Çünkü, 3 Ağustos'ta verilmeye başlanan ve 27 Eylül tarihinde
vazgeçilen Salyrganla birlikte 7 Eylül, 22-23 Eylül, 13 Ekim ve 7 Kasım
tarihlerinde karından su alınması 10 Kasım 1938 tarihinde Ata'mızın
vefatında etkili değildir demek, ne kadar mümkün olacaktır? 3 Ağustos
1938 tarihli konsültasyon raporunda; " 1-Atatürk'te siroz vardır. Asit
yapmış, biraz sübikter hasıl etmiştir. 2-Bunun esaslı amili alkoldür"
denilmekle birlikte, bu raporun 3. maddesinde geçen ifade ile çelişkiye
düşmektedirler; 3-Evvelden Atatürk'ün çektiği malaryanın (sıtmanın) bir
tesiri olmalığını kat'iyetle söylemek kabil değildir." Buna ilişkin
olarak da bu raporun tedavi kısmında; " F- Hafif bir quinine (kinin)
tedavisi yapılabilir" tespitinde bulunuluyor. Buradan da rahatlıkla şunu
söylemek mümkündür ki Atatürk hakkında yayınlamış olduğumuz Agoni isimli
kitabımızdaAtatürk'e 43 kutu kinin verildiği tespit edilmiştir. Bu ilaç
tedavisi bu dönemde sıtma hastaları için kullanılmaktaydı. Atatürk
alkolik siroz değil, bizzat sıtma hastasıdır. Fakat Atatürk'e alkolik
denilmesine yol açanların marifetleri, yukarıda anlatıldığı gibi sadece
ülkemizle sınırlı kalmamış, yurtdışında da bu iftiralar devam etmiştir.
Bu raporda yine; Yukarıda verilen bu bilgilerden de Ata'mızın nasıl
meçhul bir yolculuğa sürüklendiği açık ve seçik ortadadır. Yukarıda
okuduğunuz bu ibret verici olay karşısında, öncelikle mensubu olmaktan
onur ve şeref duyduğum Türk Milleti'nin vicdanına seslenirken
yetkilileri de bu konuyu araştırmaya davet ediyorum. Bu yazılanların
aksinin ortaya konulması, herkesten çok öncelikle beni mutlu edecektir.
SON ¥ Ogün DELİ *ANAYURT GAZETESİ'NDEN SON NOT Saygıdeğer okurlarımız.
Bu dizi yazımız, 2004 yılında yapmış olduğumuz ve yine Ogün DELİ'nin
AGONİ kitabından oluşturduğumuz yazı dizisi ile birlikte, ikincidir.
Yazar Ogün DELİ'nin bu çalışma ve araştırmalarında pek çok sorunla ve
engelle karşılaştığı, pek çok yayınevinin, yazdığı kitabın basımından
'kaçtığı' bilgimiz dahilindedir. Biz, bu dizileri kamuoyunun bilgisine
sunarak, medya olarak görevimizi yaptık ve mutluyuz. Konunun, gerçek
yönü ile tarihin sayfaları arasında yer almasını sağladık. Diğer
taraftan da üzüntülüyüz, çünkü; bu yazı dizisi yerine 'ırzı kırık' bir
aşiftenin 'yatak serüvenleri'ni yayınlamış olsaydık, ya da gizli
çekilmiş bir 'anlaşmalı' tecavüz görüntülerini gündeme getirseydik
eminim ki, şanlı medyamız (!) konuyu birinci sayfalarına taşır kamuoyunu
'bilgi bombardımanı'na tutar, gazetemiz de baskı üzerine baskı yapardı.
Ama konu, bugün varlığımızı borçlu olduğumuz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
olunca, malum yaratıklardan ve 'necip' (!) millettten 'tık' bile yok…
Son günlerde besleme medya,Kara Kuvvetleri Komutanlığı brövesindeki
değişikliği dile getirmek suretiyle, 'Atatürk'ü neden sildiniz'
yaygarasında borazanlık yaparak, bu yolla gerçek gündemi 'el birliği'
ile saptırırken, aynı unsurların yazı dizimiz karşısındaki
sessizliklerini 'anlamlı bir suskunluk' olarak değerlendiriyoruz.
Hatırlarsınız, 'harici takat'la çalışan ve yazan bazı yeni yetmeler,
romanlarında Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün naaşının İsrail'e,
kopyalanmak üzere kaçırıldığından bahsederken, ATATÜRK'ün naaşında
'kopyalanacak' tek doku dahi kalmamış olduğunu acaba bilmiyorlar mıydı?
Ne dersiniz? Kısaca, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ü zehirleyerek aramızdan
alan ve Türkiye'nin bu günlerde 'şakülü kayıklar'ın eline kalmasını
sağlayanlar, aynı zamanda ATATÜRK'ün naaşını da biyolojik olarak tamamen
tahrip etmişlerdir. İddia ve ihbar ediyoruz. ATATÜRK'ün naaşı,ATATÜRK'ü
zehirleyerek öldürülenler tarafından 'tarumar' edilmiş, 'didiklenmiş',
pek çok iç organı 'yurt dışına' o günlerde kaçırılmıştır. Bütün bu
gerçekleri bilmesine rağmen, hala kendilerini 'şampiyon ATATÜRKÇÜ' ilan
eden 'süslü soytarılar'ın kulaklarını çınlatarak, sizlere; 'daha ne
kadar sessiz ve tepkisiz kalacaksınız?' diye soruyoruz… Eğer bu
'sessizlik' ve 'rezilliğin' sebebini bilmiyor ve öğrenmek istiyorsanız
size 'Orhun Kitabeleri'ni ve Mehmet Akif ERSOY'un 'Safahat'ını okumanızı
tavsiye ediyoruz…
--------------------------------------
http://www.anayurtgazetesi.com.tr/haberdetay.php?no=1969&il=guncel_dizi&tarih=2005-11-16Konuyla
ilgili diğer alıntılar; 3.DÜNYA SAVAŞI VE TEOLOJİSİ
http://menkibeler.blogspot.com/2008/05/3dnya-savai-ve-teolojisi.html
GİZLİ DÜNYA DEVLETİ VE SİYONİZM
http://menkibeler.blogspot.com/2008/04/eski-hesaplar.html YENİ DÜNYA
DÜZENİ
http://menkibeler.blogspot.com/2008/04/derin-dnya-devleti-30-mays-1919da-paris.htmlFinans
baronlarının Dünya imparatorluğu
http://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi141/d141_1217.pdf
TÜRKİYEDE AMERİKAN MİSYONERLERİ VE ARMAGEDDON
http://menkibeler.blogspot.com/2008/04/trkiyede-amerikan-misyonerleri-ve.html
33 DERECELI MASONUN ITIRAFI; 'ATATURK'U SILAHLA ORTADAN KALDIRMAYI
DUSUNDUKhttp://sudakiates.blogspot.com/2008/08/33-dereceli-masonun-itiraf-atatrk_06.htmlKARŞI
DEVRİMİN
KRONOLOJİSİhttp://sudakiates.blogspot.com/2008/07/kari-devrimin-kronolojisi.htmlTESEV-ABD-TÜRKİYE
İLİŞKİLERİ KONFERANSI-PAUL
WOLFOWITZ'İANLAMAKhttp://sudakiates.blogspot.com/2008/07/tesev-abd-trkiye-ilikileri-konferansi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder