18 Aralık 2018 Salı

Bu gün öne çıkan bazı makale ve haberler... 2018-12-18 4




================================

EMİN ÇÖLAŞAN: O LÜKSE SAHİP DEĞİLİZ

Sevgili okurlarım önümüzdeki yerel seçimlere üç aydan biraz fazla bir zaman kaldı. Sandık başına gidip oy kullanacağız.

81 ilimizde yüzlerce ilçe ve beldede dananın kuyruğu 31 Mart günü kopacak.

Türkiye'de belediyeler hele de büyükşehir belediyeleri çok önemlidir.

Büyük kentlerin neredeyse bütün maddi ve manevi kaynakları büyükşehirlerin elindedir.

Merkezde bile olsa ilçe belediyelerinin yetkisi onların onda biri kadar değildir.

Bu yetki ve parasal paylaşımlar nedeniyle aynı partiden bile olsa Büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında sık sık ihtilaf çıkar.

★★★

Bu yazımda özellikle CHP-İYİ Parti ittifakı üzerinde duracağım.

En son söylemem gerekeni şimdi açıkça söylüyorum:

Ankara'nın Çankaya'sında yaşayan bir seçmen olarak oyumu CHP'ye vereceğim.

Çankaya Belediyesi bu dönemde çok olumlu işler yaptı. Eksikleri yanlışları yok mu elbette ki var.

Ancak Alper Taşdelen hırsızlık yolsuzluk yapmadı kamunun kaynaklarını har vurup harman savurmadı ve her açıdan elinden geldiğince çalıştı.

★★★

CHP'nin Ankara ve İstanbul adayları üç aşağı beş yukarı belli. Son dakikalarda bir değişiklik olmadığı takdirde Mansur Yavaş Ankara Ekrem İmamoğlu İstanbul…

İzmir'den henüz somut bir haber yok.

Mansur Bey'i tanırım… Çok temiz ve dört dörtlük bir isimdir. Geçmişinde herhangi bir şaibe yoktur.

Halen İstanbul'da Beylikdüzü Belediye Başkanı olan Ekrem İmamoğlu'nun ismini hiç duymamıştım ilk kez bu süreçte duydum…

Ve istisnasız herkesten çok olumlu tepkiler geldiğini gördüm.

CHP artık daha fazla beklemesin ve bütün illerde göstereceği adayları bir an önce açıklasın ki adaylar sahaya resmen çıkabilsin.

★★★

Belki şimdi soracaksınız "Ankara ittifak gereği olarak İYİ Parti'de kalmış olsaydı ne yapardın" diye…

Hırsız şaibeli ve üçkağıtçı olmaması koşuluyla oyumu hiç düşünmeden İYİ Parti'ye verirdim.

Türkiye genelinde seçmenlerden de aynı şeyi bekliyorum.

İlinizde ve ilçenizde (ittifak gereği olarak) hangi aday çıkarıldıysa oyunuzu ona verin.

★★★

Şimdi Ankara'da en olmadık bazı kimselerden şunu duyuyorum:

"Ben oyumu Mansur'a vermem!. . "

Niye vermezsin kardeşim?

Mansur Yavaş'ın geçmişten gelen bir şaibesini mi biliyorsun hırsız mı deneyimsiz mi?

Ankara'nın Beypazarı ilçesinde yıllarca belediye başkanlığı yaptı ve o şirin ilçeyi özellikle turizm açısından bugünkü uygar konumuna getirdi.

"Efendim o sağcı!. . "

Keskin bir solcu aday gösterilse ona da karşı çıkacaklardı.

★★★

Burada açıkça ifade etmek istiyorum…

CHP-İYİ Parti ittifakı doğrultusunda gösterilen (ya da gösterilecek olan) adayların her birini içimize sindirmek elbette mümkün değildir.

Kim gösterilirse gösterilsin birileri mutlaka karşı çıkacaktır.

Burada önemli olan özellikle Ankara ve İstanbul'u AKP'nin elinden alabilmektir.

Bu süreçte bu iki partinin seçmenlerinin de bu uygulamaya karşı çıkmaması "Onların partisidir ama bu seçimde benim partimdir" diyerek sandık başına gitmeleri gerekmektedir…

Aksi takdirde bütün belediyeleri yine AKP'ye hem de kendi ellerimizle teslim etmiş oluruz.

★★★

Evet eğer iktidar yandaşı değilsek uygulama böyle olmalıdır.

Az önce de söylemiştim yeter ki o aday hırsız vesaire olmasın geçmişinde en ufak bir leke bile bulunmasın.

Biz bilinçli seçmenler şu aşamada böyle bir lükse sahip değiliz:

"Ben o başkan adayına gıcık kapıyorum… Ben ona oy vermem… Ben CHP'liyim İYİ Parti adayına (ya da İYİ Partiliyim CHP adayına) oy vermem" diye düşünmek yanlıştır en büyük hatadır.

Böyle diyenler ve böyle düşünenler yanlış yapmakta olduklarını iyi bilmelidir.

★★★

Peki her iki parti tarafından belirlenen ya da önümüzdeki günlerde belirlenmesi beklenen bütün adaylar dört dörtlük mü?

Elbette ki değil.

Bu gibi olaylarda mutlaka bazı yanlışlar da yapılır hatalar da yapılır.

Hiç kimseyi herkese beğendiremezsiniz.

Önemli olan seçmenlerin bunu anlayışla karşılayabilmesidir.

★★★

Hiçbirimiz gönlümüzden geçen adayı seçecek lükse sahip değiliz.

Kemal Kılıçdaroğlu bizim FETÖ davasını kınamak için birkaç gün önce gazetemizi ziyaret etmişti. Kendisine herkesin yanında açıkça sordum:

"Bu aday belirleme sürecinde yanlışlarınız oldu mu sizi üzen bir durumla karşılaştınız mı?

Dürüstçe verdiği yanıt çok ilginçti:

"Balıkesir adayımız Ahmet Akın olacaktı. Çok değerli bir insandır ve ismini de açıklamıştık. Ama Balıkesir'i İYİ Parti'ye bırakmak zorunda kaldık. Buna üzülüyorum. "

Demek ki pazarlık aşamasında CHP'nin gücü Balıkesir'e yetmemişti. Siyasetin bir cilvesidir!

Şimdi ben Balıkesir'de yaşayan bir CHP seçmeni olsam bu durumda bile oyumu hiç tereddüt etmeden İYİ Parti'ye veririm.

Evet hiçbirimiz önümüzdeki seçimde belli bir lükse sahip değiliz.

Bu konuda çok dikkatli olmak ve kafalarımızı şimdiden ona göre oluşturmak zorundayız.

Aksi takdirde Türkiye elden gidiyor…



================================

ORHAN UĞUROĞLU: FATİH PORTAKAL DA HEDEF YAPILDI YA...

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Denizli'de toplu açılış töreninde her zaman olduğu gibi yine yeniden 24 Haziran seçimleri öncesinde de olduğu gibi kendisine tek rakip tek hedef seçti; CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu.

Bu film gişe rekorları kırmıyor ama yüzde 50'ye yakın oy devşiriyor AKP'ye ve Erdoğan'a.

Toplu açılışları Cumhurbaşkanı yapabilir burada cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin icraatları eleştirebilir ama.

Aması şu Cumhurbaşkanı bu törenlerde AKP şapkasını da kolayca takıyor ve CHP ile Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na veryansın ediyor çok sert bir şekilde hakaretler yağdırıyor.

Kemal Bey de haklı olarak aynı sertlikte rakibi AKP Genel Başkanı Erdoğan'a yanıt veriyor.

Pat diye devreye cumhurbaşkanlığı giriyor. "Cumhurbaşkanına hakaretten" Kemal Bey hakkında maddi ve manevi tazminat davaları açılıyor.

Davalara bakan savcıların ve hâkimlerin ita amiri yani sicil amiri kim?

Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Cumhuriyet tarihinde görülmemiş miktarlarda para cezaları keserek cezaları basıyorlar Kılıçdaroğlu'na

Önceki tüm seçimlerde olduğu gibi 24 Haziran'da yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri öncesi

Değerli okurlarım AKP'nin de Erdoğan'ın da vatandaşlara anlatacak yeni bir projesi de yeni bir hikâyesi de millete vereceği umut da yok.

AKP'nin yaşadığı metal yorgunluğu değil tükenmişlik sendromudur...

Şu iki örnek bu tükenmişliği net bir şekilde ortaya koymaya yeter de artar bile.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday bulamayan Erdoğan emir eri gibi görevlendirdiği TBMM Başkanı Binali Yıldırım'ı İstanbul'da sahneye sürüyor.

Ankaralı bir aday bulamayan AKP Genel Başkanı Kayseri'den Ankara'ya transfer yaparak Mehmet Özhaseki'yi Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapıyor.

Erdoğan Kayserili Özhaseki'nin seçilebilmesi için de görevden azlettiği Melih Gökçek'le görüşüp desteğini istiyor ki Gökçek de kolları sıvadı bile.

Neden yeni bir isim yok? 16 yılda aynı isimlerle yola devam ediyor Erdoğan?

Çünkü yeni isimler uzak duruyor siyasetten...

Zamlar eleştirilemeyecek mi?

Erdoğan'ın yanlış ve hatalı uygulamalarını eleştiren medyaya gerçekleri yazan ve söyleyen gazetecilere tahammülü olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Tahammül etmesi bir yana onları da susturmak için yargıyı da devreye sokmaya başladı.

Medyanın yüzde 98'ine sahip olmak yetmedi özerk yayın yapan iki ulusal yayının özgür gazetecilerine de el attı.

Sözcü gazetesinin alnı açık başı dik gazetecileri Emin Çölaşan Necati Doğru Metin Yılmaz Yücel Arı ve Mustafa Çetin hakkında kargaların bile güleceği "FETÖ" suçlaması ile dava açıldı.

Şimdi sırada Türkiye'nin en çok izlenen en başarılı ana haber sunucusu Fatih Portakal var.

Portakal'a FETÖ'cü diyemezler 1 kilometre yakınından geçemez FETÖ'cüler.

Peki ne demeli de suçlamalı?

Erdoğan miting alanında on binlere canlı yayınlayan televizyonları aracılığı ile milyonlara Fatih Portakal'ı şöyle eleştiriyor:

ıkmışlar sokağa davet ediyorlar bu ne terbiyesizliktir ya. Bir tanesi TV ekranlarından kendini bilmez haddini bilmez edep yoksunu bir tanesi çıkmış sokağa davet ediyor.

Ahlaksıza bak ahlaksıza bak. Bu ne terbiyesizliktir?

Zaten bunlara yargı gereken cevabı verecektir. Ben buna inanıyorum. Sen napıyorsun?

Burası Paris mi? Gezi olaylarında zaten herkes dersini aldı. 15 Temmuz'da zaten herkes dersini aldı.

Bu ülkede bundan sonra bu tür olaylara girişenler bunun bedelini ağır öderler. "

Değerli okurlarım gerek İsmail Küçükkaya'yı gerek Fatih Portakal'ı her gün hemen hemen hiç aksatmadan izlerim.

Fatih'in halkı sokağa davet ettiği tek bir cümlesi kesinlikle yok.

Portakal'ın "Hadi bakalım doğal gaz zamlarını diğer zamları protesto edin kaç kişi sokağa çıkabilecek" sözlerine hakaretler yağdırarak yargıyı da tahrik ediyor.

Bu sözlerine bakıp sokağa çıkan tek bir vatandaşımız var mı?

Bir gazeteci zamları eleştiremeyecek mi?

Ettiği hakaretler cumhurbaşkanına yakışır mı?

Yarın kendini bilmez biri Erdoğan'ın bu sözleri üzerine Allah korusun Fatih Portakal'a "haddini bildirmeye" kalkarsa bunun siyasi ve hukuki sorumlusu kuşku yok ki Erdoğan olacaktır?

Ancak şunu da vurgulamam gerekiyor ki Erdoğan'ın hedef yaptığı Portakal'a Sözcü yazarları da özgür medya da her nedense yeteri kadar sahip çıkamadılar.

Millet 31 Mart'ta sandıkta bu haksızlıklara hukuksuzluklara yanıtını verecektir.

Fatih Portakal da Sözcü yazarları da sahipsiz değildir.

Basın meslek kuruluşlarını da sendikaları da gerek Sözcü yazarları gerek Fatih Portakal konusunda pasif kalmakla suçluyor ve eleştiriyorum.

================================

BATUHAN ÇOLAK: DÜĞMEYE BASILDI; SURİYELİLERE VATANDAŞLIK!

Bundan 10 sene önce birileri gelip Türkiye'nin gelecek günlerini anlatsa ve özetle:

"Türkiye'yi karanlık günler bekliyor...

Hemen yanı başımızdaki coğrafyalarda iç savaşlar çıkartılacak milyonlarca insan göç edecek.

Göçten en çok etkilenen ülke Türkiye olacak. Milyonlarca sığınmacı Türkiye'ye akın edecek.

Ülkeyi yönetenler 'Bir süre kalıp dönecekler sayıları 50 bini geçmeyecek' açıklaması yapacak.

Bu arada hükümetle bir dönem yakın ilişkiler içinde bulunan din görünümlü oluşum askerî darbe tertip edecek. Darbe girişiminin başarısızlıkla neticelenmesi sonrasında kimsenin itiraz hakkının olmayacağı her muhalif sesin 'terörle' ilişkilendirilebileceği yeni bir iklim oluşturulacak.

Bu sırada ABD bölgedeki etkinliğini artırırken Türkiye'deki siyaset ile çatışıyor gibi gözüküp Suriye'de ortak devriye görevleri yerine getirilecek.

On binlerle ifade edilen sığınmacı sayısı dünyada eşi benzeri olmayacak bir şekilde 4 milyona dayanacak.

Çıkarılan bir KHK ile yabancıların Türkiye'de 250 bin dolarlık taşınmaz almaları durumunda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edecekleri açıklanacak.

Almanya'da federalizm tartışmalarının yapıldığı toplantıya hükümet tarafından kurumsal olarak katılım sağlanırken çözüm süreci olarak ifade edilen PKK ile müzakerelerin yürütüldüğü masa Oslo'da yeniden kurulacak.

Marketteki gıda fiyatları iki katına fırlamışken 'Suriyelilerin geri dönmesi için hazırlıklar yapıyoruz' denilerek kamuoyundaki tepkilerin önüne geçilecek. Cuma hutbelerinde Suriyeliler övülecek 'sakın tepki göstermeyin' denilecek. Böylece toplum sakinleştirilip hemen ardından İçişleri Bakanı 'Benim ülkemde 380 bin çocuk doğdu. Allah izin verse de Meclis de yardımcı olsa keşke bu 380 bin çocuğu doğar doğmaz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapsak. ' şeklinde konuşacak. " dese "Kardeşim sen ne saçmalıyorsun" diyerek başımdan savardım.

Ama gelin görün ki yıllar önce anlatsalar inanmayacağımız hadiselerin tam ortasındayız.

Sesimizi çıkartmaya sesimizi biraz yükseltmeye korkuyoruz.

Aklımıza sığmayan olayları bizzat yaşıyoruz.

Suriyeli sığınmacıların Türkiye'ye nasıl büyük bir yük getirdikleri ekonominin mevcut durumu itibariyle çok net görülüyor.

Ekonomi çok iyi olsa bile sizden olmayan size benzemeyen sizinle aynı dili konuşmayan milyonlarca insanı bir anda ülkeye almak da ne demek?

Almakla kalmayıp özellikle kıyı şehirlerine dağıtmak ne demek?

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Türkiye'de doğan 380 bin Suriyeli bebeğe Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesini hangi siyasetle açıklayacağız?

İYİ Parti İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Özdağ konuyla ilgili Yeniçağ'dan Fatma Gül'e yaptığı açıklamalarda çok çarpıcı ifadeler kullandı.

Özdağ ocuklara vatandaşlık verdiğiniz zaman anne ve babasına da vermiş olmuyor musunuz? Çocuk Türk vatandaşı ama anne-babası değil. Böyle bir şey olabilir mi? Çocuğa vatandaşlık verelim demek anne babaya da vatandaşlık verelim demek. 380 bin çocuk 760 bin de anne babası. Bunlar birlikte 1 milyon 140 bin ediyorlar. Her Suriyeli ailede ortalama 4 çocuk var. Belki daha fazla ama 4 diyelim. Diğer 3 çocuğu da buna eklersek 1 milyon 280 bin Suriyeliye vatandaşlık vermek demektir bu" sözleriyle son derece çarpıcı bir iddiada bulundu.

Önce çocuklar bahane edilerek toplumun vicdanına seslenilecek sonrasında geniş bir medya baskısı bu sırada "cambaza bak" oyunları ve Türkiye'nin darmadağın edilen demografik yapısı.

ocuklara vatandaşlık" cümleleri uzun zamandır planlanan bir projenin finali gibi!

Hatırlarsınız çok kısa bir süre önce Doğu Türkistan'daki Çin zulmünden kaçan 11 Uygur Türk'ü Atatürk Havalimanı'nda günlerce bekletildi ve Türkiye'ye alınmadı. Suçsuz 11 Uygur Türk'ünü Atatürk Havalimanı'ndan içeri kabul etmeyenler Türkiye'de doğan 380 bin Suriyeli çocuğun Türkiye vatandaşı yapılmasını istiyor.

Türklere bunu reva görenlerin Türkiye'nin demografik yapısı hakkında bu kadar büyük işlere kalkışmaları bu denli büyük nüfus hareketlerine imza atmaları normal bir durum mudur?

Türkiye'nin geleceğini karartıyorlar; hem de gözlerimizin önünde!

================================

SAYGI ÖZTÜRK: KRİPTOLU TELEFONDAN OLAYIN ARKA PLANI

17 Aralık 2013 üzerinde önemle durulması araştırılması gereken bir tarih. Üç bakanın çocukları gözaltına alınıyor banka genel müdürünün evine baskın düzenlenip ayakkabı kutuları içinde dolarlar bulunuyor para sayma makinesi kasaların fotoğrafları yayımlanıyor İran asıllı işadamı Reza Zarrab da rüşvet verdiği iddiasıyla bakan çocuklarıyla aynı saatte gözaltına alınıyordu. O günün Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda (HSYK) yaşananlardan bir bölüm aktaracağım.

17 Aralık 2013 saat 08.00 civarıydı. HSYK Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur makam otomobiliyle daireye giderken gazete okuyordu. Kendisi için sıradan bir gündü. Telefonu çaldı arayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin'di. Bakan stanbul'da arkadaşlar soruşturma başlatmışlar ben Hatay'dayım bilgi alıp bana dönebilir misin" dedi.

ZEKERİYA ÖZ'ÜN BÜROSU

İbrahim Okur daha daireye ulaşmadan cep telefonuyla Savcı Fikret Seçen'i aradı stanbul'da önemli bir soruşturma varmış neyle ilgili?" diye sordu. Seçen böyle bir soruşturmadan bilgisinin olmadığını araştırıp bilgi vereceğini belirtti. Aradan yarım saat geçti. Fikret Seçen İbrahim Okur'a şu bilgiyi aktardı:

"Zekeriya Öz'e bağlı bürodan Rıza Sarraf isimli bir işadamı Beyoğlu Belediye Başkanı ve bazı bakan çocuklarıyla ilgili operasyon yapılıyor. İlgili savcılara ulaşamadım. O yüzden ayrıntılı bilgi alamadım. "

Okur Bakan Sadullah Ergin'i arayıp bilgi vermek istedi. Fikret Seçen'den aldığı iki satırlık bilgiyi aktarınca Ergin bunu kendisinin de bildiğini başka ayrıntı olup olmadığını sordu. Okur'da başka bir bilgi yoktu. Kendisi de böyle bir soruşturma yapıldığını o gün öğrenmiş oldu.

MÜSTEŞAR FOTOĞRAFLARLA GELDİ

Adalet Bakanlığı Müsteşarı Birol Erdem Başbakanlığa çağrılmıştı. Oradan çıkınca HSYK'ya geldi. Kurul toplantı halindeydi. Elinde Başbakanlık için emniyet tarafından hazırlanmış "bilgi notu"nun örneği ve ekinde çok sayıda fotoğraf vardı. Birlikte incelediler. Bu kadar kapsamlı bir çalışmanın ancak yabancı servis desteğiyle hazırlanmış olabileceğini değerlendirdiler. Ortalık toz dumandı. Bir şeyler yapılması gerekiyordu.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin HSYK binasına geldi ve orada bulunan makam odasına geçti. Müsteşar İbrahim Okur'a "birlikte geçelim" dedi ve Bakan Bey'in makamına geçtiler. Birol Bey'in gündüz getirdiği not üzerinden operasyonu değerlendirmeye başladılar. Ellerindeki tek bilgi Başbakanlık'tan getirilen bu bilgi notuydu. Sadullah Ergin fazla kalmadı "Başbakan'a gidiyorum" dedi ve ayrıldı.

KRİPTOLU TELEFONLA

18 Aralık sabahı HSYK'nın üç üyesi İbrahim Okur'a Başsavcı Turan Çolakkadı'nın değiştirilmesinin uygun olacağını söylediler. Okur "Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını Turan Bey'in kıdemi ve tecrübesi ile İstanbul için denge unsuru olduğunu" belirtti.

O günün akşamı müsteşarın makamındayken özel kalem müdürü Hasan Doğan kriptolu telefonu getirdi. Aranan kişi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dı. İstanbul'da bulunan Başbakan Erdoğan'ın yanında Efkan Ala ve Sadullah Ergin vardı. Başbakanla görüşürken bazen hayret ifadelerini dile getiriyordu. Konuşma bittiğinde müsteşara "Olayın görünen boyutu dışında arka planı olduğunu anladım. Zekeriya Öz'ün Kısıklı'ya baskın yapıp Bilal Erdoğan'ı almaya gelebileceği endişesi vardı" dedi.

YASAK KONULMADI

17 Aralık soruşturmasıyla ilgili iddianame hazırlandı. İddianameyi hazırlayan savcı Celal Kara görevden alındı hakkında yurtdışı çıkış yasağı konulmadığı için pasaportuyla Zekeriya Öz ile aynı gün Sarp Sınır Kapısı'ndan çıktı. Gidiş o gidiş…

Uzun tartışmalardan sonra 17 Aralık soruşturması için "kovuşturmaya yer olmadığı"na ilişkin karar verildi. Sonuçta dosya kapandı. İşte o günlerde tapeler rüşvetle ilgili olduğu öne sürülen fotoğraflar basında yer alıyordu. Hemen bütün televizyonlarda gazetelerde yayımlanan o görüntüler diğerleri için değil SÖZCÜ'nün FETÖ'ye yardımı gibi gösteriliyor. İnsaf… Ama inanın bu durum hepimizi yaralıyor…

================================

YILMAZ ÖZDİL: HAKEDİŞ…

Murat…

1965 doğumluydu.

Tokat Zileli'ydi.

Dar gelirli bir ailenin çocuğuydu.

Henüz 14 yaşındayken Heybeliada'daki Deniz Lisesi'nin kapısından içeri girdi.

Deniz Harp Akademisi'ni birincilikte bitirdi.

Gökova fırkateyniyle harp filosunun en iyi gemisi ödülünü aldı.

Libya içsavaşında orada sıkışan vatandaşlarımızı kurtarma operasyonunu yönetti.

Kurmay albaydı.

Birinci sıradan amiral olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.

İyi bir insan iyi bir eş iyi bir baba iyi bir komutandı.

30 Ağustos'a gün sayıyordu.

22 Ağustos'ta tutukladılar!

Asrın iftirasına uğrayan seçkin subaylarımızdandı.

Maltepe'den arkadaşımdı.

16 sene yapıştırdılar.

Eşi ve çocuklarına yakın olabilmek için Mamak'a transferini istedi.

Her hafta açık görüş için yol yapmasınlar maddi manevi perişan oluyorlar bari ben oraya gideyim demişti.

Bu değişiklik biraz merhem olmuştu.

Taa ki 23 Nisan'a kadar…

Hergün zaten fenaydı ama o gün daha fenaydı.

Çocuk Bayramı'nda çocuklarına sarılamıyordu.

Anca 26'sında açık görüş vardı.

Üç gün üç asır gibi geçti.

Hep güleryüzlü hep iyimserdi ama o üç gün farklıydı adeta içine kapanmıştı kimseyle konuşmaz olmuştu.

26'sı sabahı nihayet…

Koştu kucakladı hasretle kızını oğlunu eşini annesini.

Çocukların gözleri dolu doluydu.

Hissettiklerini belli etmemeye çalışıyorlardı dudaklarını ısırıyorlardı.

Bir baba için daha çaresiz nasıl bir durum olabilir ki?

"Gel" dedi kızına.

Güya neşelendirecekti "gel biraz top oynayalım" dedi.

Haysiyetsiz basınımız ertesi sabah "ayağı kaydı başını taşa çarptı" diye yazdı… Elbette yalandı.

Maalesef buraya kadar dayanabilmişti.

Beyin kanaması geçirmiş dünyanın kahrını taşımaktan yorulan asırlık ağaç misali devrilmişti.

Balyoz şehidiydi.

Tıpkı Murat gibi kendi devleti tarafından esir tutulan arkadaşları Mamak askeri cezaevinde askeri tören yaptı.

Beyin kanaması geçirdiği yere masaları birleştirip musalla taşı kurdular.

Etrafına U şeklinde dizildiler.

35 senelik arkadaşı deniz kurmay albay Sinan konuşma yaptı.

"Batu ile Duru şimdi hepimizin çocukları. Sema bizler son nefesimizi verene kadar kardeşlerimizden daha kardeş. Mekanın cennet olsun. Bir gün yanına gelmek kısmet olsun" dedi.

Selam verdiler.

Tören mangasına dokundurmadılar Murat'ı omuzladılar.

Sahte delil bavuluyla girdi ay-yıldızlı tabutla çıktı.

Kumpasla girdi arkadaşlarının omuzlarında çıktı.

Vefat ettiği için dosyası kapatıldı.

Yoook öyle!

Murat'ın avukatı Anayasa Mahkemesi önünde Adalet Nöbeti başlatan yeniden yargılama kararı çıkana kadar gece-gündüz orada bekleyen anıt kadın avukat Şule Nazlıoğlu'ydu.

Mahkemeye dilekçe verdi.

"Murat Özenalp şerefli bir subaydı öldü bitti denilemez Murat Özenalp'in şerefli hatırasının Balyoz davasındaki arkadaşlarıyla birlikte yeniden yargılanmasını talep ediyoruz" dedi.

Mahkeme inceledi talebi kabul etti.

Murat'ın eşi Sema yeniden yargılama davasında asrın iftirasına uğrayan albay general amirallerle birlikte sanık sandalyesine oturdu.

Tarihte ilk kez…

Şehit yargılandı.

Beraat etti.

Balyoz iftirasına uğrayan diğer kahramanlarımızla birlikte aklandı.

İftiraya uğradıkları tescil edildi.

İtibarı iade edildi.

Tarihte ilk kez…

Mahşere bırakılmamıştı.

Bilahare sıra tazminata geldi.

Kumpas mağduru olan kahramanlarımız tazminat davaları açtı.

Avukat Şule Nazlıoğlu Murat adına eşi ve çocuklarını temsilen tazminat davası açtı.

600 bin liraya hükmedildi.

300 bin lira eşine 300 bin lira çocuklarına verilecekti.

Gel gör ki…

Sayın devletimiz "bu para fazla" dedi!

İtiraz etti temyiz etti.

Dosya Yargıtay'a gitti.

Sayın Yargıtayımız inceledi.

Şimdi sıkı durun…

Sayın Yargıtayımız ne karar verdi biliyor musunuz?

Kelime kelime aktarıyorum…

"Dava açma hakkı zarar görene aittir bu hak ancak zarar görenin ölmeden önce dava açması veya dava açma iradesini açıkça izhar etmesi durumunda mirasçılarına intikal edebilir dava açmadan ve bu yönde iradesini açıkça izhar etmeden ölen Murat Özenalp'in mirasçılarının davası kanuna aykırıdır sayın devletimizin itirazı yerindedir söz konusu tazminat kararının bozulmasına oybirliğiyle karar verildi. "

Yani sayın Yargıtayımıza göre…

Murat geç kalmıştı!

Henüz tutukluyken kendisine verilen 16 yıl hapis cezası onanmışken "ben beraat ettim" diye tazminat davası açmalıydı!

Veya henüz yaşıyorken askeri cezaevine noter çağırıp "ben ölünce tazminat davası açacağım haberiniz olsun" diye vasiyetname yazmalıydı!

Yabancılara tiko para 159 milyar dolar faiz ödeyen yandaş müteahhitlerin cebine 200 milyar dolar koyan "hakediş" ayağıyla geçilmeyen köprüler girilmeyen tüneller uçulmayan havalimanları için 20 yıl 30 yıl ödeme garantisi veren sayın hükümetimizin sayın Yargıtay'ı sayın devletimizin kuruşunu işte böyle koruyor.

Aman sakın Murat'ın "hakediş"ini ödemeyin ha…

Çarçur etmeyin.

Mazallah devletimiz iflas eder sonra.

================================

================================

TOKMAK: GERÇEKLERDEN KAÇAMAYIZ!

Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan iftçiye traktör yetiştiremiyoruz" diyor. Ne kadar iyi değil mi?

Fakat… O bunu söylediği gün TV haberlerinde dertli bir çiftçi konuşuyor traktör satışlarının yüzde 52 azaldığını söyleyerek:

"Bir traktör 180 bin lira. Eğer alıcı bulsam traktörümü yarı fiyata satacağım ama alan yok!" diyordu. Anlattığına göre çiftçiler müthiş sıkıntılar içindeydi.

Nasıl bir çelişkidir?

Çiftçiye traktör yetiştiremiyorsak Kanada Amerika Çin İran Sırbistan Hollanda gibi 100'den fazla ülkeden neden tarım ürünleri ithal ediyoruz?

Yaman bir çelişki değil de nedir bu?

Kuru fasulyeden mercimeğe nohuttan bezelyeye kadar her türlü ürünü yabancı ülkelerden satın almasak yiyecek bir şey bulamayacağız!

20 yıl öncesine kadar dünyada tarım ürünleri kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik.

Şimdi ne oldu? Neden böyleyiz?

Bunun neden olduğunu herkes biliyor ama korkudan söyleyemiyor. Söyleyenlerin başına da iyi şeyler gelmiyor!

Ee ne olacak bunun sonu?

Gerçek ağır yürür ama sonunda onun ışığı ortalığı aydınlatır. Gerçekten kaçılamaz!

================================

Kendini Kürt Sanan Malakan

HÜLYA AVŞAR'A AÇIK MEKTUP:

HÜLYA AVŞAR bir itirafta(!) bulunmuş; "HEP SAKLADIM AMA BEN ASLINDA

KÜRDÜM. . BABAMIN ADI ASLINDA ŞU. . BANA DA KÜÇÜKKEN ASLINDA "MALAKAN" DERLERDİ. . BİZ "AVŞAR AŞİRETİ"NDENİZ. . "

10Şimdiiii cahil kadın;

1- Kürt olmakta hiçbir beis yok. . Kürt olmak utanılacak ayıplanacak dolayısıyla saklanacak birşey değil. . Önce bunu not et. .

2- "AVŞAR AŞİRETİ" diye bir şey yoktur. . Sözünü ettiğin "AVŞAR" 24 Oğuz boyundan biridir ve AŞİRET OLAMAYACAK kadar büyüktür. .

3-"Bana MALAKAN derlerdi" demişsin. . Al tarihten bir not;

"Dönemin çarı Rus Ortodoks Kilisesi'nden ayrılan'Malakanizm' inanışını tehdit olarak algıladığı için Malakanlara karşı sert tedbirler alır.

Önce sakallarını bıyıklarını kesmeye ardından askerliğe zorlar onları. İnanışlarına ters olan bu zorlamalara dayanamayan Malakanlar

Tiflis Kırım Erivan Bakü bölgelerine göçer. Çar bununla da yetinmeyip kırılmaları için Malakanları 1876-1877 Osmanlı Rus Savaşı'nın ardından ele geçirilen Kars ve civarına sürer. Ancak beklenenin aksine yöre halkı Çar'ın zulmünden kaçan Malakanlara sahip çıkar. "

4- Rus zulmünden kaçıp Kars'a gelen dedelerin ve akrabaların Türkiye'yi terkettiklerine bin pişman sen de kalıp memleketin ciğerini bile yemişsin. .

Bunca şöhret bunca ekmek bunca saltanatı yaşamadan önce aklın neredeydi? İbrahim TATLISES'in kollarına atlamadan önce sana "MALAKAN" dendiğini hatırlamıyor muydun? Ve

5-Bak aşağıdaki linkte Kars'ta yaşayan bir MALAKAN'ın PETRO'dan olma BENDELİNA'dan doğma Lavrenti TÜRKSEVEN'in anlattıklarını oku. .

Oku da vefa neymiş kimlik neymiş kişilik neymiş gör. .

MALAKANLAR Beyaz Rus. . Bildiğin Rus. . Üstelik Rusya'dan ve Rus

Çarı'ndan kaçış sebepleri "DİNİ İNANÇLARI. " Ortodoksluğu farklı değerlendiren bir toplum ORTODOKS'tan kaçıp MÜSLÜMAN TÜRK'e sığınmışlar a utanmaz. . Ve sen de TÜRK'ün bu VEFASI'na borçlusun sahip olduğun herşeyi ama herşeyi. . Şimdi en dar gününde kalkıp TÜRK'e düşman zihniyetin "ALGI OPERASYONUNDA" rol alıyorsun öyle mi?

Bugün kalkıp "HANİ ENTEL-DANTEL NE KADAR ŞUURSUZ VARSA MODA OLDU YA" sen de Rus'tan Kürt üretmeye çalışıyorsun. . Bi bu model eksikti zaten. .

Bak sana bir sır vereyim MALAKAN'ların tarihte en çok çektiği üç şey var; Biri Rus Çarı ikincisi ERMENİLER üçüncüsü de başımızın belası ve bugün BÖLÜCÜLER diye tanımladıklarımız. . Karşına YILMAZ ERDOĞAN'ın kuzeni oturunca Kürt olduğunu söylüyorsun bir RUS'u oturt da aklın asıl o zaman açılsın. .

Ataların VEFALI TÜRK'e VEFA gösterdikçe hainin işbirlikçinin hedefi olmuş. .

Sakladığın şey Kürtlük değil bilmediğin şey küçükken sana neden

MALAKAN denildiği. . Babaannenin adı "DADUK"muş. . Ortaasya Türkçesi'nin birçok sesini ve özelliğini taşır Giresun şivesi kelimelerini de. .

DADUK "Tatlı" anlamındadır. . Hadi git Barzani'lerin çevresinde ara şimdi o ismi. .

Şimdi sana son bir sır daha vereyim. . Birçok röportajında ÇOCUKLUĞUNDA

YARAMAZ OLDUĞUNU SÖYLÜYORSUN. .

Bak büyüklerimiz bize kızdıkları zaman hakaret amacıyla değil ama işte u ya da bu" derlerdi. . Sana MALAKAN denmesinin sebebi de büyük olasılıkla budur ha. . Yoksa o kadar

ÇALIŞKAN YERLEŞTİKLERİ YÖREDE BU KADAR SEVİLEN bir topluluktan olman zaten eşyanın tabiatına aykırı. .

AVŞAR'lar Kayseri'de yoğundur. . Yine SAZAN AKSU'ya itiraz ettiğin bir röportajında "DEDELERİM KAYSERİ PINARBAŞI'NDAN GELMİŞ. .BİZ AVŞAR'IZ" deyişini hatırlattı Ahmet ŞAFAK. . Tayyip ERDOĞAN'ın tekerlemesindeki gibi; NERDEEEEN NEREYE ?

İnsan elbette bilmeli ne olduğunu. . Ama "Ne olursan ol gel" diyen gönül zenginliğinin coğrafyasını dağıtmaya çalışanlara TEŞNE olmadan. .

Son olarak;

Zamanında GÜZELLİK KRALİÇESİ olmuştun ama tacın geri alınmıştı değil mi? Yarışmada da olsa KRALİÇELİK bir ASALET ister bir SOY ister. .

Hayatın ve kaderin şaşmaz terazisi belki de SOYUNU bilmezden o tacı geri almak. .

Son olarak ifade edeyim ki hayatta hiçbir şey tesadüf değilmiş. . Bi nevi kaşar olan MALAKAN PEYNİRİ'nden geldi aklıma. .

ENGİN ALAN https://www.turkishnews.com/tr/content/2015/03/16/kendini-kurt-sanan-malakan/

================================

TELLAK PEŞTEMALI

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş "Kuran ile olmayan çocuklar şeytan veya şeytani insanlarla beraber olur" dedi.

Tellak Peştemali nedir bilir misin Diyanetin Başkanı Ali Erbaş

Kapı girişine konulan ahşap veya çelik dolap üzerinde duran ve belden aşağısını örtmek için kuşanılan dokuma bezdir. Hamamın sarf malzemelerinden birisidir.

İşletme sahibinin müşterilerine hizmet amacıyla satın aldığı bir maldır.

Peştemal cansız bir varlıktır ama konuşur.

Onu örtünen tellakın beden dili ile niyetini anlatır.

Diz altında veya diz üstünde durması ise tellakın vereceği hizmetin sınırlarını belirler.

Gevşek bağlanırsa belde durmaz kayar ve aşağı düşer.

Dar bağlanırsa bir yerleriniz ortaya çıkar.

***

Şeytan nedir?

Neye benzer veya var mıdır yok mudur bilemiyorum.

Ortak düşünce;

Tanrı tarafından ateşten yaratıldığı söylenen bir varlık…

Ben ateşten yaratılan bir varlığın erkek çocuklarına tecavüz ettiğini görmedim.

Tecavüze uğrayan sabilere "Bir defadan bir şey olamaz" dediğini de işitmedim.

Ya da bebek yaştaki kız çocuklarına nikah kıyıp onlarla yattığına da şahit olmadım.

Kapıları kilitleyip çocukları diri diri yaktığına ve daha sonra suçluları akladığına da rastlamadım.

Ben şeytanı bilmem Diyanetin Başkanı…

Ben bunları yapanları bilirim.

Bir de hamamların israf malzemesi olan TELLAK peştamalı ve onu kullanan tellakı bilirim.

Bırak benim çocuğum TELLAK Peştemalına benzer yaratıklarla birlikte olacağına şeytanla birlikte olsun.

Daha az korkar daha az endişe duyarım. En azından bir gurura ve onura sahiptir diyerek teselli bulurum.

Eğer bir ressam olsaydım ve benden şeytanı çizmemi isteselerdi…

Peştemal gibi kullanılan tellakın niyetini anlatan bir insan portresi yapardım ve size hediye ederdim Ali Erbaş…

Sevgiyle kalın

NOT:Namusu şerefi ve onuruyla bu meslek dalında hizmet veren emekçi dostlarımı tenzih ediyorum. Anlatılmak istenen konuya örnek olarak verilmiştir. https://www.turkishnews.com/tr/content/2018/12/09/tellak-pestemali/

================================

ONUR DİKMECİ : BİR BURJUVA DEVRİMİ OLARAK FRANSIZ İHTİLÂLİ'NDE JAKOBENLER MASONLAR VE İLLUMİNANTLAR ETKİSİ ?

9 Aralık 2018 Pazar



Fransız İhtilali'nin iç nedenlerinin başında gösterilen sebepler arasında ekonomik durumun özellikle İngiltere ile yapılan Yedi Yıl Savaşları'ndan sonra gittikçe bozulduğu halkın derebeylik döneminden bile daha zor sosyal ekonomik koşullara düştüğüdür. Buna mukabil Kraliyet Ailesi'nin elit durumu ve Kraliyet Sarayı Versailles'da gerçekleştirilen muazzam harcamalarla adeta başka bir devlet gibi görüntü çizmesi tepkilari oldukça artırıyordu. Öyle ki artık kral Paris'de dolaşamaz olmuştu.

Fransa bir ulusal devletti fakat feodalite siyasi olarak etkisini yitirmesine rağmen sosyal ve siyasi olarak devlet içerisindeki ayrıcalığını koruyordu. Bunun dışında Fransa parçalı bir toplumsal yapıya sahipti.

Soylular nüfusun yüzde ikisini oluşturan fakat ülke topraklarının neredeyse dörtte birine sahip olan ve en üstte yer alan tabakaydı. Ordunun ve din adamlıklarının en üst rütbelerine atandıkları gibi vergi ödemezlerdi. İmparatorluğun ekonomik olarak zora girmesi ve ek vergiler koymak istemesine şiddetle karşı çıkmışlar ve adaletsiz vergi düzeninden taraf olmaya devam etmişlerdir. Papazlar ayrıcalıklı ikinci sınıftı. Ülkenin papaz nüfusu yüzde bir olmasına rağmen kilisenin toprakları ülkenin yüzde onuna denk düşmekteydi.

Burjuvalar ise ticaretle uğraşan toplumsal tabakada üçüncü sınıfı oluşturan gruptu. Aralarında aydın çok sayıda bulunurdu. 17. yüzyıldan itibaren güçlenmeye başladılar vergilerini ödedikleri halde siyasi haklardan yeterince yararlanamamışlardır. Bu sınıf özellikle soylulara tanınan imtiyazlara karşı çıkıyordu ve Fransız Ayaklanması işte bu grup tarafından organize edilecekti.

En alt sınıf ise köylülerdir. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan büyük yük omuzlayan ancak her geçen gün yaşam koşulları zorlaşan köylüler her siyasi haktan yoksun durumdaydılar.

Bu iç nedenlerin dışında ihtilale sebebiyet veren dış nedenler üzerinde durmamız gerekiyor. Bunlardan birincisi aydınlanma düşüncesidir. Özellikle Rönesans Reform hareketleri skolastik kalıpları sarsmış ve akıl kavramını merkez almıştır. İkinci neden ise Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve savaşın olumlu sonuçlanmasıdır. Bu savaşta yer alan Fransızlardan ülkelerine dönenler Bağımsızlık ve Bağımsızlık Bildirisi gibi kavramları gündeme getirmeye başlamışlardır.

Montesquieu'nun Kanunların Ruhu ve Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi adlı eserleri temel olmuştur. İlki yasama yürütme ve yargının ayrılması ve kuvvetlerin birbirlerini durdurması gerektiğini öne sürmekteydi. Diğeri ise insanların kendi aralarında yaptıkları sözleşmeyle devleti kendi iradeleriyle kurduklarını anlatarak egemenlik anlayışını değiştirmiştir.

Voltaire ise feodel sisteme ve kiliseye karşı çıkmıştır. Ona göre katoliklik peşin hüküm ve bağnazlıkla eşdeğerdir. Bunun dışında dine toptan karşı değildir. Din olmadan küçük bir köyü bile idare etmek mümkün değildir. Din ile papazları kesin olarak birbirinden ayırmaktadır dine inanılmalı fakat papazlara kesinlikle itibar edilmemelidir.

5 Mayıs 1789'da ekonomik soruna çözüm bulmak için toplanan Etats Generaux çalışma süresi içinde yeni bir anayasa hazırlanmasınıda gündeme getirdi. Böylece meclis ihtilalci bir vaziyet almış oldu. Paris'te halkın desteği ve kralın yabancı korumalarına karşılık halktan oluşan ulusal oldu Prais Belediyesi'ni ele geçirdi ve Bastille Hapishanesi'ni basarak mahkumları aralarına kattı. Tarih kitaplarının bazıları Bastille'de bulunan mahkumların düşünce suçluları olduklarını kaydetmiştir. Oysa Bastille adli suçluların ağırlıkta bulunduğu bir cezaevidir.

İhtilal ve izleyen süreçte kral kraliçe ve hanedanlığa mensup bazı üyeler idam edilmiştir. Bu evre siyasi literatürde terör dönemi olarak adlandırılır. Özellikle hanedanlık mensupları ve din adamlarına karşı uygulanan sert cezalandırma yöntemleri ve bu yeni dönemin iddia ettiği gibi her bakımdan rahat müreffeh bir ortam sunamaması eleştirilmiş ve ihtilalin masonik yahudi komplosu olduğu yönünde teoriler işlenmiştir. Gerçekten de ihtilal öncesi süreci ve sonrasında ülkedeki mason locaları ve cumhuriyetçi tepeden inmeci jakoben klüplerinin sayılarında artma görüldüğü gibi ihtilalin öncüleri aydınların ekseriyeti masondu.

Murat Sarıca 100 Soruda Fransız ihtilali isimli kitabında bu konuyu bilimsel olarak izah etmeye çalışmıştır:

" Masonluk Fransa'ya İngiltere'den geçmiş olan örgütli bir fikir akımıdır. Mason belgelerine göre Fransa'da 1776 yılında 198 olan locaların sayısı 1789 yılında 629'a yükselmiştir. Aynı yılda mason biraderlerin toplamı otuz bin çevresindedir. Touchard'a göre bu dönemde Montesquieu Diderot d'Alembert Helvetius Voltaire II. Frederik Lessing Herder Mozart Washington Franklin belki de Kant masondurlar.

1733 yılında amson locaları başkanı olan Ramsay'e göre masonluğun o dönemde dayandığı temel düşünce insanlığa hizmet ve insan sevgisidir. Amacı vatan sevgisine sırt çevirmeden insanların güzel sanatlar erdem bilim ve din yoluyla yakınlaşmalarını ve kardeşliği sağlamaktır. Böylece bütün milletlerin insanlığın ortak malı olan ve insanlığı mutlu kılan ürünlerden yararlanmaları mümkün olacaktır.

Touchard'ın belirttiği gibi Fransız İhtilalinin patlamasında önemli rol oynadığını savunan ve 1940'larda revaçta olan görüşün gerçeklik payı son araştırmaların ışığında sanıldığı kadar fazla değildir.

Theodore Ruyssen ihtilal öncesinde mason localarında monarşiye karşı bir komplo hazırlandığına dair hiçbir işaret olmadığını belirtmiş öte yandan masonluğun okültizim ve mistisizm ile bağları üzerinde durmuş bu akımın akılcılğıa karşı oluşuna işaret etmiştir. "

Bize göre bu cümleler masonluğu aklamak yerine masonluğun esas misyonun açıklamaya yöneliktir. Özellikle masonluğun okültizmle bağına vurgu yapmak masonluğun ihtilal içeirisinde yer alıp almamasından çok daha önemlidir. Gerçekten de masonluk semavi dinler ve ideolojiler ile açıklanamayacak kadar pagan kökleri bulunan bir öğretidir. İhtilallerin ana dinamosu masonluk olmasa bile bu durum okültizmin cemiyetlerde yaşatıldığını ve bu cemiyetlerden birinin de masonluk olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Türk siyasi ve kültürel literatürüne Yahudi karşıtlığını ilk sokanlardan olan ve masonlarla ilgili çalışmalarda bulunmuş Ziya Uygur masonların siyasi ve askeri zümreyi sardığından bahseder:

" Kraliçe Marie Antoniette'nin sarayı 1781'de tamamen masonlaşmıştı... Başlangıçta subay adayları pek seyrek oldukları halde ihtilale yaklaşıldığı sıralarda bunların sayısı artar fakat soğuk bir surette karşılanırlar. Büyük Maşrık'ın sicillerine göre; 1787'de faaliyet halinde 69 askeri vardır ki bu her iki alaya bir mahfil demek olur bu da en az 1800 subay ve subay adayına varır demek ki ihtilalde Fransız ordusunun hemen bütün subayları masonlaşmıştır. "

Uygur ihtilalin dine karşı olduğunada emindir. Dayandırdığı tarihi delillerle bunu ispatlamak ister.

1793'te Abbeville'den halka papazların siyahlar giyip kuklalar oynatan birtakım soytarılar veyahut Pierrolar olduğunu ve yaptıkları her şeyin para koparmak için maymunluktan ibaret bulunduğu" söylenmiştir. Aynı yıl Notre Dame Kilisesi'nde hürriyet şenliği yapılmıştır. Şenlik açıkça hıristiyanlık karşıtı bir tutum almıştır. Yapılan konuşmada akıl ve mantık isminin bu kilisenin adı olarak belirlenmesi dile getirilmiştir.

Kutlamalarda mason geleneğinin dayandığı köklerden unsurlarda yer aldı. Herşeyi gören gözlü flamalar meydanlara indirildi. Devrim simgesi mavi kırmızı beyaz elbiseli kız Kybele misali Frigya Beresiyle gösterildi. O günlerdeki yayınlarda bu durum "Büyük Anne Avrupa'ya Geri Döndü" olarak yer almıştır. Yine devrim simgesi heykellerden bazıları Greko Romen kıyafetli Frigya şapkalı kadın biçiminde yapıldı. Takvim ise kadim Mısır medeniyetinde olduğu gibi otuz altı dekana bölündü.

Devrimi izleyen süreçte Avrupa'da ve Fransa'da 1830-1848 ihtilalleri yaşanmıştır. Fransız İhtilali'nin mason-illuminant kökleri veya bu ezoterik akımların etkileri çoğu literatürde irdelenmesine karşın özellikle 1830 ihtilalleri üzerine etkileri hususunda kapsamlı bilgiler yoktur. Oysa sırasıyla burjuva ve işçi devrimleri olarakda adlandırılan süreçler en az 1789 gibi önemlidir.

Fransa'da 1848 ihtilâli

1830 ihtilâlinde yerinden edilen Kral X. Charles hükümdarlığı zamanında belirli bir kesime asillere ve kralcılara dayanmıştı. Louis-Philippe ise burjuvaziye dayanmıştır.

Louis Philippe kral olduktan sonra zengin burjuvazi ile yakın münasebetler kurdu. Sarayını burjuvaziye açtı. Bu durum kendisine karşı bir muhalefet doğurmaktan geri kalmadı. İşçi sınıfının da çıkarlarını gözetecek bir demokrasi kurulamamıştı. Louis Philippe liberal fikirlerden uzaklaşmaya başladıkça muhalefet şiddetlendi. 22 Şubat 1848 günü işçiler ve öğrenciler ayaklandılar. Halk silah satan dükkanları yağmaladı sokaklarda barikatlar kurdu. Artık Paris'te iç savaş başlamıştı. 24 Şubat günü kral oğlu lehine tahttan çekildi ve İngiltere'ye sığındı. Kurulan geçici hükümette genel oy ilkesi kabul edildi.

1848 devrimleri ile ilgili ortaya atılan görüşlerden biri bu süreçte Mısır Riti'nin bir fabrika işlevi gördüğü yönündedir. Bu rit Asyalı Kardeşler ekolünün etkisini taşıyordu. Mısır Riti'ni Masonluğa sokan kendisi bir İlluminant olan Cagliostro'dur. Aslında Mısır'ın Napolyon tarafından işgal sırasında Cagliostro Örgütü de Mısır'a taşınmış olundu böylece bu grup Mısır'daki İsmaili Masonluğu ile tanışmış oluyordu. Diğer adı Luxor Hermetik Kardeşliği olan İsmaili Masonluğu Kahire'de Büyük Doğu Locası'nı kurdurmuştu. Napolyon'da bu cemiyet tarafından Keops piramidinde bir ritüel sonucunda takris edilmişti. Kont Aziz Germian tarafından inisye edilen Samuel Honis bu Mısır Riti'ni daha sonradan Fransa'da kurumsallaştıran kişi olacaktır. İşte Fransa'ya taşınmış bu Mısır Riti'nin bir müddet yer altında örgütlendikten sonra ortaya çıktığı tarih 1848'e denk düşmektedir. Bu ekolü temsil edenlerden birisi de Komünist Ligi'nin kurucusu Karl Marx'dır. Marx'ın manifestosu mensubu olduğu localar sebebiyle yıkıcı bir illuminati komplosu olarak görülmüştür. Niyeti ne olursa olsun bu durum provoke aracı olarak kullanılmıştır çünkü Marx'ın sözcülüğünü yapan Fransa'daki devrimin lideri Memphis Riti'ne bağlı Louis Blanc idi.

Dikkat edilirse bu evrede bahsettiğimiz masonluk günümüzdeki masonluktan oldukça farklı ve ezoterik içeriklidir. Dolayısıyla adı o dönem için mason veya farklı bir mason locası olarak anılsada aslında tam manasıyla "aydınlanmacı" etkiyi taşıyan paganik yapıyı ifade etmektedir. Özetçe ifade edilmek gerekirse Fransız İhtilâli yalnızca masonların ve jakobenlerin ya da masum halk kitlelerinin ürünü değildir. Jakobenler ve aydınlanmacı paganistler bu ayaklanmanın özellikle sonraki sürecinde varlardır fakat bu durum krallık dönemindeki din emek vicdan sömürüsünü görmezden gelmemize sebebiyet veremez.

Bugünde aynı bölgede yaşanan gelişmeleri tek başına küresel komplo olarak yorumlayamayız ancak hak arayışının provoke edilmesi ve global elitlerin arzularınca yönlendirilmesi de kaçınılmaz bir gerçektir. Hulasa dünyadaki hiçbir gelişme kendi doğal döngüsü dahilinde sürmemektedir.

Onur Dikmeci zaman: 11:12

================================

NECDET BULUZ : TÜRKİYE TEPKİLİ AMERİKA ISRARLI…

Türkiye baştan bu yana ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde sınıra gözlem noktaları kurma kararından vazgeçmesini istiyor. Bu konuda en üst düzeyde yapılan görüşmelerde de konunun hassasiyeti dile getirildi. Türkiye'nin bu konudaki tepkilerine rağmen Amerika gözlem noktaları konusunda halen ısrarcı hareket ediyor.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey'le Ankara'da yaptığı görüşmede bu konu yeniden masaya yatırıldı.

Görüşme sonrasında yapılan açıklamada "Gözlem noktalarından vazgeçilmesi ve ülkemizin güneyinde bir terör koridoru oluşmasına asla müsaade edilmeyeceği hususları tekraren ifade edildi" denildi.

Fırat'ın doğusu İdlib ve Menbiç'teki son gelişmelerin ele alındığı görüşmede YPG konusu da gündemdeydi. Akar'ın ABD'nin YPG ile işbirliğine son verme çağrısı yaptığı belirtiliyor.

Çağrı üzerine çağrı yapıyoruz ancak sonuç alamıyoruz.

Gözlem noktalarına yönelik Türkiye'nin itirazlarını daha önce ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford'a ileten Akar "ABD askerleri tarafından Suriye sınırına kurulacak gözlem noktalarının ülkemizdeki algıyı son derece olumsuz etkileyeceğini burada 'ABD askerleri bir şekilde terörist YPG'lileri koruyor onları perdeliyor' şeklinde bir algıya sebep olabileceğini görüşmelerimiz sırasında dile getirdik" demişti.

ABD Savunma Bakanı Jim Mattis geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada Suriye'nin kuzey sınırı boyunca gözlem noktaları oluşturmayı planladıklarını bunun Türkiye ile Washington'ın Suriye'deki Kürt müttefikleri arasındaki gerilimin azaltılmasına yardımcı olmasını hedeflediklerini söylemiş kararın Türkiye ile yakın işbirliği içinde alındığını kaydetmişti.

İşin bizi ilgilendiren kısmına bakalım:

Amerika Fırat'ın doğusunda bizi oyalıyor. Gözem noktalarını da burada kol kanat gerdiği terörist grupları korumak için yapıyor. Bunu anlamayacak ne var?

Biz sürekli olarak uyarı yapıyoruz. Bu gözlem noktalarının ne için yapıldığını bildiğimiz için kuşkuluyuz. Ancak yapılan görüşmelerde endişelerimizi dile getirmemize rağmen Amerika'nın bu konuda geri adım atmaya niyetli olmadığını da görüyoruz.

Önemli olan sonuç almaktır.

Eğer söz konusu noktalarda beka sorunumuz varsa bu işi fazla uzatmaya da gerek yoktur. Yapılması gerekenler neyi gerektiriyorsa o adımların da atılması kaçınılmazdır.

Konunun ikili ilişkiler çerçevesinde diplomatik yollardan çözümü en iyi yoldur. Biz aylardır bu yolu deniyoruz. Amerika anlamak istemiyor ve kendi bildiğini okuyor.

Amerika'nın PYD/ PKK konusunda bizi oyaladığını yazmıştık.

Şimdi dikkat:

İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif yaptığı açıklamada Amerika'nın Ortadoğu'ya gönderdiği silahların El Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerinin eline geçtiğini söyledi. Zarif bu konuda ellerinde kanıtların bulunduğunu da dile getirdi.

İran Dışişleri Bakanı aynı zamanda Amerika'nın Suriye'de PYD/PKK'yı da silahlandırdığına dikkatleri çekti.

Özetleyelim:

Etrafımız silahlandırılmış terörist gruplarla çevriliyor.

Özellikle Suriye'de Fırat'ın doğusundaki hareketlilik Türkiye için son derece önemli hale geliyor. Burada yuvalanan 35-40 bin silahlı teröristin gelecekte çok büyük bir tehdit oluşturacağına da dikkat çekiliyor.

İşte biz de bu nedenle bunu çok önemsiyoruz. Her yazımızda da konuyu "beka sorunumuz" diye ele alıyoruz.

Bugün belki seçim sıcaklığı nedeni ile bu konulara fazla değinemiyor ve gündemde tutamıyoruz ama bizim için hayati bir konu olduğunun da kalınca altını çizmekte yarar görmekteyiz.

Bu terörist grupların sınırımızdan temizlenmesi gerekiyor.

Bunları yapamadığımız süre içinde daha önce Suriye'de yaptığımız askeri harekâtların da bir anlamı olmayacaktır.

Eğer konu bizim beka sorunumuz ise bu konuda beklemeye ve zaman kaybetmeye de gerek yoktur. Bu saatten sonra Amerika ile daha neyi konuşup hangi meseleyi masaya yatıracağız? necdetbuluz@gmail.com www.facebook.com/necdet.buluz

================================

TSK'DA ARTIK SUBAYLAR TÜRBAN TAKABİLECEK

TSK'da artık isteyen kadın subay ve astsubaylar türban takabilecek. İsteyen askeri öğrenciler de türban takabilecek.

22.02.2017

Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) türban serbestisi başladı.

Milli Savunma Bakanlığı'nın düzenlemesine ilişkin talimat kuvvet komutanlıklarına gönderildi.

Bir süredir üzerinde çalışılan uygulamaya göre bundan böyle Genelkurmay karargahı kuvvet komutanlıkları ve bağlı birliklerde görev yapan kadın subay ve astsubaylar türban takabilecekler. Düzenleme askeri öğrencileri de kapsıyor.

Talimata göre kadın muvazzaf personel ve askeri öğrencilerden isteyenler üniforma rengine uygun renkte ve yüzleri görünecek şekilde şapka bere ve keplerinin altına türban takabilecek.

================================

AHMET KILIÇASLAN AYTAR : 1789 İSLAMCILIK SARI YELEKLİLER VE GEZİ'YE SELÂM

Fransa geçen yılın pompa fiyatında yüzde 20 artışa yol açan akaryakıtta vergi artışı yaptı.

Toplumsal eşitsizliğe karşı bastırılmış öfkenin dizginsiz bir şekilde taşmasına tanık olundu…

Her kesimden yüzbinlerce Fransız bütçelerini ağırlaştıran bu zammı protesto etmek için

Dört haftadır her Cumartesi flüoresanlı sarı ceketler giyiyorlar.

Karayollarını barikatlar ve yavaş hareket eden kamyon konvoylarıyla kapatıyor

Yakıt istasyonlarına alışveriş merkezlerine ve fabrikalara erişimi engelliyorlar…

"Sarı Yelekliler" hareketi Fransa'da "6. Cumhuriyet"e giden yolu açmış görünüyor…

*

O sırada demokrasi insan hakları ve özgürlüklerin çokça tartışıldığı yönetiminde İslamcı cihadizmin yaşandığı Türkiye'de

Erdoğan Fransa'daki gelişmeleri şöyle değerlendirdi.

"Umarım yakında Paris sokaklarında "Zulüm 1789'da başladı" yazıları görmeyiz.

Avrupa demokrasi dersinden de insan hakları dersinden de özgürlükler dersinden de sınıfta kalmıştır.

Üzerinde çok titredikleri güvenlik ve refah duvarları mülteciler veya Müslümanlar tarafından değil bizzat kendi vatandaşlarınca sarsılmaya başlamıştır" dedi.

Türkiye'de bir kez daha insanların yüzü kızardı ve utandılar…

*

Çünkü Erdoğan'ın bu eleştirisinin muhatabı olan çağdaş insanların kültürü;

Aristoteles'in nsanların politik kapasitesi gelişime açıksa devleti doğanın yüce bir gerekliliği olarak ele alması gerekir.

İnsanın bir medeniyet kurma olasılığı gücünün sınırıyla birlikte bahşedilen akla da bağlıdır" düşüncesinden neşet ediyor.

*

Nitekim insanlar uzun bir süreçte "Din'in" özel bir mesele olduğu düşüncesinde yetkinleşmiş

Vicdan özgürlüğü adına inananların inanmayanlar aleyhine sahip oldukları tüm kamusal ayrıcalıklar kaldırılmış

Din'in Devlet içinde egemen güç haline gelmesi reddedilmiştir.

*

Nihayet 1789'da Fransız Devrimi ile Fransa'daki mutlak monarşi devrilmiş yerine cumhuriyet kurulmuş

Roma Katolik Kilisesi ciddi reformlara gitmeye zorlanmıştır.

1789 tarihi çağdaşlığın bir dönüm noktasıdır insan toplumlarının gelişiminin en büyük kaynağıdır.

*

1789'da devletin kanun çıkarmasının günahkâr insan işi olduğu kabullenilmiş

Tanrı'nın devlet hayatında ortaya çıkan tarafsız ve görünür iradesine sorgusuz biat kalkarken

Sonuçta bunu başarabilen kimi ülke özgür akıl ve vicdan üzerinden Çağdaşlığın ve Özgürlüğün temsilcisi olmuştur.

Bugün çağdaş devletlerin ezeli karakterini bu birikimle demokrasi kültüründe pekişmiş insanların yasal teşkilatı olan milletler oluşturuyor…

Söz konusu bir Yahudi Milleti Hristiyan Milleti ya da İslam Milleti değil Fransız Milleti Alman Milleti Türk Milleti'dir…

*

Bugün bu çerçeveden iki sonuç beliriyor.

1- Devletler yaşamı olanaklı kılmak için yasal biçimde oluşturulmuş insanlar topluluğu olarak devam ederken

Eşit derecede bağımsız güçlere karşı kendisini ortaya koymak için kesinlikle güçlü olmak zorundadır.

Bu milletlerin sürekli çatışması düşmanlıkların bastırılması arzusundan doğan tarihin büyüklüğü anlamına geliyor.

2- Milletlerin doğasını oluşturan var olmak geleceğe sahip olmak hakkı tarih boyunca dünya imparatorluğuna karşı verilen doğal tepkidir.

Bu nokta da evrensel bir egemenliğin oluşamayacağını uluslararası çelişkilerin çözülmesinin nihai olanağının bulunmadığını millet fikrinin baskın bir politika olduğunu

Milletlerin medeniyetlerinde yükselme eğiliminin milletler arasındaki farkı kesin olarak belirleyen unsur olduğu sonucudur…

Bunlar bugünün insan topluluğunun olmazsa olmaz esaslarıdır…

*

Madem devletler yasal açıdan üzerindeki herhangi bir güce tahammül edemeyeceği kadar mutlak bir ahlaki üstünlüğe

Düşmanca etkilerden korunmak için türlü kaynakları gerektiren esnek ve göreceli yasal egemenliğe sahip ve bunu temel standart haline getirmiştir;

O halde iki ayrı fikir mevcut olmaz ve tarihinde hiçbir siyasi ekonomik ve sosyal birikimi olmayan İslamcılığın demokrasi kültürüne sahip olduğu boş bir iddia olmaktan ileri gitmez.

Bu yüzden hiç bir devlet ve millet geleceğini bu tür boş iddialarla bir diğerinin ipotek kurmasına izin veremez hiç bir hakemi de kabul edemez…

*

O nedenle Erdoğan'ın Fransa'ya eleştirisi boştur.

Çünkü çagdaş ülkeler çoktan beri dünyada bir sektörde ya da bir ülkede yaşanacak krizin kolayca komşu ülkelere bölgeye dünyaya yayılma olasılığı yüzünden birbirlerinin çabalarını gölgelemek yerine birbirlerini tamamlayıcı politikalar geliştirmeye fikir ayrılıklarını barış görüşmeleriyle çözmeye yönelmiştir…

*

Şu anki Fransa 5. Cumhuriyeti Charles de Gaulle'ün 1943′ te karargahını Cezayir'e taşıması Fransız Ulusal Kurtuluş Komitesi'nin başına geçmesi

1944'te Paris'e dönerek bir dizi siyasi mücadele vermesinin ardından

Mayıs 1958'de Cezayir'deki Fransız birliklerinin 4. Cumhuriyet yönetime karşı başlattıkları ayaklanmanın ülkeyi iç savaşa doğru sürüklemesi üzerine

Cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle kuruldu.

*

De Gaulle yurttaşların kendisini ancak bir bunalım döneminde kabul edebileceğini öngörüyordu.

Bu yüzden kamuoyunun desteğini sürekli kılmak amacıyla parlamentodaki "partiler sistemi"nin gücünü kırmak zorunda olduğuna inandı.

Önce cumhurbaşkanının hükümet politikalarını denetleme yetkisini kabul ettirdi sonra da seçimler ya da referandumlar aracılığıyla bu denetimi sürekli kılma taktiği uyguladı…

*

De Gaulle'nin en etkili eleştirmeni François Mitterrand General'in iktidara dönüşünü "darbenin kalıcı olması" olarak kınadı

Onu Cezayir'deki olayları planlamakla itham etti.

Bu yüzden 5. Cumhuriyet'in yasadışı olup olmadığı sorusu Fransız çağdaş anayasal doktrininde ve halk arasında mütemadiyen tartışıldı.

*

Büyük partiler 2017 başkanlık seçimlerinde yeni bir anayasanın hazırlanması ve bir parlamento sistemi ile 6. Cumhuriyetin kurulmasını savundular.

Güçlü bir cumhurbaşkanına dayalı mevcut "yarı-başkanlık" rejimi için hoşnutsuzluklarını toplumla paylaştılar.

5. Cumhuriyeti "Cumhuriyetçi bir monarşi" olarak tanımlanmaya başlandı…

*

Cumhuriyetçi bir monarşide üstelik uluslararası ölçekte genişleyen tüm halklar için belirleyici olan

Ücret kesintileri artan sömürü büyüyen işsizlik toplumsal eşitsizlik kapitalist savaş yöneliminin eşlik ettiği çöküşle

"Hangi siyasi strateji temelinde mücadele edilmelidir" sorusu sorulmaya başlandı…

*

5. Cumhuriyet döneminde yürütme organının aşırı gücü hakkında uzun zamandır sorular olsa da;

Cumhurbaşkanı'nın hesap vermemesi konusundaki eleştiriler E. Macron'un döneminde zirve yaptı…

Cumhurbaşkanı E. Macron siyasi partilerin hiçbirine üye değildir.

La Republique en Marche (Hareket Halindeki Cumhuriyet) hareketinin başkanıdır.

*

Macron ile birlikte 5. . Cumhuriyet'te Fransa cumhurbaşkanının Ulusal Meclisi kendi takdirine bağlı olarak çözmesi sorgulanmaya başladı. .

Başbakan'ın cumhurbaşkanının yetkisi altında olması ancak başbakanın meclise de yanıt vermesinin;

Çifte sorumluluğunun Fransa'nın ve Napolyon saltanatının 1814 Şartı ile birlikte yaşadığı "sınırlı bir monarşinin" birincil özelliği olmasına

Üstelik 4 Haziran 1958'de Charles De Gaulle 5. Cumhuriyeti'nin esasını oluşturmasına itirazlar yükselmeye başladı.

*

Ne ki gücün kişiselleştirilmesi bugüne kadar devam etti.

Mesela 2018 Temmuz'unda Macron'un "Güvenlik Görevlisi " olarak görevlendirdiği 26 yaşındaki Alexandre Benalla'nın

1 Mayıs gösterilerinde çevik kuvvet kılığına girip protestocuları dövdüğü görüntülerinin çıkmasından sonra

Benalla'ya kimseye tanınmayan ayrıcalıkların sağlandığının öğrenilmesiyle kopan skandalda;

Başkan Emmanuel Macron "Sorumlu olan tek kişi sadece benim. Beni almaya gelsinler " diyordu!

*

Macron'un seçildikten sonra "Beni seçtiniz şimdi bana yönetmeme izin veren bir meclis verin" ifadesi de bu anlamdaydı.

Ama Fransız seçmenlerin bir sonraki parlamento-başkanlık seçimlerinden önce cumhurbaşkanını sorumlu tutması mümkün değildi…

*

Fransız cumhurbaşkanının tam dokunulmazlığı sadece istisnai durumlarda kaldırılabiliyordu. .

Üstelik Fransa'da birçoğu 5. Cumhuriyet'in dikkate değer ölçüde dayanıklı olduğunu düşünmektedir.

Ama bunlar tek başına meşruiyet erozyonunu maskelemek için yeterli değildir…

*

İşte "Sarı Yelekliler Hareketi " Fransız toplumundan hareketle giderek Avrupa'da yönetimlerin meşruiyetini sorguluyor.

Emmanuel Macron'un seçmenler nezdinde aldığı onay batmaya devam ediyor .

Yeni bir anayasa ve bir parlamenter sistem ile 6. Cumhuriyet'in kurulup kurulmayacağı sorusu sıcak bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.

*

Türkiye İslamcılık ve tek adamcılık ile değerli zamanından kaybediyor.

11.12.2018

================================

YILMAZ ÖZDİL : AMAN SAKIN MURAT'IN HAK EDİŞİNİ ÖDEMEYİN HAA...

Murat…

1965 doğumluydu.

Tokat Zileli'ydi.

Dar gelirli bir ailenin çocuğuydu.

Henüz 14 yaşındayken Heybeliada'daki Deniz Lisesi'nin kapısından içeri girdi.

Deniz Harp Akademisi'ni birincilikte bitirdi.

Gökova fırkateyniyle harp filosunun en iyi gemisi ödülünü aldı.

Libya içsavaşında orada sıkışan vatandaşlarımızı kurtarma operasyonunu yönetti.

Kurmay albaydı.

Birinci sıradan amiral olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.

İyi bir insan iyi bir eş iyi bir baba iyi bir komutandı.

30 Ağustos'a gün sayıyordu.

22 Ağustos'ta tutukladılar!

Asrın iftirasına uğrayan seçkin subaylarımızdandı.

Maltepe'den arkadaşımdı.

16 sene yapıştırdılar.

Eşi ve çocuklarına yakın olabilmek için Mamak'a transferini istedi.

Her hafta açık görüş için yol yapmasınlar maddi manevi perişan oluyorlar bari ben oraya gideyim demişti.

Bu değişiklik biraz merhem olmuştu.

Taa ki 23 Nisan'a kadar…

Hergün zaten fenaydı ama o gün daha fenaydı.

Çocuk Bayramı'nda çocuklarına sarılamıyordu.

Anca 26'sında açık görüş vardı.

Üç gün üç asır gibi geçti.

Hep güleryüzlü hep iyimserdi ama o üç gün farklıydı adeta içine kapanmıştı kimseyle konuşmaz olmuştu.

26'sı sabahı nihayet…

Koştu kucakladı hasretle kızını oğlunu eşini annesini.

Çocukların gözleri dolu doluydu.

Hissettiklerini belli etmemeye çalışıyorlardı dudaklarını ısırıyorlardı.

Bir baba için daha çaresiz nasıl bir durum olabilir ki?

"Gel" dedi kızına.

Güya neşelendirecekti "gel biraz top oynayalım" dedi.

Haysiyetsiz basınımız ertesi sabah "ayağı kaydı başını taşa çarptı" diye yazdı… Elbette yalandı.

Maalesef buraya kadar dayanabilmişti.

Beyin kanaması geçirmiş dünyanın kahrını taşımaktan yorulan asırlık ağaç misali devrilmişti.

Balyoz şehidiydi.

Tıpkı Murat gibi kendi devleti tarafından esir tutulan arkadaşları Mamak askeri cezaevinde askeri tören yaptı.

Beyin kanaması geçirdiği yere masaları birleştirip musalla taşı kurdular.

Etrafına U şeklinde dizildiler.

35 senelik arkadaşı deniz kurmay albay Sinan konuşma yaptı.

"Batu ile Duru şimdi hepimizin çocukları. Sema bizler son nefesimizi verene kadar kardeşlerimizden daha kardeş. Mekanın cennet olsun. Bir gün yanına gelmek kısmet olsun" dedi.

Selam verdiler.

Tören mangasına dokundurmadılar Murat'ı omuzladılar.

Sahte delil bavuluyla girdi ay-yıldızlı tabutla çıktı.

Kumpasla girdi arkadaşlarının omuzlarında çıktı.

Vefat ettiği için dosyası kapatıldı.

Yoook öyle!

Murat'ın avukatı Anayasa Mahkemesi önünde Adalet Nöbeti başlatan yeniden yargılama kararı çıkana kadar gece-gündüz orada bekleyen anıt kadın avukat Şule Nazlıoğlu'ydu.

Mahkemeye dilekçe verdi.

"Murat Özenalp şerefli bir subaydı öldü bitti denilemez Murat Özenalp'in şerefli hatırasının Balyoz davasındaki arkadaşlarıyla birlikte yeniden yargılanmasını talep ediyoruz" dedi.

Mahkeme inceledi talebi kabul etti.

Murat'ın eşi Sema yeniden yargılama davasında asrın iftirasına uğrayan albay general amirallerle birlikte sanık sandalyesine oturdu.

Tarihte ilk kez…

Şehit yargılandı.

Beraat etti.

Balyoz iftirasına uğrayan diğer kahramanlarımızla birlikte aklandı.

İftiraya uğradıkları tescil edildi.

İtibarı iade edildi.

Tarihte ilk kez…

Mahşere bırakılmamıştı.

Bilahare sıra tazminata geldi.

Kumpas mağduru olan kahramanlarımız tazminat davaları açtı.

Avukat Şule Nazlıoğlu Murat adına eşi ve çocuklarını temsilen tazminat davası açtı.

600 bin liraya hükmedildi.

300 bin lira eşine 300 bin lira çocuklarına verilecekti.

Gel gör ki…

Sayın devletimiz "bu para fazla" dedi!

İtiraz etti temyiz etti.

Dosya Yargıtay'a gitti.

Sayın Yargıtayımız inceledi.

Şimdi sıkı durun…

Sayın Yargıtayımız ne karar verdi biliyor musunuz?

Kelime kelime aktarıyorum…

"Dava açma hakkı zarar görene aittir bu hak ancak zarar görenin ölmeden önce dava açması veya dava açma iradesini açıkça izhar etmesi durumunda mirasçılarına intikal edebilir dava açmadan ve bu yönde iradesini açıkça izhar etmeden ölen Murat Özenalp'in mirasçılarının davası kanuna aykırıdır sayın devletimizin itirazı yerindedir söz konusu tazminat kararının bozulmasına oybirliğiyle karar verildi. "

Yani sayın Yargıtayımıza göre…

Murat geç kalmıştı!

Henüz tutukluyken kendisine verilen 16 yıl hapis cezası onanmışken "ben beraat ettim" diye tazminat davası açmalıydı!

Veya henüz yaşıyorken askeri cezaevine noter çağırıp "ben ölünce tazminat davası açacağım haberiniz olsun" diye vasiyetname yazmalıydı!

Yabancılara tiko para 159 milyar dolar faiz ödeyen yandaş müteahhitlerin cebine 200 milyar dolar koyan "hakediş" ayağıyla geçilmeyen köprüler girilmeyen tüneller uçulmayan havalimanları için 20 yıl 30 yıl ödeme garantisi veren sayın hükümetimizin sayın Yargıtay'ı sayın devletimizin kuruşunu işte böyle koruyor.

Aman sakın Murat'ın "hakediş"ini ödemeyin ha…

Çarçur etmeyin.

Mazallah devletimiz iflas eder sonra.

--   a45UyF587661

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder